ÇAMLICA'DAN YELDEĞİRMENİ'NE

I. Bölüm

İstanbul’um benim! Sessiz ve karanlık kentim. Savaşlardan çıkmış yoksul ve onurlu insanların omuzlarındaki tarihsel mirası hiç yere düşürmeden taşıdıklarını anlamaya başladığım 50’li yılların başında, geceye teslim olmuş bu içe kapanık kentin bütün gizemini hiç farkına varmadan duyumsamışım ki, hâlâ etkisinden kurtulamadım.

Çocuktum. Her şeyi merak ettim. Susmayı ve katlanmayı erdem sayan İstanbullu ailelerden birinin en küçük bireyi bile olsam, kentte yaşanan sosyal dönüşümleri görebiliyordum. Kentin nüfusu, fiziki yapısı henüz hızlı bir değişime uğramasa da, çevremde hep dağılma, yıkıntı ve çöküş vardı nedense. Ve onu örtbas eden ‘modernite’ belirtileri. Şarkılar, aşklar, mehtap sefaları, kahkahalar, şıkça giysiler... Çatıları uçmaya başlayan ahşap evlerdeki çok gizli kalmasına özen gösterilen özel hayatlar... Akşamüstlerine dağılan hüzünler...

Biz de 1952’de Küçük Çamlıca’nın Kadıköy’e bakan eteklerinde yer alan Acıbadem'e taşındık. İlk kez denizden bu kadar uzaklaşıyorduk. Denizden 259 metre yükseklikteki Büyük Çamlıca Tepesinde değilsek de, gene de yükseklikten ve sert rüzgârdan başımız dönüyordu. Evimizin en yakın çevresinde o zaman yeni kurulmakta olan biraz çukurdaki Koşuyolu ile henüz açılmamış E-5 karayolu -eski Ankara asfaltı- vardı. Eğer o semtte, terk edilmiş koruların bahçelerin arasında, içinde bekçi ailelerin oturduğu on iki Osmanlı paşasının köşkü olmasa, kente çok yakın, bir o kadar da uzak olan bir ‘dağ başı’ denilebilirdi Acıbadem’e. Biz de zaten bu nedenle, adı konmamış kederler ve bir bakıma utançlar içindeydik.

Yıllar önce, değişik nedenlerle Kızıltoprak’ta ve Sultanahmet’te sahip oldukları her şey yandıktan, satılıp savıldıktan sonra, at arabalarıyla bir kiralık evden öbürüne durmadan taşınan ailem, son on yılda da altı ev değiştirmişti. Bunlardan biri de, Yeldeğirmeni’nden denize inen güzelim sokaklardan biri olan Recâizâde Sokağı’ndaki bir Rum eviydi. Odalarının ikonlarla süslü olduğunu anımsamıyorum kuşkusuz ama orada doğduğumu biliyorum.

İşte bu nedenle Acıbadem’deki iki dönümcük bir bahçenin içinde kaybolmuş iki buçuk katlı küçük tahta eve tam bir sığınma ve çaresizlik duyguları içinde canımızı atmıştık. Ne de olsa ev bizimdi. Durumlarıyla ilgili olarak, kimsede ne sevinecek ne de üzülecek bir hâl kalmıştı artık. Gene de gizli bir rahatsızlık, dile getirilemeyen bir tedirginlik hep yaşandı. Zaten yıllar sonra, evin apartmana dönüştüğü o uğursuz tarihte bile bu hoşnutsuzluk sürüyordu ki, dairelerin tümü de, daha alıcı gözüyle bakılmadan elden çıkarılıverdi. İstanbul usulü bir reddetmeydi bu.

İşte ben de bu nedenle, ev içlerinde yaşananlara hiç girmeyeceğim bu anlatıda. Akan toplumsal hayatın hızı, unutturuyor kendi özelimizi çoğu zaman. İyi ki de öyle yapıyor. Takılacağım rüzgârın peşine, kırlarda sokaklarda dolaşıp duracağım. Rastladığım herkese, anımsadığım her şeye bir ‘merhaba’ diyerek. İstanbul’u aramak ve anılarda bile olsa onu bulmak, ne de olsa yeniden kanatlanmak demek.

O yıllarda Acıbadem ıssız mı ıssız. Âsûde bir hayat yaşamak için en elverişli yer. Güneşli, rüzgârlı ve alabildiğine açık bir doğal çevresi var. Kadıköy’e bağlanan biricik caddesinden uzun burunlu bir otobüs geçiyor ara sıra. Çok sonra da dolmuş geçecek. Her yere eskiden olduğu gibi hâlâ yayan gidiliyor aslında. Bu, yüzyıllardır kanıksanan ve alışılagelmiş bir ulaşım biçimi.

Kente indiğinizi binaların serin gölgesinden, tramvayların çan çanından ve arabaların durmadan çaldıkları kornaların sesinden anlıyorsunuz. Kadıköy’den kalkan tramvaylar Üsküdar’a, Bağlarbaşı’na, Kısıklı'ya, Moda’ya, Bostancı’ya ve Fenerbahçe’ye ağır ağır gidip geliyorlar. Vapurlarda olduğu gibi tramvaylarda da dilenciler ve beyzadeler dâhil, o günlerin bütün tanınan yüzlerine rastlamak mümkün. Bizse sürgünüz Acıbadem’de. Büyük Çamlıca’dan gelip Küçük Çamlıca’da her yöne dağılan rüzgârı arkamıza alarak, ne kadar yürürsek o kadar özgür oluyoruz büyükannemle. Ve daha akşam olmadan kenti bırakıp dönüyoruz evimize. Aklımız hâlâ Kadıköy’deki sinemalarda, Yeldeğirmeni’ndeki sürmeli gözlü, neşeli hanımların kabul gününde... Belki de Söğütlüçeşme ve Azîziye hamamlarında.

Acıbadem’e taşındığımız yıl beni Çamlıca Kız Lisesinin orta birinci sınıfına yazdırdılar. Oysa benim gitmek istediğim okul başkaydı. Neyse. Bir arkadaş bulana kadar sabah kimselerin geçmediği Çamlıca’ya giden asfalt yoldan, yalnız başıma gidip geldim okuluma. Kışın kurtların indiğini duyunca ödüm koptu ama gene de beyaz karların arasında kaybolmayı göze aldım.

Zaten korkuyla tanışmam da o yıla rastlar. Okul binası da, bahçesi de çok büyük geldi bana. Ürktüm. Alışamadım eski debdebeli hayatların koşullarına. Okulun kimi bölümleri yasaklanmış öğrencilere. Öğrenci ablalar çok iri yapılı sanki. Öğretmenler hırçın ve yaşlı. Orta birinci sınıflar bodrum katında yer alıyor. Tavanları basık ve karanlık. Kimya laboratuarlarına alışamıyorum. Tabiat bilgisi dersinde iskeletlerden kaçıyorum açıkçası. En üst kattaki revire gitmemek içinse, hiç hasta olmamayı yeğliyorum.

Mermer merdivenler, camdan trabzanlar, avizeler hep bana yabancı geliyor. Oysa büyükannem gençliğinde o merdivenlerden çok çıkmış konuk olarak. Hatta uzun saç örgüsünün ucuna altın anahtar bağlanan bir hanımefendinin öyküsünü de ondan dinlemiştim. Çok eğlenceli olurmuş anahtarın merdivene çarpıp ezgiye benzer bir ses çıkarması.

Hicaz valisi Ahmet Ratıp Paşanın yaptırdığı 1903’te yaptırdığı köşk, 1915’te Maarif Nezareti tarafından satın alınmış, 1939’da ise bu kız okulunun lise sınıfları da açılmış sonra Çamlıca Kız Lisesi olarak kullanılmaya başlanmış. Bir yanda yüksek tavanlar, beyaz panjurlu pencereler, oymalı yüksek tahta kapılar, ulu ağaçlar... Bir yanda benim gibi korkak, baskı altında yetişmiş çocuklar. Yemekhanedeki yemek masaları çok uzun, çatallar kaşıklar kayık tabaklar, karavanalar çok büyük. Duvardaki fotoğrafların boyutları abartılı, aynı haritalar gibi. Bu hayatın bütün nesneleri bana birkaç numara büyük geliyor. Belki de çocuk gözüyle baktığım için her şey büyük gözüküyor gözüme, bilemiyorum.

Aslında yaşadığımız kent de bizler için biraz fazla büyük. O zamanlar farkına varamıyoruz tabii. Yitirilen görkem bir gün geri dönecek duygusu içinde bir şeyler bekliyor herkes herhalde. Belki de yaşanan hoşnutsuzluğun nedeni, eskiye ait her şeyin kaybolduğunun, dönüşsüz bir yola girildiğinin sezilmesinden. Çünkü hiçbir şey geri gelmiyor. Gelmediği gibi, farkında olmadan eksiliyoruz da.

Elimizde kalan ne varsa, - umutlar dâhil - çalınıyor, yanıyor, uçuyor. O büyük radyolarımızın hurdaya çıkışı gibi. Boşalıyor sandıkların içi. Çini sobalar dağılıveriyor bir gün. Mücevherler rehinde kalıyor. Bir gün nota defterleri, bir gün el yazması kitaplar, sayfalar hâlinde uçuşuyor dağılmış bahçelerde. Anlatmakla bitmez bu çözülmenin nedenleri ve sonuçları, bir romanda ele alınmadıkça. Bu arada ben de her zamanki gibi korktuğumla kalıyorum tabii. Belki de içimdeki korku, değişmekte olan İstanbul’un gürültüyle çatlayan kabuğundan kaynaklanıyordu.

Bu durumda en iyisi kentteki gelişmelere benim penceremden değil de, daha genel bir çerçeveden bakmak. İstanbul’un elli yıl önceki İstanbullulara sağladığı olanakları gözden geçirmek. Ülkemizde hep bir şans olarak kabul edilir İstanbul’da yaşamak. Öyledir de. İstanbul’a en yakın il ve ilçelerin durumu bile büyük farklılık gösterir, sunduğu yaşama olanakları açısından. Bu durumda kimsenin bir şikâyete hakkı yoktur ve olmamalıdır.

Ama İstanbul dışarıdan bakınca, zaman zaman özenilmiş, kıskanılmış, özlenilmiş ve bir o kadar da horlanıp aşağılanmış, içinde yaşayanlarla birlikte bir bakıma küçümsenmiş bir kenttir de. Hem taşı toprağı altındır, hem de kızları ‘İstanbul kızı’dır alt yanı. Kapalı çevrelerin güvenemediği bir kentli olma özrü vardır sanki İstanbullulukta. Oysa elli yıl öncesinde de bir tarım toplumuna yakışacak ölçüde her mahallede korunup kollanan sıkı bir yaşama töresi vardı kuşkusuz. Gelenekler, genel âdâp, taşradan görülemeyen pek çok değeri içerirdi. Ve İstanbul çok kısa bir sürede, bir elli yıl içinde metropolleşeyim derken, bu değerlerini elinden kaçırıverdi doğal olarak.

İstanbul’un çağdaş bir kent olabilmek için kazanmakta geciktiği özellikleri ise, çok daha başka alanlardadır. Alt yapısı çok geç oluşturulmuştur örneğin. Bir üst yapı kurumu olarak, din destek görüp cami sayısı hızla çoğalsa da, sanata özel bir yaklaşım geliştirilememiştir. Bugün bile özgün bir kültür sanat merkezinin yapımıyla Cumhuriyeti taçlandıramamıştır henüz.

Kentin 1950’lerdeki nüfusu bir milyonu geçmediği hâlde, yol, su, havagazı, elektrik, kanalizasyon, telefon hizmetlerinden her semt ve herkes yararlanamaz. Bilmem ayrıntıya inmeye gerek var mı? Zaten yollarda ne araç vardır ne de trafik sorunu. Sandallar hâlâ bir ulaşım aracı olarak kullanılır, aynı at arabalarının değişik türleri gibi. Daha çok yakın bir geçmişte trafik ışıklarını, taksimetreyi ve kuyruğa girmeyi öğrendik biz. Caddelerde atların, tramvayların ve insanların birlikte ilerlediği yıllar dün gibi aklımda.

Nasıl ki ben, büyükannemin İstanbul’da yaşadıklarını öğrendiğimde hep gülümsemişsem, benim anlattıklarıma da şimdi şaşıranlar çıkacaktır mutlaka. Genel olarak hayatın en güzel ve en rahatsız edici bir yanı da bu değişkenliğidir zaten.

Dönüşümü olumlu bir duruma getirebilmeyi, bilgi ve teknoloji çağında yaşanan devrimleri toplum yararına kullanma işini yöneticilere bırakıp, biz sokaklara çıkalım gene. Henüz Arnavut kaldırımı bile olmayan, düzeltilmiş topraktan yapılma, iki yanı böğürtlen çalılarıyla kaplı, karanlık, geceleri yanacak bir lambası olmayan sokaklara. Mucize odur ki, yolunu kesen bir yapı olmadığından her sokakta ayrı bir rüzgâr eser ve hepsinin kokusu birbirinden farklıdır. Belki de geldikleri diyarların özelliklerini taşırlar İstanbul’a. Posta güvercinleri gidecekleri kenti kokularına göre ayırt eder ve yönlerini hiç şaşırmazlarmış. Bugün bile bir posta güvercini kadar olmasa da İstanbul’un kokuları benim de ezberimde. Kokuları ve rüzgârları.



VII. Bölüm

Metropolleşen kentler, bütün ülkelerde çözülmesi gerekli sorunlarla doludur. Ama İstanbul gibi geç kalanlar, yetersiz metroları, düzensiz trafiği, plansız yerleşim alanları, cadde ve sokaklara tükürmeyi, izmarit atmayı doğal sayan kent insanlarıyla, bir yeryüzü cehennemi olmaya adaydırlar. Ve İstanbul’da yaşayanlar, kentin cennete benzetilen yanlarını, Boğaz’ını, Adalarını, minarelerini, gün batımlarını anarak, kendilerini sürekli avuturlar. Ben de onlardan biriyim işte. Ne yaptım? Belki de ömrümce rüzgâr alıp rüzgâr sattım kendimce. Havayı, boşluğu, imgeleri, renkleri kovaladım. Ama yazı bu, biraz ele avuca sığar konular bekler yazarından. Öyleyse biz de kırk yıl öncesinin Acıbademi'ne gene geri dönelim.

Bu kez bizim tahta ev bomboş kalmış olsun. Onu rüzgâra, yağmura, kara, yakıcı güneşe teslim etmiş ve bırakıvermişiz orta yerde yalnız başına. Bütün sevenleri ölerek, evlenerek, uzaklara giderek, bir yolunu bulup terk etmiş onu. Sırıkla desteklenmeye alışkın kambur ayva ağaçları, boyası dökülmüş sokak kapımız, kelebek zilimiz, nasıl dayanmıştı bu ayrılığa bilemiyorum.

Bahçede yeni yaptırılan tek katlı evde oturan teyzem de, eniştem ölünce ara sıra Fenerbahçe’ye gelip bizde kalıyordu. Fakat her gün bir hırsızlık olayıyla sarsılıyorduk. Teyzemin evinde antika eşya adına ne varsa çalındı. Tam on kez hırsız girdi evine. En sonunda olayı aydınlatmak için evde bir polis kaldıysa da, faydası olmadı. 70’li yılların başı. Halkın “anarşik olaylar” dediği karışıklıklar, üzücü olaylar her yanda var. Sonunda teyzem evini boşaltıp bize yakın bir yere taşınmak zorunda kaldı.

Bu arada içi eski eşyayla dolu olan ahşap ev de bir sorun kaynağıydı. Çünkü evi götüremediğimiz gibi, içindeki eşyaları da götüremiyorduk yanımızda. Eski eşyalar onun üniforması gibiydi. Birbirlerinden ayrılamazlardı. Yeni kaloriferli apartman dairelerine uygun değildi açıkçası. Çini sobalar, mangallar, yıpranmış eski taban halıları, çerçevelerinde tahtakurusu pislikleri olan dev aile resimleri, paslı pirinç avizeler... Olacak gibi değildi. Onlar zamanın evinde dinlenmeliydiler. Ama nasıl?

Ahşap eve de bekçilik yapacak bir aile bulduk. Kira vermeden oturacaklar, evi ve eşyaları bekleyeceklerdi. Kimi odaları kilitlemiştik. Bir yıl geçti geçmedi, eve gelen bir haber gene telaşlandırdı bizi. Bekçi aile evde yokken, hırsız girmiş, kilitli odaları, odanın içindeki kilitli gardropları açmış, el yazması eski harfli kitaplardan başka bir şey bulamayınca da hepsini paramparça edip yaprak yaprak bahçeye savurup kaçmıştı sözde.

Bu öykünün pek fazla bir inandırıcılığı yoktu, bekçileri tatlılıkla çıkardık evden. Ama bu arada dedemizin el yazmaları uçup gitmişti. Annemin her yeri üst üste kilitlemesi bu olaylara yol açmıştı herhalde. Meraklandırmıştı herkesi. Geride kalan evse, zaten kendiliğinden yarı yarıya boşalmıştı artık. Tavan arasındaki bana ait dergilerin, yazıların yerinde yeller esiyordu.

Bu hiç aklıma gelmeyen bir şeydi. İlk gençliğimle ilgili bilgilere, yazışmalara, hele ki konusu edebiyatsa, kimse dokunmaz sanıyordum. Onların soba tutuşturmada kullanılabileceğini hesaba katmamışım demek ki. Bu olaylardan sonra bahçedeki biri yaşlı ve ahşap, öbürü genç ve kagir olmak üzere iki boş ev bağırlarını rüzgâra açtılar ve zamana karşı aslanlar gibi direnmeye başladılar.

Ara sıra düşlerimize girince ertesi gün onları görmeye gidiyorduk. Ve her gidişimizde, bahçedeki dikenli tellerin, su saatinin, varillerin, kuyu kapağının, çinko yağmur oluklarının, balkon kaplamalarının, pencere demirlerinin çalındığını görüyorduk. Zaten fırtına, saçakları, kirpi kiremitleri uçuruyordu. Gün geldi, evlere uğrayamaz, bahçeye uzaktan bile bakamaz olduk.

O yıllarda ‘komando’ denilen bir siyasi grubun gençleri eve çoktan yerleşmişlerdi bile. Bıraktık olayları kendi hâline. Onlarla uğraşabilecek gücümüz yoktu kuşkusuz. Bir süre sonra çekip gittiklerinde ahşap evin ne kapısı kalmıştı artık, ne de penceresi. Kışın odun niyetine yakmışlardı herhâlde. Elektrik düğmeleri, muslukları bile sökülmüştü. Ev yan yatmış çöküyordu. İnildiyordu belki de. Bugün bile bu olayı anımsamak bir karabasan konusudur benim için.

Bu evden tez elden kurtulmamız gerekiyordu. Mahallenin ortasından koskoca Ankara asfaltı geçeli yıllar olmuştu ama değişen bir şey yoktu. İstimlâk edilen küçük ve şirin bakkal dükkânının yokluğundan başka. Acıbadem’de inşaat olayı bir türlü başlayamıyordu. Çamlıca ve etekleri SİT alanı sayıldığından bahçelerin ancak dörtte birine o da üç katlı olmak koşuluyla apartman yapılabiliyordu. Bu kârsız işe de hiçbir müteahhit yanaşmıyordu tabii.

Kadıköy yakasında Moda’dan Fenerbahçe’ye, Bostancıya kadar her yer yeni inşaatlarla kaplanmıştı, Acıbadem’se ağaçların arasına gömülmüş uyuyordu. 80’li yılların başına gelindiğinde başladı Acıbademin yıldızı caddelerden başlayarak yavaş yavaş parlamaya. İmar durumu mu değişti? Değişmedi ama yaşa bağlı ölümler arttı, bir kuşak İstanbullu istemeyerek de olsa terk etti bulunduğu yeri ve genç kuşakların sabırsızlığı arttı.

Kentin artan nüfusu da artık gelip Acıbademin kapısına dayanmıştı. Katlar henüz ucuzdu. Hem şehre yakındı, hem lisesi üniversitesi bile vardı. İçinde hemşerilik ilişkilerinin de yaşatılabildiği alçak gönüllü inşaatlar arttıkça, çekiç sesleri bizim sokağa kadar dayandı. Bahçesine siteler sığabilecek durumda olan büyük konakların varisleri ise 90'lara kadar düşüneceklerdi daha.

Ben günün birinde bahçemize bitişik olan ve yaklaşık otuz yıldır sahibini tanımadığımız boş arsada yaşlı bir beye rastladım. Rastlantıya bakın ki benim yıllar önceki Medeni Hukuk hocamdı kendisi. On yıl önce yatırım için aldığı bu arsanın hiç para etmediğini ve inşaatçıya satacağını söylüyordu. Öyle de yaptı.

Bunu duyan teyzelerim komşudaki bu kıpırdanmayı ciddiye aldılar ve gide gele müteahhitle tanışıp bizim yıkıntıların da iyi bir pazarlamasını yaptılar herhalde. Yanımıza yapılan ilk apartmanın, saraylı hanımın arkamızda yapılan siteleri gibi bize zararsız olmadığı hemen anlaşıldı. Doğrudan doğruya, en sevgili komşumuz Müveddet Hanım'ın tarladan sonra başlayan bahçesini ve beyaz köşkünü perdeliyordu. O beyaz köşk ki, fıstık çamları ve mimozalar arasında gizlenmiş bir masal evi gibiydi. Biz orada yaşamasak da onun varlığını bilmek bile yeterdi insana.

Evimiz yıkılsa da beyaz köşkün ayakta olduğunu, sahiplerinin yaşadığını, orada pek bir şeyin değişmediğini düşünmek acılarımızı azaltıyordu. Ama işte ilk karaçalı çekilmişti orta yere. Görüş dengemiz bozulmuştu. Yanımızda bu çirkin apartman yükselmişken, ilerde olanaklar elverirse, bahçeye yeni bir ev yapıp kullanmamız güçleşecekti. Nitekim daha taşındıkları yıl, apartmandaki bütün çocuklar ve büyükler bir anda bizim bahçede günlerini geçirir olmuşlardı. Aynı müteahhide bahçeyi vermemiz de o yıla rastlar zaten.

Müteahhidimiz, yeni açılan TEM yolunun üzerindeki ormanlık alandan iki yüz dönümcük traşlamış ve kendine çiftlik yapmıştı. Çocuklarının bütün keklikleri vurduğunu söyleyerek övünüyordu. Çevreye bir de cami yaptırıp, bahçesine babasını gömünce, bir Karadenizlinin İstanbul’da kök salma eylemi epey yol almış sayılabilirdi.

İnşaat süresince yaşadıklarımız ise, herkesin tahmin edebileceği can sıkıcı bir öyküdür. Sonuçta bir yapboz parçaları gibi bütün apartmanlar boş olan her bahçeye, her arsaya gelip yerleşmiştir. Toprak oyulup çıkan kaynak suları kurutularak, eğim nedeniyle kat kazanılmış, Acıbadem’in her yerinde apartmanlar en az altı katlı oluvermişlerdir. Zemindeki dükkânlara kamyonlar rahat yanaşsın diye de bahçelere baştan başa beton dökmekte kimse bir sakınca görmemiştir. Katları satın alan kırsal kesim insanları ise, topraklarından henüz yeni koptuklarından daha yeşile ihtiyaç duymuyorlardı herhâlde.

Apartman bitince teyzem saraylı hanımın tarafına bakan arka daireyi seçti kendine. Apartmanın ön yüzünden Haydarpaşa Garı, Marmara Denizi ve Koşuyolu’na kadar inen bahçeler görünse de, karşı sağ yanında siyah sıradağlar gibi, Karacaahmet’in gölgeli selvileri uzanıyordu. Hiç sevmezdi o görüntüyü. Bir ilkbahar günü Karacaahmet’e gömülürken, mezarlıktaki bütün baharlar açmıştı ve serçeler şarkı söylemekteydiler. Ortam hiç de onun düşündüğü kadar ürkütücü değildi aslında.

Şimdi yolda yürürken önünden geçtiğimiz her apartmana baksak, onun da insanlar gibi bir hayatının olabileceği aklımıza gelir mi acaba? Hepsi genç sayılır bu yapıların. Bir anı defteri tutmaya dahi hiç zamanları olmamıştır.

Bugün Acıbadem Gümeç Sokağı’ndan geçenler, bir bahçenin karşısından başlayan ve Koşuyolu’na kadar inen vadinin üzerinde yapılan sitenin bir camiyle birlikte otuz yıl önce kurulduğunu nerden bilebilirler? Sokağın en üst başına çekilmiş üç katlı yayvan yeşil köşk ve aşağıya doğru sıralanan müştemilatları, uçsuz bucaksız bahçesi, birçok havuzuyla birlikte ilk sahibinden belki gözyaşları içinde ayrılmış, 1950’lerin başında Güneydoğulu bir celep ve et müteahhidi tarafından satın alınmıştı.

Eşi, aile büyükleri ve çocuklarıyla birlikte İstanbul’a ilk kez yerleşiyordu. Evin yaşlıları yaz günleri bahçede kış için durmadan tandır ekmeği pişirirlerdi. Genellikle askeriyeye et sattığı söylenen bu kişi, ara sıra iri parçalara bölünmüş sığır etlerini, sokağa da yığıp bekletebiliyordu nedense. Ve mahalledeki karasinek nüfusunda bir patlama yaşanıyordu. Sonra bir gece yarısı o toza toprağa bulanmış etler götürülürdü. Aynı kişinin zamanla Kadıköy’ün çok önemli mülklerini de satın aldığını öğrendik.

Bana akran sayılabilecek kimi çocuklarıyla arkadaşlık ederdim. Çoğunun yüzünde birer şark çıbanı izi bulunurdu. Köşk bahçesinin önemli bir bölümüne sebze ekilemediği için yaz ortasında kuru tarlaya dönerdi. Ve ben orada, biçilmiş kuru otların arasında çekirge toplar, bir kavanoza koyardım. Neydi çekirgeyle alıp veremediğim bilmiyorum. Onun sıçramasına mı özeniyordum acaba? Ne zevk veriyordu bana bir çekirgeyi engellemek? Güneş altında komşu bahçenin dikenlerle çalılarla dolu sonsuzluğuna dalmak, saman sarılarında kaybolmak gibi bir şeydi bu. Eve döner dönmez çekirgeleri salıverir, daha dengeli bir hayata dönüş yapardım.

Kızıltoprak’ta okuduğum Zühtü Paşa İlkokulunun bahçesindeki Acem dutlarını sağlam saplarından koparmak için yaz aylarında uzun bir uğraş verdiğimde bütün giysilerimin boyandığı gibi, burada da bacaklarım yara bere içinde kalıyordu işte. Ama her bahçeden bir anı devşirmek benim işimmiş. Odalarda geçen tek bir günüm olmadı çocukluğumda. Ben o yıllarda kar tatili verildiğini de anımsamıyorum hiç. Bahçe olmazsa, salıncak kurulmazsa, sandalla denize açılmak gibi bir olay da vardı hayatımızda. Çocuklar hep açık havada büyürdü. Zaten ahşap evin içine kışın bile her yerden hava girerdi. Yalıtım diye bir şey söz konusu değildi. Ve çocukların açık havadan başka bir lüksü de yoktu, doğruyu söylemek gerekirse.

Bu arada Müveddet Hanım’ın evinden de söz açmalıyım. Anılmazsa belki hatırı kalır. Ben onun kabul günü için bir kez limonata yapmıştım emaye kovanın içinde. O hasta yatıyordu çünkü ayağına tığ batmıştı. Yıllarca anlatmıştı bu yardımımı. Hiç çocuğu yoktu ama mutluydu. Döküm ustası kocasını çok severdi. Karı koca Tatar’dılar. Bu nedenle adı Hüseyin olan kocasına “Üseyin” derdi. Üseyin de onu Tatarca bir sözcükle çağınrdı. İleri yaştaki iki insanın birbirini bu kadar sevmesi az görülmüştür.

Yaz gecelerinde sokağa yakın düşen fıstık çamlarının altındaki tahta kerevette otururlardı. Daha doğrusu Hüseyin Bey, Müveddet Hanım’ın dizlerine yatardı. Yoldan hiç kimse geçmezdi ama onlar hep biri geçiyormuşçasına yola bakarak usul usul konuşurlar, ay ışığı vurmuş boş sokağı seyrederlerdi. Sokağa bakmanın bir gelen geçen olmasa da evde oturmaktan daha eğlenceli olduğu kesindi.

Kış gelince birkaç komşu toplaşıp geceleri pişti oynardık onların evinde. Müveddet Hanım’ın evi, içine girmeye kıyılamayacak kadar temizdi. Her gün, her yeri bıkmadan temizlerdi. O evin temizliği hem insana huzur verir, hem de tedirgin ederdi. Acaba bir yeri kirletiyor muyum duygusu kaplardı içinizi.

Kış geceleri pişti oynamaya gittiğimizde arka taraftaki mutfak kapısından girerdik içeriye. Raflarda dizili parlak tencereler insanın gözünü alırdı. Yazın gündüz saatlerinde gidersek, mermer merdivenle çıkılan büyük beyaz ön kapıdan girerdik eve. Bizi çok geniş bir sofa karşılardı. Sofaya bakan bütün odaların kapısı her zaman ardına kadar açık tutulurdu. En küçük bir dağınıklığı olmayan, tertemiz, işlemeli örtülerle dantelle perdelerle süslü bu odalar sanki gözlerini açmış, bir misafir beklerlerdi.

Üst katta yatak odaları vardı, onlar da hazırdı misafirler için. Müveddet Hanım kendilerinin çatı katında yattıklarını söylerdi. Zaten günlerini, bir kapısı da mutfağa açılan, sedirlerle çevrili oturma odasında geçirirlerdi. Müveddet Hanım her gün temizlediği hâlde, köşkün bütün odalarını kirletmemek için, kendilerine dar bir yaşama alanı ayırmışlardı.

O evde beni en çok sofadaki, yukarı çıkan merdivenin altına doğru kuyruğunu uzatmış, sıkışmış gibi duran bozuk piyano ilgilendirirdi. Hâlâ korunan piyano iskemlesine hemen oturur, tuşlara dokunurdum. Gülünç sesler çıkardı, kırık göçmüş tuşlardan. Müveddet Hanım o piyanoyu köşkle birlikte satın aldıklarını söylerdi. Bu çok sık rastlanan bir olaydı İstanbul’da. Bilinen nedenlerle evini satılığa çıkaranların gözü hiçbir şeyi görmezdi. Kuyruklu piyano gibi yer kaplayan, artık bir çalanı da bulunmayan müzik aletlerini, bir evcil hayvanı sokağa bırakırcasına terk ederlerdi. Ve bir daha da akıllarına bile gelmezdi. Benim unutmadığıma bakmayın Müveddet Hanım’ın piyanosunu. Piyano çalmayı çok isteyip de çalamadığımdandır bu.

Hüseyin Bey her akşam eve eli kolu dolu gelen erkeklerdendi. Karısına çarşıdan bir ekmek bile aldırtmazdı. Müveddet Hanım saçlarının yarısını açık bırakacak şekilde başını bağlardı. Yazın yarım kollu giysiler giyer, çorapsız sokağa çıkmazdı. Denize hiç girmemişti ömründe. O dönem için kapalı kadın sayılırdı. Kış geceleri pişti oynarken politik konuşmaları hep Hüseyin Bey yapar, o “Üseyin bilir” derdi yalnızca.

Hüseyin Bey tatil günlerinde hiç oturmaz, bahçede çalışır, boynuna ter mendili bağlayıp, getirdiği cürufları eleklerle eler, yıkar, içinde sarı pirinç gibi onun mesleği için gerekli maddeleri arardı. Gül ve meyve fidanlarını da aşılamaya çok meraklıydı. Onların bahçesindeki kadar baygın kokusu derinlerden gelen kayısı güllerine ben hiçbir yerde rastlamadım bir daha. Arka bahçede altında oturulan çardağa sarılmış asmalarda, çok değişik türde üzümler yetiştirirdi,

Bahçenin her yanı bakımlıydı. Yalnızca pabuçlar kirlenmesin diye, gerekli yerlere daracık betonlar dökülmüştü. Hüseyin Bey orucunu hiç aksatmaz, yaşlı komiser bey amcayı, büyük annemi ve benim gibi gençleri toplar, teravih namazına giderken öncülük ederdi.

Komiser bey, uzun yıllar Şam’da yapmıştı memuriyetini. Karısı Râife Hanım’a sık sık “Kızdırmayın, giderim yallah Şam’a!” derdi. Onların evi Müveddet Hanım’ın bahçesinin öbür yanına bitişikti. Her yanı sarmaşıklarla kaplanmış, tek katlı bir tahta evdi. Komiser bey amca, altmış yaşındaki evlatlığı Meryem ablanın evlenmesine sonunda razı gelmiş, o da görücü usulüyle seksen yaşındaki bir emekli hâkimle, Müveddet Hanımın biraz önce anlattığım geniş misafir odalarında yapılan bir düğünle dünya evine girmişti. Ve Hüseyin Beyin taş plakları çalınmıştı ilk kez.

Bahçeden bahçeye geçerek ulaştığımız, bir elin parmaklarını aşmayacak sayıdaki eski komşularımızı bir vesileyle anmak bile yüreğimi acıtıyor bazen. Bunun öyle çok nedeni var ki. 90’lı yıllara yaklaşırken, bahçesinin en dip köşesindeki büyük incir ağacına Hüseyin Beyin kendini astığını, Müveddet Hanımınsa evi hemen inşaata verdiğini duyduk uzaktan uzağa. Sonraları bahçenin ön tarafındaki iki fıstık çamının hiç olmazsa kesilmemiş olduğunu görünce duyduğumuz mutluluk enikonu buruktu tabii. Bir daha ne Gümeç Sokak’tan, ne Esat Paşa Sokağı’ndan ne de Acıbadem’in yakınlarından geçtim.

Ve hepimiz, nice acılardan sonra evini müteahhide verme işinden hevesimizi de, dersimizi de almıştık. Ne yazık ki, bu kabahati bir daha işlememe olanağını bize tanıyacak bir ikinci İstanbul yoktu elimizde.

MELİSA GÜRPINAR
Çamlıca'dan Yeldeğirmeni'ne Rüzgârın Peşinde

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI