"Önümde bir kadınla bir çocuk yürüyordu elele. Annemle ben! Nerede görsem tanırım
onları gölgelerinden.
Alacakaranlık bir yolda, kırık dökük konuşmalar geçiyordu aralarında. Size garip gelecek ama, başka kimselerin olamayacak kadar ince, ipeksi bir hüzünden dokunmuştu da sanki sesleri, yalın çırılçıplak ve yarım
kalmış öykülerini anlatıyorlardı gizemli sözcüklerle birbirlerine.”
Leyla Şahin: Sevgili Melisa Gürpınar, edebiyatımızda ve özellikle kadın yazar kuşağında mektup, günlük, anı, anı / deneme ve benzeri türde yapıtlar azdır. Örneğin Tomris Uyar’dan özge günlük "yayımlayan” bir kadın yazar gelmiyor aklıma. Bu yaz Memet Fuat'tan Gölgede Kalan
Yıllar’ı, Mîna Urgan'dan Bir Dinozorun Anıları’nı sevinçle okudum. Ardından senden bir kitap geldi güz aylarında. Salkımsöğütlerin Gölgesinde. Konuşmalar başlığıyla, bazı bölümleri dergilerde yayımlanmıştı.
Salkımsöğütlerin Gölgesinde’yi, düzyazı şiirler ya da içeriğinden ötürü anı / deneme olarak düşünmek mümkün. Kitabın ilk sayfalarında şiir üzerine diyeceklerine öncelik
veriyorsun. Zaten, rüzgârın koynunda usulca çalan çan sesi yazmaya çağırırken başlıyor kitap:
“Şiir de annem gibi mevsimi kuş seslerinden, aşkı saklı bir mendilden,
tüm hayatını gülden sormalıdır bana kalırsa.”
Ve gene,
“Yerçekimi de olmalı bir şiirde, güneş tutulması da. Ay da buluta dolanmalı, şimşek de çakmalı. Kum fırtınasının içinden geçen kervan gibi dil dayanıklı olmalı.”
Kitabın son sayfalarında da şiir teması yoğunluk kazanıyor.
Ancak, Salkımsöğütlerin Gölgesinde’nin içinde, senin bütün bir şiir / yazı hayatının yanı sıra, hayatının öbür alanları da bir biçimde özetlenmiş, sende “kalan” yanlarıyla kitaba ağmış. Annen ve çocukluğun, ahşap ev, teyzelerin ve yaşlı kadınlar, kendilerine uygun bir olay, bir atmosfer bulup hemen yerlerini almışlar.
Melisa Gürpınar: Aslında bütün sanatçılar kendi hayatlarından esinlenirler ve bu etkilenimleri yapıtlarına yansıtırlar. Ama bu esinlenme ve alıntılama, onu tanınmaz kılacak kadar, sanat türünün taşıdığı özelliklerle ve belli bir yorum gücüyle donatılmıştır. Bir dönüştürülmeye uğratılmıştır açıkçası.
Birey hayatı bir toplamdır. Kendisinin,
ailesinin, toplumunun ve genel olarak çağının ona yansıyabilen izlerinden ibarettir. Bunların içinden, hayatın evrensel ipuçlarını yakalamaya kalkıştığınızda, karşınıza çıkanlar, aile fotoğrafları da olabilir, tozlu eşyalar da,
yıkılmış surlar da. Tümü de simgedir. Ama hepimizin hayatına göndermeleri vardır.
Ben kullandığım bu simgelerin, bendeki karşılığı ne olursa olsun, okurla tastamam bütünleşmesini, onun duygularıyla örtüşmesini isterim. Ve gene okurun kendini bende bulabilmesi için, onun belleğinin de yakınından geçecek, çok içten, alçakgönüllü şiirsel anlatımları denemeyi, bu kitapta da sürdürdüm işte, ama bilmiyorum başarabildim mi?
Geçtiğimiz aylarda yayımlanan Okul Arkadaşım adlı gençlik romanı, tam bir anı romandı işte. Çocukluğumun yalın bir özetini genç okurlara anlatmak bir keyif olmuştu benim için. Salkımsöğütlerin Gölgesinde’ki
anne ise, hepimizin annesi. Ağaç altları, gölgeler, tahta masalar da öyle, hepimizin bütün bunlar. Şiire girince büsbütün bizim oluyor, can alır gibi yakamıza yapışıp
anımsatıyorlar kendi hüzünlü geçmişlerini.
Konuşurcasına yazılmış bu şiirlerdeki, deneme tadına gelince, değerlendirmende haklısın. Gerçekten de içinde düşünsel
gezintiler barındırıyor. Yalın bir anlatımla içiçe geçmiş, şiire pek de fazla gelmeyen, ağırlıksız gibi görünen düşünceler bunlar. Hatta çocuksu sayılabilecek kadar gösterişsiz ve kolay anlaşılabilir bir yapıdalar. Belli bir derinliği yakalayabilmek için, yanına iyice sokulmak gerekiyor.
Bir şiir kitabı da zaten hayat gibi tuzaklarla doludur. En karmaşık düşüncelerin üstü birkaç kuru yaprakla çiçekle örtülüvermiştir. İsteyen onlarla yetinir, isteyen dipsiz bir kuyuya düşüverir şairle birlikte. Artık düşen mi akıllıdır, kalan mı kurnazdır bunu şair bilemez. O çağırır herkesi, okurla masum bir kovalamacanın ardından gelen buluşmadır aradığı.
Ne yazık ki, şiir, ne müzik kadar arıdır, ne de renkler kadar ruha seslenir. Şiirin yapısında, yalan vardır. Şairin ve şiirin lanetlenmesi bundandır. En korkak şair, avcı kesilir şiirinde. En çekingeni, en atak görünebilir. Şairin kişisel gerçekleriyle, şiirindeki gerçeklik, ya da hayatın düzenin şiire yansıyan gerçeklikleri, ne ölçüde örtüşürse, yazınsal bir başarının yakalanabileceği, modern zamanların durmadan değişen ölçütlerine bağlıdır biraz da.
Salkımsöğütlerin Gölgesinde’nin her bölümü sorularla biter genellikle. Yazılanlardan daha başka şeyler de düşündürtmek ister okura.
Alışılmış deyimle, anlam katmanlarında dolaştırır onu. Yani şairin, belki kendinden daha yetenekli ve donanımlı bir okura gereksinimi vardır. Ben, okuru önemsemediğini söyleyen şaire inanmam, mutlaka başka bir şey söylemek istediğini, ya kendini, ya da okuru kışkırttığını varsayarım.
Ben kendi kitaplarımın hem okuru,
hem eleştirmeniyim. Her zaman kendime
duyduğum hayranlıktan kısıntılar yaparım, bir kez de çok ileriye gider, yazdıklarımdan utanacak duruma gelirim. Her şiir kitabımda biçimsel değişiklikler yapmam, hep arayışlara yönelmem bundandır. Yazdıklarımı beğenmem. O sözünü ettiğim hayatıma, binlerce kez şaşkınlıkla bakarım. İşlenmeyi bekleyen ham bir
çamur olarak durmaktadır ellerimde. Üstelik ömrümün akışı da trajik bir biçimde hızlanmaktadır.
Bu zıtlıklar arasında, kurabildiğim her dengeden, kurtarabildiğim her zaman diliminden, zar zor bir kitapçık çıkarabiliyor ve denize atıyorum. Şiirin yazgısının, dilin içinde buharlaşmak olduğunu bilmek, bende bir dayanıklılık yaratıyor. Ölümlü olduğunu bilmenin, dünya ile daha özgün, daha yaratıcı ilişkiler içine girmeye neden olduğu gibi.
Yaklaşık beş yıl kadar önce, hayatımla
hesaplaşmamı isteyen o gizli dürtüyü duymuştum gene. Her kitap, böyle tanımlamasız bir iç ses üzerine kurulmaz mı? Giderek hayattan çok, hallerdir artık söz konusu olan. Neyse. Köşemde, sürdürdüm
konuşmalarımı. Kaç kez yazdığımı ise
anımsayamıyorum bile. Dizeler ilk yazılışlarında, senin bir söyleşimizde kullandığın deyimle, alt alta dizilmişlerdi. Şiir olarak tanımlanmaya, bugünkünden çok daha yakındılar, en azından biçimsel olarak.
Ama ben kendime ve şiire karşı, içten olmayı yeğledim. Şiirden uzaklaşmaktan
korkmadım. Deneyimlerim bana yardımcı olur diye düşündüm. Denizi iyi tanıyan
bir sahil çocuğu gibi, uzaklaştım şiirin kıyılarından, Kiralık, eski bir sandal da olsa kullandığım, güvendim ona. Yani belli bir cesaretle, düzyazıya dönüştürüverdim şiirleri. Konuşmaların özündeki şiirselliği söküp atmam mümkün değildi nasıl olsa.
Hangi biçimle yazılırsa yazılsın, iyi
bir açıdan ve sağlam bir ışıkla bakıldığında, -şiirsel bilinç de denilebilir bu ışığa -mutlaka duygusal ve düşünsel yansımasını bulacaktı okurda. Konuşma parçacıklarının içinde, tematik bir sıralanış, kümelenme ve bütünlük de söz konusuydu. Tarihten kente, kentten doğaya insana ve yaşama kültürlerine değiniliyordu konuşmalarda ve kaçınılmaz olarak da hayatın
içinde yer alan yazma eylemi sorgulanıyordu. Bütün konuşmaların ve konuların
orta yerinde, sert rüzgârlara karşı, şiirin
incecik ucuna zorlukla tutunmuş olarak
ben duruyordum. Hem hayatın, hem de
yetersiz sözcüklerin sisleri ardındaydım.
İşte tam da bu nedenle, bir şairin şiirini
anlatabilmesini engelleyen sanatın doğal
koşullarının varlığını sezmek gerek. Hiçbir açıklama beni yazdıklarımın yanına
taşıyamaz aslında, ya da oradan geri getiremez. Orada ve burada söylediklerim,
kendi benzersizlik özelliklerini hep koruyorlar galiba. Yazdıklarımın ne ölçüde benimle örtüştüğünü anlatabilmek için, o
çok kullanılan ayna benzetmesini mi kullanmak gerek acaba? Aynadaki yansımamla, benim aramda kaç kalem fark var.
İşte şiirdeki hayatlar da, böylesine yanıltıcıdır. Gerçek hayat ve şiir, bir gözyaşı
damlasının pırıltısına sığacak kadar içsel
bir yoğunluğa kavuşamadıktan sonra, yazı ile sergilediklerimiz, hep tartışmalıdır.
Ve iyi ki de öyledir.
Leyla Şahin: “Ben tek bir kadın değilim.” diyorsun.
Melisa Gürpınar: Evet öyle. Daha ötesi de var söylemek istediklerimin. İnsani bir özün peşinde olduğuma göre, hem tek ve benzersiz oluşumun bilincindeyim, hem de bütün insanlarla benzeşen ortak yanlarımın olduğunun. Bu konuşmalarda, yalnızca kadınsı yanlarımı ve ilgi alanlarımın evcilliğini öne çıkarmayı yeğlemediğim gibi, içinde pek çok kadın karakterini barındırıyor olmanın ilginçliklerinden de yararlanmadım kuşkusuz.
Genel bir hayat kanavasının üstünde yer alan motiflerdir bunlar; değişik kadın imgeleri. Şiirli bir alan buldular mı, gelip yerleşirler hemen. Kendini herkesle bütünleştiren ve sonra da hiçliğe indirgeyen mistiklerin yaklaşımına yakın düşüyor kişi, yazarken.
Gerçekten de yazı insanı saydamlaştırıyor ve kendi içiyle yüzyüze getiriyor. Kalemi bırakınca içimin karardığını duyumsuyorum. Perde kapanıyor ve dışımızdaki dünya, dünyanın kanlı sarayları görünüyor yeniden gözüme. İnsanı boyutlandıran, çoğaltan yazma eyleminin kendisidir belki de. Kimbilir? Yazdıkça, çoğalıyor masallardaki gibi, elinizin altındaki kumaşlar, altınlar, kuşlar ve insanlar. Asıl büyü bu galiba. Ya da gözbağcılık. Görülen gerçeklere ve elimizdeki verilere bakılırsa, benim bir kişi olabileceğim bile kuşkuludur. Ama yazının gerçeği başka!
Leyla Şahin: Kitapta, söyleşimizin başına da aldığım bir yer var: “Önümde bir kadınla bir çocuk yürüyordu elele. Annemle ben! Nerede görsem tanırım onları gölgelerinden.”
Melisa Gürpınar: Evet, tanırım. Hem dışından, hem içinden, hem de çok uzağından bakarak, hayatıma tanıklık etmek istediğim bölümler var bu kitapta. Zaman öğesini ve ölümleri oraya katmaksızın, geçmişiyle geleceğiyle hep birlikte olmak isteyen içimdeki
çocuksu birikimlerin yarattığı karışıklıklar bunlar. Bütün ölülerin elinden tutan,
ölmeden önce ölen, kendi bedenini karşılayan ve uğurlayan ruhlara göndermeler
yapmak, masalsı bir dünyaya yaklaştırıyor
beni. Şiiri kurarken, artık bu yakınlaşmalardan, belli bir ölçü içinde gizemden yararlanmayı deniyorum tabii. Belki de yaşımın gereği, maddeyle arama giren güvensizlikler nedeniyle, görünmeyen bilinmeyendeki güzelliği arıyorum.
Leyla Şahin: Çocukluğun, ailen, yazma serüvenin, bir de İstanbul! Ailenin bir kolunun, beş yüz yıldır İstanbul’da yaşadığını biliyorum.
İstanbul’dan başka bir kentin var mı? Örneğin gençliğinde bir süre Londra'da kalmıştın. Sevmiş miydin?
Melisa Gürpınar: Aslında dünyanın bütün ulaşamadığım köşelerine, sevgi ve ilgi duymaktayım. Yeryüzü manzaralarına ve insanların yaşama kültürlerine delicesine bir merakım var. Ama, şiirime konuk edecek başka hiçbir yabancı kenti iyice tanıma fırsatım olmadı. Yeterince tanısaydım, ülkemdeki başka kentleri de yazmak isterdim.
Aslolan bir coğrafya ile bütünleşebilmektir. Eski deyimle, ruhen, bedenen ve zihnen. Gerçekten de, kent, köy ya da çevre, kişiliğin oluşmasında önemli bir etken. Beni çevreleyen doğanın, tarihin, toplum yapısının ve geleneğin soluğunu, yazarken her an omuz başımda hissederim. En yalnız anımda bile, bir kent resminin önünde oturduğumun, bilincindeyim. Hem de kentin, dünkü bugünkü ve
yarın çekilecek olan fotoğrafının önünde. Kendi tarihimin önünde, bir duruşu korumak zorundayım kuşkusuz.
Şu var ki, İstanbul benim için, seçilmiş
bir kent değil. Ben ona başka bir yerden
sevinçle koşarak, ya da zorunluluklar nedeniyle gelseydim, daha başka bir biçimde severdim, ilişkilerimiz ve bağlarımız
başka olurdu. Oysa İstanbul ile benim
aramda kan bağı var. Kolayına ayrılamayışımızın nedeni bu. Birbirimizi artık sevmediğimiz zamanlarda bile kopamıyoruz.
Bir yazgı gibi yerleşmiş İstanbul hayatımın fon perdesine ve bütün renkleri desenleri akmış sinmiş sanki özüme. Bugünlerde bir dergi için, İstanbul’dan geriye kalan kokuları yazıyor olmam, bu gerçeği doğrulamaz mı?
Leyla Şahin: Kitapta “İstanbul" adı az geçiyor; sanıyorum iki kez. Nedir ki, öbür mekânlar ve yaşama biçimi söz konusu olunca, İstanbul izleğini yakalıyoruz gene. Bunu, seninle konuşma yaptığım ve bugün içinde yaşadığın bahçesinde salkımsöğütler olan
apartman dairesinde de hissediyorum. (Daha önce de hissetmiştim.) Örneğin: Sen
içerdeyken, teyzen İsmet Hanım, balkon
kapısının önünde durup, uzun uzun bahçeye baktı. Sonra bana dönüp, “beyaz bir
gül açmış, ne güzel değil mi?” diye sordu.
Melisa Gürpınar: Sözünü ettiğin teyzem, biliyorsun ki bellek yitimine uğramış bir kişidir. Beyaz gülleri unutamayışının herhalde çok içsel nedenleri var. Ben de, birikimlerimin etkisiyle olacak, salkımsöğütlü bahçelere,
akasyalı sokaklara hiç ilgimi yitirmedim.
Mor salkımlar da, asma çardakları da,
dünyanın doğusunda yaşadığımızın bir
belirtisidir. Londra’da ve adanın görkemli bitki örtüsünde bunlara rastlanmaz örneğin. Ayrıca, doğayla özdeşleşmek, bizim yaşama geleneğimizde var. Ağaçları, çiçekleri insan yerine koymak ve onlarla konuşmak, dertleşmek, hepimizin yaşadığı kanıksanmış bir olaydır. Canını acıtırım korkusuyla, bir dal fesleğeni saksısından koparıp alamamak, doğal, kendiliğinden gelişmiş bir duygudur içimizde.
Bizim ailede, “garip ama gerçek” denilebilecek
böylesi olaylar çok görülür. Senin tanımadığın bir ortanca teyzem vardı benim. Öldü beş yıl kadar önce. Ömrünün son yıllarında, “annemden hatıradır” diyerek, bahçedeki katmerli beyaz leylâk ağacını söktürmüş, ahşap ev apartman olunca, kendine verilen ve hiç alışamadığı dairenin banyosuna, bir fıçı içinde getirip yerleştirmişti. Korumaya aldığı öbür önemli saksıları da yanına koyunca, banyo kullanılmaz olmuştu. Ama teyzem mutluydu.
Sevgili leylâk ağacı, gördüğü bunca ilgiyi
karşılıksız bırakmamış, hem de bir kış günü, bayıltıcı kokular saçarak lüle lüle beyaz leylâklar açmıştı, o karanlık mekânda.
Bu belki bir öykü konusu, öncesi ve sonrasıyla ele alındığında. Ama şiire renk ve
ışık katacak nitelikte, daha nice ayrıntı
var belleğimde. Bazen tümünün de iplerini bırakıp göğe uçurmak geçmiyor değil aklımdan. Kasaca söylemek gerekirse, geçmişteki gürültülü ve saplantılı doğa tutkularının, yüreğimde hep titreşiyor olması, sanıyorum sancılı bir tını katıyor yazdıklarıma. Eğer doğayı böylesine yitirmeseydik İstanbul’da, belleğimizi zorlamak gereğini duymayacaktık bugün olduğu gibi.
Leyla Şahin: Ev içlerinden sokağa taşan ve daha çok bir zerafet gibi yaşanmış / yaşanan kentin atmosferini hissediyoruz kitaplarında. O
atmosfer, şimdi içinde yaşadığın evde de
var. Kelime seçiminden başlayarak, “hem
yaşarken, hem yazarken" her koşulda doğallığını, inceliğini koruyan bir tavır içindesin.
Melisa Gürpınar: Herhalde hemen teşekkür etmek gerekiyor, beni incelik sözcüğünün anlamına yakın düşen bir yere koyduğun için. Sanırım değinmek istediğin konu, kalıtsal olarak ya da sonradan edinip benimsediğimiz yaşama kültürüyle ilgili. Evet,
biraz önce de değindiğim gibi, dünyanın
doğusunda yaşadığımı hiç unutmuyorum
ben. Az çok değişse de, koruduğumuz
yanları olan bir yaşama etiğimiz var bizim.
Edep duygusu taşımak başta olmak üzere, paylaşımcı, özverili, alçak gönüllü, sabırlı ve kanaatkâr bir yapılanma var kişiliklerimize sinen. Bu özellikler, uygun yerde ve kişide ortaya çıktığında, yazıya da sıçrıyor tabii. Yazarın, okurlarıyla, sanatçı çevresiyle, yayıncılarıyla olan ilişkisini de biçimlendiriyor.
O sözünü ettiğim incelikte, içe kapanıklık izleri de var, bol miktarda çekingenlik de. Biraz da “tevekkül” eklense iyi olur bu tanıma. Böylesi bir kişilik yapılanması, çağdaş ilişkilerin yürütülmesi için biraz mahzur sayılsa da, esirgiyor beni, olası benlik fırtınalarından.
Önce kendimden, sonra başkalarından
koruyor açıkçası.
Okullarda ön sırada oturup, durmadan
parmak kaldıran çalışkan öğrencilerin
coşkusunu hiç taşımadım çocukluğumda. Yanına sokulamazdım öğretmenlerimin.
Arka sıralardaki iki yıllıkların, ağır başlı suskunluğu, bana daha bilgece gelirdi. Onlar, yanlarında fazla kalemleri varsa, “yok” demezlerdi. Öyle işte. Koşullar beni zorlasa da, fazla değiştiremedi. “Eski usûl” bir duruşu, hep korudum hayata karşı. Eski İstanbullu bir kadının esintilerini taşımayı reddetmedim.
Batılı anlamda çağdaş bir kadının özelliklerini
nasıl olsa taşıyordum. Ama buna biraz
mahcubiyet, biraz gurur, biraz hayal, biraz da tembellik ve kararsızlık eklenemez
miydi? Gülmeye ve ağlamaya fazlaca eğilimli olmak da unutulmamalı. İşte, ince
olmak bütün bu zayıflıkların toplamıdır
biraz da.
İncelikle aptallık sırt sırta dururlar genelde. İncelikte biraz ileriye gidildi mi, günümüzde aptallığın sınırına girilmiş oluyor. Doğallık ise, hiç kimsenin yargısına aldırış etmeyecek kadar, davranışlarında içten ve özgür olmak galiba. Hele şiir yazarken, insanın içindeki bağımsızlık duygusu da depreşiyor.
Kendinde bulunmayanı var diye, kendinin olmayanı benim diye ortaya çıkarmayı, inanca, ideolojiye, günün geçerli temalarına göre şiirler yazmayı, hiç beceremedim ben. Belki bir eksiklik yarattı, yazarlık hayatım hep arka sıralarda geçti ama, dediğim gibi, ben hoşnudum durumumdan. Gerçekleri sanata dönüştürmeye, sözcüklerin müziği ve içlerindeki anlam pırıltıları yetiyor zaten.
Leyla Şahin: Çocukluğum ve Ölümüm, Her Harf Bir Melek, Salkımsöğütlerin Gölgesinde (şiirsel düzyazı) adlı şiir kitapların, genel olarak bir üçlemeyi andırıyor ve kendi hayatından yazıya süzdüğün anılardan oluşuyor...
Melisa Gürpınar: Bu üç kitap, gerçekten de bir üçleme havası sezdiriyor, bir arada düşünüldüğünde. 90’lı yılların başında yayımlanan, İstanbul’un Gözleri Mahmur (şiirsel öyküler), Yeni Zaman Eski Hayat (oyun), Küçük Bir İstanbul Öyküsü (senaryo), aslında tam bir üçleme sayılabilirdi. Hem kurgusu bakımından, hem de olay, yer, zaman
ve kişilerin bağlantıları açısından bir bütünlük taşıyorlardı.
Senin saydığın kitaplar ise, gözümü İstanbul’a değil de kendime odakladığım bir dönemin ürünü. Kendi hayatımla yüzleşmeyi kısa kesip,
evrensel sorulara da yanıt arıyorum bu kitaplarda. Zaten kendi hayatıma bakınca,
ister istemez yazı yazma olayı ve onun sorunları çıkıyor karşıma. Örneğin, şu an
basılmakta olan Her Harf Bir Melek adlı şiir kitabım, başında ve sonunda yer
alan hayattan alınma iki kıskacın içinde,
tümüyle yazının ve harflerin peşinde koşan bir kişinin düşsel serüvenlerini içeriyor. Konuşmamızın başında da uzun
uzun değindiğim gibi, gerçek bir hayat
öyküsüyle ne yapılabilir ki, bir parantez
içine bile fazla gelebilir bazen, eğer ona
yüklenmiş yazınsal açılımlar barındırmıyorsa.
İstanbul ve ben, artık yazdıklarımın
içinde bu kadar açık seçik görülmeyeceğiz sanırım. Teknolojik gelişmeler, 21.
yüzyılda dünyanın başına daha pek çok
felaket getirecek. Sanayileşme doğayı aldı elimizden, küreselleşme de, dilimizi
yok edecek mutlaka. Ülkemiz için beslediğimiz umutlar birer birer sönmekte. Şair dostlarım öldüler, bizler sıramızı bekler bir boynu büküklük içinde oturuyoruz köşemizde.
Bu durumda ne kadar isterdim, kalabalık alanların, kutuplarda eriyen buzulların, deniz diplerinin, uzayın şiirini yazabilmeyi. Sesimi barışa adamayı ne kadar çok isterdim. Şu paylaşılamayan dünyaya karşı söylenecek bir çift sözü olmalı insanın aslında.
Ben bir gezegen olarak düşündüğümde, dünyaya hayranım ama, o beni umursamıyor anladığım kadarıyla. Benim dilim dışlanmış. Şiiri de sevmiyor üstelik. Dünyanın tutkusu silaha. Oysa benim kısacık hayatım, dünyanın ve kozmozun başından geçenlerden
ayrı düşünülebilir mi? Bir parçası olduğum evrensel düzeni ya da düzensizliği
arıyorum ben aslında, ona eklemlemeye
çalışıyorum, kılcal bir damar gibi kendi
serüvenlerimi.
Leyla Şahin: Kitabından yola çıkarak soruyorum yine: Yazı yazarken başkalaşır mı insan? Yazı ile hayat arasındaki ilişkiye nasıl baktığını okurlarımız merak edebilir.
Melisa Gürpınar: İnsan, herhangi bir sanat dalında uğraş verirken, doğal yapısını zorlamaktadır bir bakıma. Yaptığı da bir başkalaştırma dönüştürme işidir. Bir sanatçı yapıtını üretirken, beyindeki elektriklenmeler, yaratıcılık denilen akımlar artar. Derinleşirsiniz. Belki de harfte, renkte, notada insanı görürsünüz, onun hallerini yakalarsınız. Sezgileriniz artar. Anlama ve anlatabilme yeteneğiniz daha da yükselir. Sanki uyuyan çocuk uyanır, duran yürek çarpar, goncalar açılır peşpeşe, sonsuz bir dirilik kazanır kişi, bir şeyler yaratmak istediği zaman. Hayatta edinilmiş bütün görgüler, bilgiler, düşler ve anılar yardımcı olmak için hazır beklemektedirler sanki. İnsan güzel bir şey yazdığını düşündüğünde, nasıl da sevinir. Gider bir kahve içersin hani üstüne. Bu da bir başkalaşım değil midir? Her yazar, kitabını bitirdiğinde bir anlığına da olsa kanatlanır sanki.
Böylesi bir aşkınlık, fazlasıyla bireysel bile olsa, çok görülmemeli yazara. Yazarken
çektiği sıkıntıları düşünmeli. Sözcüklerin
içinde geçen bu serüven, gerçek hayatta
başımıza gelenlerden çok daha sersemleticidir. Sınır ötesi bir yolculuktur açıkçası, yazma eylemi. Hayatın dışına çıkmadır. Oradan geri döndüğüm zaman, sözünü ettiğin konuşmada yazdığım gibi, hemen kırmızı sabahlıklı bir kadın olarak eski rolüme geri dönerim ben. Bu değişimler, bu gitgeller ile korunur ruhsal dengeler.
Ayrıca başkalarının seni bulmak için verdiğin yanlış adreslere gitmelerinden de anlaşılmaz mı, çevrende hiç şakadan gizemden ve oyundan anlayan kimse olmadığı. Aslında “oyun” sözcüğü, içerdiği tüm anlamlarla, bir anahtar sözcüktür benim için, sanat söz konusu olduğunda. Değişimle ilgili bütün yanıtlar onun içinde saklı.
Leyla Şahin: “Soyut bir ülkeyle, somut olanı arasında, gidip gelen oyuncak bir tren gibiyse şiir, ben yolcularımı, soyuttan somuta, yokuş yukarı zorlukla taşımaktansa, somut bir
iklimin sıra dağları, kanlı gölleri arasından indirivermek isterim, imgesel bir gölün kıyısına. Ki herkes orada kendi turnasını uçursun, vursun sonra, kendi silahıyla havada." Şiirin soyut somut yanlarını açarken, “düşler"e de değiniyorsun Salkımsöğütlerin Gölgesi adlı kitabında, "imgeler"e de...
Melisa Gürpınar: Anlıyorum ki, sen bana Salkımsöğütlerin Gölgesinde’nin tüm konuşmalarını ya da şiirlerini, tek tek çözümleteceksin. Kendi hayatımla ilgili sorulara yanıt vermek daha kolaydı, içindeki yanılmalar
bağışlanabilir bir ölçüdeydi belki. Ama
şiir üzerine konuşmaya gelince, biliyorsun
şair sözü yalandır. Baştan söyleyeyim de.
Şaka bir yana, şiirlerimden herkesin başka bir şey anlaması, yanlış ya da doğruya
yakın değerlendirmesi, oynadığımız oyunun, sanatın bir kuralı. Ve de en keyif verici yanı.
Soyut her zaman zordur, kavranması
erişilmesi mümkün değildir. Güzeldir
ama, güzelliğinin nedenlerinde bilinmezlikler yatar. Somut olansa, acımasızdır, can yakar her zaman. Değinmişim işte şiirde, belki de ben somutun sıkıntılarını gerçeğin içindeki çirkinlikleri haksızlıkları biraz örtmek için soyuta doğru sürüklüyorum söylemimi. Bir acıyı, düşlerle beziyorum örneğin,olmayan kişilerle sarıp sarmalıyorum. Gölgeler taşıyorum şiirime, kaynağı belirsiz esintiler, ay rüzgârları buluyorum. Hayat ne kadar katıysa, çiçek kokuları o kadar gevşek, kent ne kadar değişkense, anılar o kadar yerli yerinde.
Şiirin soyut ve somut yanlarını kendime göre dengelemeye çalışırken, gölgelice ağaç altlarını kullandım bu kitapta örneğin. Kendimi ve okuru soluklandırabilmek için. Bence uygun bir imgeydi. Ayrıca bahçemizdeki salkımsöğütleri gör de inanma sen. Onların altında bir kez bile
oturamadıktan sonra. O ağaçlar şiirin nesnesi olabildiler ancak. İşte aşk ve ölüm kavramları. Soyut ve somuta sonsuz sayıda göndermeleri var. Bir şiir sözcüğünün bile, sonsuz sayıda karşılığının olduğu düşünülürse.
Bu söyleşide de, somut şeyler anlatamadık pek. Sanatın serüvenine, ülkemizin gerçekliklerine, kültür tüketimine, kitap satışlarına filan hiç değinemedik. Her zaman konuşulanlara pek sıra gelmedi. Söz bu, yarım kaldı işte. Neyse ki, üstünü şiirle tamamlamak gibi bir umudumuz
var.
En iyisi, sana ve Cumhuriyet Kitap’a
teşekkür etmek.
LEYLÂ ŞAHİN
Cumhuriyet Kitap, 4 Mart 1999, S. 4-5

ŞİİRLERİ