İstanbul gibi bir kent söz konusu olunca, onun
dünü, binlerce yıllık bir tarih hâzinesi olarak, bizi dehlizlerine çeker götürür kuşkusuz. Böylesine eski bir kent olup da , bugün bir ören yerine dünüşmemiş olmasının tarihsel ve siyasal nedenlerinin yanı sıra, kara ve deniz ticaret yollarının üzerinde önemli bir ekonomik başkent rolü oynadığını da unutmamalıyız. Ama, küçük bir yazının içinde, İstanbul’un
dününü anımsamak isterken, ancak bir elli yıl kadar geriye gidebileceğimi düşündüm. Anılar henüz belleğimde diri ve canlı oldukları için.
Ayrıca, ne sevgi, ne karalama, ne özlem, ne de yakınma barındırmayan, soğukkanlılıkla
bir araya getirilmiş bu anıları, kuru bir
çiçek demetini sessizce Sarayburnu’ndan
çırpıntılı sulara bırakırcasına yazıya dökmek, her zaman saygı görevini yerine
getirmiş insanların iç huzurunu yaratıyor
bende. Aynı biçimde, İstanbul’un geleceğini düşünmek, hatta düşler kurmak da,
ufuk açıyor bana.
İstanbul bugün için, hangi kıtanın ve hangi ülkenin bir kenti olduğunu belli etmeyecek kadar kişiliksiz bir görünüm sergiliyor. Minareler dışta tutulursa. Geçtiğimiz yıllarda, “İstanbullu kim?” diye bir soru atılmıştı ortaya.
Daha kentleşmenin sürdüğü göz önüne
alınırsa, İstanbullu denilebilecek kentli
insan tipinin de ancak gelecekte ortaya
çıkabileceğine inanıyorum ben.
Bu bağlamda düşünüldüğünde, ben
de İstanbullu değilim daha. Ailemin kaç
kuşaktır bu kentte yaşıyor olması, eğer
bu kente özgü ve de evrensel bir değerler birikimi bırakamamışsa bende, demek ben de bir yolcuymuşum; geldim, göçtüm ve gidiyorum işte. İşin en acı yanı da bu. İstanbul’un sahibi yok. Herkesin yabancı olması bir yana, henüz kentli olmanın ne anlama geldiğini bilen de yok içimizde. Aşiret kafasıyla gelip kente yayılıp, Allah’ın tarlası, denizi, ormanı diyerek yerleşen ve her yeri talan edenlerin, yıllardır demokrasi, özgürlük ve oy
kaygısı adına baştacı edildiği bir devlet
düzeninde, planlı bir yerleşme ve yapılaşmanın, kentleşmenin izlerine elbette
rastlanılamaz.
Bu yeni göçerler, büyük kentlerden sağladıklarının bedelini oyları ile kolaycacık ödediler zaten. Daha başka talanları gerçekleştirmeleri için, başkalarına da yetki verdiler sanki. Kendilerine sunulan hizmetler gene de yetersiz kaldı, ve kırsal kesim desteksizlikten, ülkeyi de besleyemez duruma düştü sonunda.
Şimdi bu durumda, çocukluğumda bindiğim, kırmızı tenteli kırmızı yazlık tramvaya çok fazla özlem duymaya bir gerek var mı? Tramvay olsa, gidecek plaj yok, plaj olsa girecek deniz yok.
Deniz olsa, balık yok filan diye de uzatılabilir bu hüzünlü tekerleme. Yani ülkenin kalkınma ve aynı zamanda birçok alandaki sendeleme sorunları ne ise, tümü de, kentlere ve köylere aynen yansıyor birleşik kaplar örneği. Medya belli bir özgürlükle her gerçeği yansıtsa
ve herkes her şeyi bilse de günümüzde,
çözüm üretilemiyor nedense. Birilerinin
bu çarpıklıktan kopardığı pay, çok fazla
her halde.
Bütün bu olumsuzlukların yaşandığı
kentte, her vatandaş gibi, değişik nedenlerle de olsa, ben de gerginleşiyorum ve
umutsuzluğa düşüyorum zaman zaman.
Benim çocukluğumu geçirdiğim kentin,
biraz olsun benzerini, kendi çocuğuma
bir dekor parçası olacak kadar bile bırakamadığım için, hayıflanıyorum doğrusu. Küller altında kalmadıysa da, İstanbul’un taşı toprağı, dünyanın en çirkin
malzemesi olan betonla kaplandı ki, asla
oynatılamaz bir daha yerinden.
İşte tam bu noktada, sanatçıların da
bazı şeyler yapması gerektiğini düşünüp, seksenli yılların başında elimden
geldiğince şiir öykü ve oyunlarda, İstanbul konusunu incelemeye çalışmıştım. Sonraları, İstanbul’un gerçekten uçup gittiği herkesin dikkatini çekti ve kente arka çıkan aydınlar, sanatçılar, bilim insanları çok önemli çalışmalar yaptılar. Ve ilgileri, emekleriyle, bu konuyu
güncel ve ayakta tuttular.
Belleksiz bir toplumun, yetersiz bilgi ve belgeleriyle, İstanbul’un geçmişi yeniden gündeme geliyor ve meraklısına bir şeyler anlatılıyor mutlaka. Keşke, günümüzün teknolojik olanaklanyla, İstanbul’un bugünü,
bugünkü çirkinliği de belgelense. Zaten
İstanbul, sosyal ekonomik ve kültürel
sorunlarla, her an patlamaya hazır varoşların ortasında, bilinçsizce yaşanan
bir enflasyon ve tüketim çılgınlığı, bunun sonucundaki toplumsal çalkantılarıyla, bu iletişim çağında, dünyanın belleğine bir geri kalmış ülke kenti görüntüleriyle yerleşti bile.
İstanbul’un son elli yıldır yaşadığı
hızlı değişimlerin ve gelişmenin sonucunda, ne yazık ki, bir metropol değil, büyük bir köy durumuna geldiği, herkesin ağzında. Şu var ki, bence değişen bir şey olmadı aslında. Elli yıl önce, İstanbul’un insanları, bir ölçüde kentli niteliği taşısa da, kırsal alanlarının çokluğu ve
altyapı eksikliğiyle, gene bir köydü. Şimdi de, yapılar araçlar ve caddeler var iyi kötü, bu kez de kentte yaşayan insan malzemesinin tümü köylü.
Ellili yıllara gelirken, İstanbul, dışa açılan yollarının azlığı nedeniyle, kentin içindeki çiftlikleri, mandraları, bağları, bostanları, meyve
bahçeleri, hatta buğday tarlalarıyla, kendini besleyen, kendine yeten kapalı bir
sistemdi adeta. Yağmur suyunu sarnıcına
biriktirir, çiçeğini bahçesinden toplardı.
En küçük bahçede bile kümes hayvanları beslenirdi. Herkes, bir kiralık kayıkla
bile olsa çıkabilirdi balığını tutmaya; soyunduğu yerde girebilirdi denize. Uçsuz
bucaksız, sahipsiz bir tatil beldesiydi
sanki. Bir kent olmanın daha çok uzağındaydı.
Elli yıl öncesinde, gene ülkenin en
büyük kenti olmasına karşın, İstanbul’un
şimdi kulağa hoş gelen eksilerini şöyle
bir sayalım isterseniz. Belki onu daha az
özler, beklentilerimizi yarına çeviririz, o
zaman da yaptığımız gibi.
Peki gençler yakıştıramazlar şimdi
ama, İstanbul, dünyanın en karanlık
kentlerinden biriydi. Bugün de fazla aydınlık sayılmaz. Asfalt yol, hemen hemen hiç yoktu. Hele trafik işaretleri, bir kavram olarak bile yer almıyordu kafamızda. Beyaz kollukİu trafik polisleri, silindir biçimi noktalarının içinde korkuluk gibi durarak, kentin belirli birkaç
kavşağında, abartılı el kol hareketleriyle
araçlara yol verirlerdi. Dolmuş yoktu.
Hele minübüs hiç yoktu. Taksimetre olmadığından, taksilere korkarak ve pazarlıkla binilir, genellikle ücret yüzünden
kavga edilmeden inilmezdi.
Ellili yıllara gelirken, tramvay birinci mevki altı kuruş, ikinci mevki dört kuruştu. Simit de,
beş kuruş. Gene de insanların büyük bir
çoğunluğu, eski bir alışkanlıkla, her yere
yürüyerek gitmeyi yeğlerdi. Kentin merkezindeki en önemli ilkokullara öğrenci
servisi yapılırdı. Tabii üstü kapalı at arabasıyla. Su da at arabasıyla satılırdı, çöpçü de ayda yılda bir, at arabasıyla uğrardı kapımıza. Kuşkusuz sokaktan geçen
satıcıların çoğu da, sütçüler, sebzeciler,
bir eşekten yararlanırlardı.
Caddelerde, birkaç battal otomobil, çınçınlı tramvay, fayton ve at arabaları yan yana giderler, aralarında insanlar da korkusuzca dolaşır, karşıdan karşıya geçebilirlerdi. Zaman zaman hindi sürüleri, koyun sürüleri, başıboş atlar ve sayısız köpek de inerdi caddeye. Bütün sokaklar arnavutkaldırımı değildi tabii, çoğu halkın bahçelerinden vererek zorla açtırdığı, toprak bir yol, ya da geçitti. Mahalle aralarında kaldırım pek kullanılmazdı. Hatta kimi yolların iki yanında yol alan öbek öbek çalıların, böğürtlenlerin arasında yılanlar yaşar, yaz günlerinde yolun ortasında yatarlardı boylu boyunca. Kaldı ki her evin temelinde bir yılan yaşadığının söylentisi de yaygındı epeyce. Odaların duvarlarında akrep, kırkayak ve çıyan dolaşır, kaçamayanlar bir terlikle ezilirdi alt
yanı. Kışın, yüksek ve rüzgârlı yerlerde, kar metrelerce birikir, ortasında açılan
bir koridordan gidip gelinirdi. Kar olmasa bile, çamur yüzünden evlerden caddeye kadar çıkabilmek için ayrı bir papuç kullanılırdı genellikle.
Gelelim iletişime. Mektup önemini
yitirmemişti daha. Kent içinde bile mektuplaştırdı ama ne yazık ki mektup belli bir sürede ulaşamazdı insanların eline. Evlere her sabah, ekmek gazete gelmesi gibi bir alışkanlık yoktu. Gazeteyi her gün işe giden erkekler alırdı daha çok vapur iskelelerinde. Ve akşam dönüşte getirirlerdi eve. Gazete okunmasa
bile ambalaj kâğıdı olarak kullanılırdı
halk ve esnaf tarafından. Kesekâğıtları
da gazetedendi kuşkusuz. Ekmekse,
okkalık denilen büyük ölçülerde yapıldığından ve kara köy ekmeği gibi kolayca bayatlamadığından, ancak bitince
fırından alınırdı. Zaten merkezi mahallelerde bir fırın ve bir eczane hep olurdu. Bankalar daha da merkezdeydi. Sıradan insanın yolu düşmezdi pek bankaya. Faiz de olmadığından, birikimler kumbaraya yapılmışsa, uğranılırdı ancak bankaya ayda yılda bir. Radyo da
yoktu her evde kuşkusuz. Küçük bir
azınlık gramafon dinlerdi.
Ut çalıp şarkı söyleyebilen Osmanlı
kadını da artık sahneden çekildiğinden,
köşkler sessizdi. Kimilerinde akordu bozuk piyanolar, öbür eşyalarla birlikte satılmakta epey geç kaldıklarını anlamışçasına, köşelerinde büzülmüş, sonlarını
beklerlerdi. Hele telefon hiç yok sayılırdı
nüfusa göre. Bir dilekçe verip, telefon
almayı düşünenler yıllarca bir yanıt beklerlerdi, evet ya da hayır diye. Bir yıl,
beş yıl, on yıl, on beş yıl... Beyaz eşya
deyimi de kullanılmıyordu kuşkusuz.
Ancak yeni zengin evlerinde battal bir
Amerikan buzdolabı bulunurdu.
Çamaşır, bulaşık bakır leğenlerde, taslarda yıkanırdı. Su, kuyulardan, çeşmelerden kovalar, gaz tenekeleriyle taşınırdı evlerin büyük bir çoğunluğunda. Deterjan olmadığından, sabun, soda, çivit ile kaynatılırdı çamaşırlar kazanlarda. Hatta giysiler ve yünler bile, eskiyince toz boyalarla kaynar suyun içinde boyanır, yenilenirlerdi. Terkos suyu her evde yoktu, ellili yılların başında. Mahalleli, kendi
arasında para toplar, uzun yazışmalar ve
uğraşlar sonunda, sokağına kadar suyu
getirtir ve sonra gene kendi olanaklarıyla
evine çekerdi.
Elektrik ve havagazı da böyleydi. Kullanmak isteyen, altyapı masrafına katılırdı. Yerinden yönetim yoktu. Devlet, yoksul ve gururlu bir baba gibi, hep uzak dururdu vatandaştan.
Bir sokağa bir elektrik direği diktirebilmek için, onlarca kez sabırla dilekçe vermek gerekirdi ve yıllarca beklemek tabii. Kalorifer, Avrupa yakasındaki apartmanlarda kullanılırdı daha çok. Ama bir rivayet idi, halkın düşlerinde bile yer almamıştı daha. Genelde herkes
sobayla ısınırdı. Bir kok kömürü tahsisi
alabilmek, ev almak kadar zordu. Önce
bir sıra numarası alınır, kömürün parası
yatar, sonra da belirtilen günde kömürün mutlaka alınması gerekirdi. Kantarın
başında bulunmak da, nedense zorunluydu.
Bu işlemler sırasında, Gazhane’de
her yıl bir arbede yaşanırdı. Çünkü kuyruğa girmek gibi bir alışkanlığımız olmadığından, herkes her yerde birbirinin üstüne yığılarak sırasını elde etmeye çalışırdı.
Neyse. O günlerde, sıcak bir yaz
günü, at arabasıyla kok kömürünü kapısının önüne yığabilene, şanslı gözüyle
bakılırdı. Hele yanına bir de kuru odun
almışsa. Tutuşturmalık çalı çırpı ise, zaten her bahçede ve sokaklarda doluydu.
Bu işin kışa kalması ise, erkeklerin içkici, kadınların dul ve hasta olması hallerinde, ıslak odunlar ve ısıtmayan, tüten linyit kömürleriyle, bir kış boyu boğuşmak demekti. Mangal çarpması da, o yıllarda çok yaşanan bir ev kazasıydı. Şükür ki bütan gaz daha hayatımıza girmemişti, şofben zehirlenmesi bilinmiyordu.
Sonbaharda, sokaktan elinde çalı süpürgesiyle geçen bacacılara, bacalar temizletilirdi mutlaka. Evin eski sobası ve boruları, yaldızla boyanırdı. Taşmasın diye,
bahçedeki lağım çukuru, gene sokaktan
geçen lağımcıya boşalttırılırdı. Hallaç gelir bahçede şiltelerin pamuklarını atardı.
Zeytinyağcı güğümleriyle her mevsim
uğrar, o acı zeytinyağını mutlaka bırakırdı. Parasını da başka bir zamanda gelip
alırdı kuşkusuz. Çünkü evlerde her zaman para bulunmazdı.
Kış yaklaşırken, hamurla pencereler kâğıtlanır, kapılara kilimler asılırdı. Yatak odaları her zaman çok soğuktu, battaniyelerin tüyleri her
gece buz tutardı insanın üstünde. Ya
dam akması? Ben damı akmayan ev olabileceğini düşünemiyorum, elli yıl öncesinin İstanbul’unda. Kış hazırlıkları yapılırken, eğer masraf olmasın diye dam aktarılmamışsa, sıkıntı daha da artardı.
Farelerin ayak seslerini dinlemek de bir sıkıntıydı aslında. Onlar da, ahşap evlerin
bir bireyiydi sanki. Sobanın arkasında
uyuklayan ve bıyıklarını oynatarak tıkırtıları dinleyen kedi, nasıl da sevecen
davranırdı onlara. Kedilerin görevi, yatağına kızgın tuğla almaya üşenmiş yaşlı
kadınları ısıtmaktı geceleri. Her bahçede
sansar dolaşır, uyurken tavukları boğazlarlardı genellikle. Üstümüze kırmızı bir
giysi bile giydirmezlerdi, çaylak kapar
diye yarı şaka bir tedirginlikle.
Kente her yönden kurt da inerdi kış gelince. Ya
bahçesinde ceylan besleyen köşk bekçisine ne demeli. Biz, ay ışığının altında, karlı bir gecede heykel gibi duran uysal hayvanı seyre çıkardık ailece. Yaz gelince de, örneğin Acıbadem’de hasat zamanları düvene binerdik buğday tarlalarında.
Kentin içi de, dışı kadar yeşildi.
Zaten her yer, ya koruluk, ya çayır, ya
bostan ya mezarlıktı. Yan yana ve iç içe
yaşardı ölülerle diriler. O para kıtlığında hanımlar, bahçedeki kuruyan otları, gene sokaktan geçen orakçıyı çağırıp kestirir, satarlardı daha doğrusu. Harçlık çıkarmak için, gizlice dutları, ısrarla her
bahçeye gelen dutçulara satıvermek de
bir çözümdü, eskiciye boş şişeleri satmak gibi.
İnsanlar, sebzelerini iyi kötü bahçelerinde yetiştirseler de, bostanlardan alışveriş etmeyi severlerdi. Hele çocuklar için, bostan kuyusundan su çekerken bağlı gözleriyle sessizce dönen yaşlı atları seyretmek, bayram yerine gitmek kadar eğlendirici olurdu. Market,
süper market gibi sözcükler de yoktu
dilimizde henüz, pek çok yabancı sözcük gibi. Bakkal ve veresiye defteri, işte insanların en önemli takanağı buydu. Bakkallar gaz sattıklarından, alınan her şey gaz kokardı. Mutfaklarda gaz ocağı kullanmak varılan en ileri aşamaydı. Gene de ilkbaharda ve yazın kalkan balığı ve patlıcan kızartmak için herkes yakardı maltızını eski bir alışkanlıkla.
Bakkalların, gece kepenklerini indirip
içeride Urfa yağına patates kattıkları
söylenirdi, Nohut, fasulye ve mercimek
de çok taşlı olurdu nedense. Margarin
yağları da bilinmezdi o yıllarda. Koyun
etinden başka et yemek pek hoş karşılanmazdı. Kuşkusuz lahmacun ve kebapla tanışmak için, altmışlı yılların gelmesi beklenecekti. Sandviç ve tost da
yoktu. En büyük lüks francala ekmeğini
alabilmekti. Hamburger ve Cola da yoktu tabii hayatımızda, ketçap, mayonez,
krema, cips, gofret vs de. Pastalar tek
tek tane ile satılırdı, turta bilinmezdi.
Çünkü doğum günleri de kutlanmazdı
o yıllarda halk arasında yaygın olarak.
Giysiler kumaş olarak alınır, ya evde dikilir ya terziye verilirdi. Gündelikçi terzi
çağırmak da kârlı bir yöntemdi evlere.
Hiçbir yerde, trençkottan başka hazır
giyim bulunmazdı kolayına. Ona bakarsanız, naylon giysi, çorap, çamaşır da
yoktu. Plastiği zaten hiç tanımamıştık.
Ev eşyaları toprak ve camdandı daha
çok. Yemekler tel dolaplarda korunurdu kara sineklerden, bütün haşereler,
filit makinesiyle DDT sıkılarak öldürülürdü. Uyurken tahtakuruları tarafından
ısırılmak, doğal bir olaydı. Bazı geceler,
sırtında çuvalıyla hırsızlar dolaşırdı bahçemizde bazı geceler de düdüğünü öttürerek, bekçi baba. Ama ikisi de, anlaşmalıymış gibi, hiç rastlaşmazlardı birbirlerine.
Hanımlar kabul günlerinde, ahlakın
bozulduğundan söz açarlardı hep. Kalaycıların hile yaptığından yakındırdı da, savaş yıllarının şeker, demir krallarından saygıyla söz edilirdi. Ölçüler değişmekteydi yavaş yavaş demek ki.
Bir gün bir Japon turist gemisi yanaşmıştı Galata rıhtımına. Olay olmuştu İstanbul’da. Çünkü gemi halkın ziyaretine açıktı ve içinde televizyon vardı. Sanayileşmek, hele elektroniğe geçmek kimsenin aklında yoktu. Örneğin o yıllarda, İstanbul Boğazı’nın üstüne köprüler kurulabileceğini kim düşünürdü? Mutluluğun, bir kat ve bir arabaya kilitlenebileceğine kimin inanası gelirdi. Herkesin evini satmak için can attığı bir dönemde.
Denizin kirlenebileceğine de, kimse gözleriyle görmeden inanmayacaktı. Kulaktan dolma özdeyişlerle yaşıyorduk. Kültür tüketmezdik, aynı kâğıt ve protein tüketmekte de geri kaldığımız gibi. Adam başına düşen, ne kitabın ne de tuvalet kâğıdının hesaplanması söz konusuydu. Ne köpek maması, ne muz, ne
çizme, ne çocuk bezi, ne şampuan.
Yerli ve ithal, üretilmiş pek bir mal yoktu ortada, daha Çin Seddi gibi yüksekti gümrük duvarları da. Okullarda her yıl Yerli Malı Haftası düzenlenir, tutumlu olmamız öğütlenirdi. Ülkemiz incir, üzüm satar, onca yoksullukta parasının değerini, her şeyini yitirmiş bir mirasyedi gururuyla, korumaya çalışırdı hiç olmazsa.
Ama sonra, bağış Amerikan peynirleri, süttozları girdi hayatımıza. Damak zevkimiz
değişmese de kolayına, oradan buradan
satılan Amerikan askerlerinin giysilerini
satın almak, bir moda oldu. Kore’den
dönen askerlerimizin getirdiği üç sıra inci bile, kimileri için bir değerdi.
O yıllarda İstanbul’da yaşayanların
yaşam düzeyleri, Batı’nın büyük kentlerinde yaşayanlarınkinden elbette daha
geri olacaktı. Ve İstanbul bu anlatılan
durumuyla bile, Anadolu için, bir düşler
ve umutlar kentiydi. Ama İstanbul’u iki
arada sıkıştıran, yaşayanları boğan, yoksulluk ve çöküş olduğu kadar, solunan
geleneksel baskıcı havaydı da. Soğuk savaşın etkisiyle, aydınlar ayrı baskıda, kadınlar hâlâ eski yasakların etkisi altındaydılar. Kolayına işe giremezler, yalnız bir yere gidemezler, korku ve çekingenlik içinde yaşarlardı.
İstanbul kızı diye, Anadolu’da dillenen, Cumhuriyet kızları kadar, Doğu ve Batı arasında bocalayan, acı çeken, sır saklayan, gururu, utancı ve bağlılığı yüzünden, verem olan, çıldıran, yalnızlığa gömülen, sonuçta yenik
düşen bir başka kuşak yoktur herhalde
sosyal yapılanmamızda yer alan. Aşk yüzünden ölen genç erkekler de, ancak
romanlara yakışıyorlardı zaten.
Bugünün insanı da değişti kuşkusuz. Her bakımdan. Artık insan ömrü daha uzun, trafik kazalarını saymazsak, çocuk ölümleri daha az kentlerde. Çünkü ellili yıllara gelirken antibiyotik de yoktu ortada. Herkes Gripin içerdi hastalandığında. Hemen eve çağrılan saygıdeğer yaşlı aile doktorları da, bayılana da aynı iğneyi yapmak zorundaydılar, kalp krizi geçirene de. Çelik tencere daha bilinmediğinden, herkes her
zaman zehirlenirdi, kalayı çıkan bakır
tencereden.
Sokaklar ve tarlalar, çukurlarla, kör kuyularla doluydu, insanlar ve hayvanlar kolayca düşerlerdi içine. Sağlığa olduğu kadar süslenmeye de pek fazla bir para harcanmazdı. Kadınlar yaşadıkları onca lüks, debdebeden
sonra, sandıkta kalanlarla yetinmeye
alışmışlardı artık. Eski şapkalarını, şapkacıya ütületirlerdi. Evde yapma çiçek
yaparlardı, yakalarına takmak için. Saç
boyası da yoktu tabii o yıllarda. Saçlar,
kına ile, rastık ile boyanırdı, kaşlar ve
kirpikler bile. Papatya suyuyla taranan
saçlara, bitotu sürülürdü adeta bir törenle, sonra kızgın maşayla ya da kâğıt
parçalarıyla kıvrılırdı evde. Yaralara sakız merhemi sürülür, tansiyon için zeytin yaprağı suyu içilirdi bol bol.
Pahalı parfümler yoktu kuşkusuz, ama bir kokuya hep gereksinim duyulurdu. Yaşlılar
altın damlası sürer, gençler leylak ve
zambak kolonyaları taşırlardı çantalarında. Çocuklar için ne türlü türlü masal kitabı vardı, ne de oyuncak. Kurşunkalem bile üretemeyen bir ülkede, bir kalemi uç takarak sonuna kadar kullanmaya çalışırlardı. Çünkü tüketmek değil, tüketmemek bir marifetti o yıllarda. Papuçlara
kaç pençe yaptırılır, çoraplar yumurtada
basırla yamanır, ipek çoraplar, çorapçıda
çektirilirdi. Gece gündüz nakış işlerdi kadınlar. O bir sabır sınavıydı. İşlenen çeyizlerin, her zaman kullanıldığı da söylenemezdi.
Erkekler, fötr şapkalı başlarını
yana eğer, kimseye selam vermemek
için, sanki hep yere bakarak yürürlerdi.
Çok zayıftı İstanbulluların birbirine ilgisi.
Kendi kentlerinde yaşadıklarından, bir
hemşerilik duygusu da gelişmemişti aralarında. Birbirlerine arka çıkmak için bir
gerekçeleri yoktu açıkçası. Daha çok
kente yeni gelenlere bir dayanışma vermeyi erdem saymışlardı. Bunun dışında, eskilerden kalma köhne bir hiyerarşi sürüp gittiğinden, aileden başlayarak, mahallede, kentte, herkes ancak kendi düzeyindekine muhatap olabilirdi, o da canı isterse.
Akrabalar da kopuk yaşardı birbirinden. Evet komşuluk vardı ama, bütün sıcaklığı ve doğallığıyla kenar mahallelerde yaşanırdı daha çok. Soylu denebilecek sınıf, belki de yitirdiklerini birbirine göstermemek için, en yakınlarını bile bayramdan bayrama yoklarlardı şöyle bir. Zaten büyük aileler dağıldıktan ve
konaklardan çıkıldıktan sonra, herkes
kaybetti birbirinin izini İstanbul’da. İnsanlar ailelerinin mezarlarını bile kaybetmişlerdi. Mezarlıkta durmadan taşlar, kameriyeler çalınır, bir gün bir de bakarsınız, antik parselde yatan ninenizin üstüne, bir başkası gelivermiş, hem de tonlarca mermerle birlikte.
Şimdi çocuklarımıza soruyorum, iyi
miydi böyle bir kentte yaşamak diye.
Eğer bahçelerini, güllerini, bülbüllerini
anlatsaydım olanca şiirselliğiyle, belki
kafanız karışabilir, eski İstanbul’u siz de
beğenebilirdiniz. Çok değil, elli yıl öncesinin İstanbul’unu. Yüz yıl öncesinin, çocukların sokakta kesilmiş insan başlarıyla
top niyetine oynadığı bir İstanbul’u ise,
başka kaynaklardan arayacaksınız artık.
Bence en gerçekçi yaklaşım, bugünün İstanbul’unu sevmek ve yarının
İstanbul’unu artık bir doğa ve tarih
kenti değil de, kültür kenti yapmak
için çabalamaktır. İstanbul gelecek kuşakları karşılamak için hazırlanmalıdır
bugünden. Şimdi içinde yaşayanlar,
acı tatlı, bu kentten yeterince balını aldı nasıl olsa.
MELİSA GÜRPINAR
İstanbul Dergisi, Ocak 1998, S. 103-107

ŞİİRLERİ