SALKIMSÖĞÜTLERİN GÖLGESİNDE

Değince sırtlarına poyrazın soluğu, eğiliyor söğüt dalları toprağa. Ve doğruluyorlar sonra hep birlikte kahkahalarla, göklere uzanırcasına. Ağaç ile rüzgârın aşkını anlatan binlerce yaprağın fısıltısı, yansıtırken ruhuma yemyeşil bir ânın yalnızlığını, uyan ey kadın diyorum kendime, uyan. Çok ötelerde kaldı derinlikli denizlerin senin. Soyundu renklerinden, silik bir çizgiye dönüştü, ufuktaki görkemli güneşin. Gizli bir vadiye düştü de yolun sanki, evin oldu gölgelerin gölgesi. Bak derinden derine çalmakta mutluluk çanların şimdi.

Cam çubukların birbirine her değişinde, incecik bir su sesi yayılmışçasına çevreme, doğa saydamlaşıyor gözlerimin önünde. Sanırsınız bahar gelmiş, erimiş karlar olmayan bir ülkede de, evine koşan bir çocuk gibi sevinçle akıp duruyor dereler, bilinmezliğe. Pervaneler gibi çırpınıp düşüyor tozlu anılar birer birer, kâğıt fenerlerin içine.

Ah, rüzgârın koynunda usulca çalan çan! Yazıya çağırmakta belki de beni her an. Yazı ki, kara bir büyüdür beni hayata bağlayan. Hayatla aramız bozan da odur gene. Çiy damlasını yazsam, sabah güceniyor. Dikeni yazsam, ağlıyor kiraz çiçeği. Kanı yazsam kan oluyorum. Çimenlere uzaktan baksam, otların kokusuyla eriyor gövdem. Bir vapur düşlüyorum bazen, bacası sığmıyor satırlara. Gözlerimdeki nem, damlıyor hep sayfalara. Sahipsiz imgelerin gezindiği o derin beyazlığa damlıyor art arda. Görünmez oluyor elimdeki kalem. Acaba ben miyim, durmadan yolunu yitiren, sis düdükleri öten uzak bir limanda?

Bir kıvılcımı yazsam, kızıl bir aydınlığa bürünüyor akşam. İşte savaş alanları, iskeletler, top arabaları, krallar ve hayaletler... Dünyaya açılan penceresinden yazının, uçup gidiyorlar alevden kanatlarıyla ve dönüyorlar geriye. Belli ki, onlar da korunuyorlar yazının küllerinde. Ekmeği yazsam, tohumu atan çiftçinin ellerindeki umut oluyorum. İlk insandan beri özenle korunan bir umut. Aylara, yıllara yeni bir ad taksam, yüreğime saplanıyor nedense, paslı bir bıçak gibi zaman! Neyleyim, ben de yıldızlara bakıyorum, kurtulmak için acılardan.

Biliyorum sevgilim, biliyorum. Hiçbir şey daha masum değildir suskunluktan. Eğer kör bir tapınak şarkıcısı olsaydım, ay ışığı ile yıkanan ruhum, aldırmazdı elbette eteklerime sıçrayan çamurlara. Belki de gelirdim kapına kadar, sevginin taşlarına basa basa.

Gel gör ki, mevsimleri bir hastalık olarak geçiren şairin, kaldırılır yatağının çevresindeki yırtık paravan bir gün ansızın. Giydirilir eski papuçlar. Hafif bir baş dönmesiyle, o da gider, tek dostu olan sözcüklere doğru yalpalayarak. Yüzündeki gülümseme, her vurgunun arkasından gelen bir iyileşme değil ise nedir? Şair de pembe pijamalı bir çocuk gibi, inanmaz çünkü ölüme kolay kolay. Dinler rüzgârın ezgisini, sonsuzluğun sesi sanarak, salkımsöğütlerin gölgesinde kendi kendine.

Şiirin evi, küçük, derme çatma, bahçeli. Sanki bir kentin ortasında yalnız ve ayrıksı kalmış da, bekliyor gibi onu yıkacak eli.

Evin taşı tuğlası, sözcükler. Bunu herkes bilir. Temeli, iğreti bir akıl. Harcı ise, ölümden. Sızdırmaz dünyayı içeri. Yüreği sıcak tutar ısıtır. Ya kapısı? Özgürlük. Penceresi, anılardır. En solgun resimler yansır ötelerden.

Ah bu küçük gizemli ev! içinde bir sokak çocuğu mu barınır, yoksa yoksul bir bilge mi, dışından bakınca hiç belli değildir. Ne kapısı açılır kolayına, ne penceresi. Yalnızca düşler tüter bacasından, en uzun gecesinde karakışın sabaha kadar. Yağmurun şarkısını, çatıda uyuklayan aşk dinler. Zaten aşk ve gözyaşı, bu evde hep saklıdırlar. Güneş de uğrar ara sıra, eşiğe ilişir. Fırtınaya haber verir usulca yüzündeki bulutlar.

Şiirin evi bahçelidir dedim ya, işte o bakımsız bahçe, hayattır. Orta yerde kör kuyusu, çiçeği, otu ısırganıyla, oyalar bedeni, yorar hırpalar.

Eksilmez çevreden elbet insanlar. Kimse kimseyi tanıyamadan telaşla geçerler, kendi masalsı yollarından. Ayaküstü, sorarım hatırlarını. Kimi gün, öyle bir dalarım ki konuşmaya, onlarla uzaktan uzağa, eve dönmeyi unutacak kadar. Akşam olunca, girilmelidir çünkü odalara. Bıçak kara ekmeğe saplanmalı, mumlar yakılmalıdır. Umudun ışığıyla bir işaret verircesine yıldızlara.

Şiirin evinde geceleyen, kimsesiz ve bin yaşında bir yabancı bulunsa da her zaman, duvarda çoğalan büyüyen gölgeler, hangi şairleri anımsatır acaba?

Herkes kendi sesine binip kaçtı da, bir ben mi kaldım dersiniz, en eski yüzünü arayan, bu terk edilmiş kuytularda?



Söz, şiire dönüşürken, bir çocuk kâkülü gibi kısacık mı kesilmelidir ille de? Hayır! Şiir, annem gibi uzun uzun seslenmelidir uykusunda, olmayan sevgiliye.

Durgun, derin soluklu, içine kapanık olmalı, belki de bütün gün uzanmalıdır koltuğunda. Bir sanduka kadar heybetli ve düşünceler kadar ağır olan çantası da, durmalı ayakucunda. Ama, kendini ölümsüz sanan ve her sabah bir umut çiçeği açan yüreciği, hiç durmadan kıpırdamalıdır yün yeleğinin altında.

Perde inmiş gözlerinde oynaşan bin bir hayal ve beyaz dudaklarından dökülen kırık dökük anılar, kimselerin okuyamadığı eski yazı bir defterden saçılmalı ortaya, sonsuzluğu çağrıştıran yaz bahçelerinde uçuşurken kopuk sayfalar, kör bir yılanın çevikliğiyle kamışların arasından akıp gitmeli gizlice yıllar. İncir ağacının dibinde kum falı bakan dilsiz köle ise, bir yanılsama olarak görünmeli ara sıra, fotoğrafın arabında.

Şiir de annem gibi, mevsimi kuş seslerinden; aşkı, saklı bir mendilden; tüm hayatını, gülden sormalıdır bana kalırsa. Ve hiç çıkmamalıdır yaldızlı çerçevesinden dışarıya. Aklı, yürüyen bulutlara ve oyuncak atına takılıysa, ne yapsın şiir sokaklarda? Eh bir de yolu düşerse kalabalık alanlara, eski dostların çoğuna rastlamalı, aynı annemin yaptığı gibi durup hatırlarını sormalı, adresler almalı. Sevinçten al al olmalı yanakları ki, anlaşılmasın yoksulluğu yalnızlığı.

Aslında, hep çocuk kalmalı şiir. Avuçlarında ezik bir şeker, yanaklarında tozlu yaşlar ve yüzündeki mahzun gülümsemeyle, pencereden bakan öksüz bir çocuk olarak kalmalı. Korkmalı gök gürültüsünden, tabancadan, kara örümcek ile perili köşkten. Dili peltek, çorabı düşük, tekir kedisi kaçmış olmalı evden. Eğilip denize dokunmalı, düşlerinde yol alan köpüklü bir yelkenliden.

Ölecekse de şiir, yaşlanmadan ölmeli. Yaşı belirsiz olmalı, aynı annem gibi. Hiçbir ayna kırığına basmadan daha, tutunup rüzgârın ipine, limon kabuğu kokan camdan bir dünyaya kayıvermeli. Kış odasına geçercesine tüylü terlikleriyle sessizce. Eğer sonunda, ölecekse şiir de, buz tutmuş çığlığı yükselirken göklere, gecenin kanı sürülmemeli saçlarına boş yere.



Ben derim ki, bir şiirde dört mevsimin rüzgârı da solunmalı. Ömür takviminin bütün yaprakları, ölümü yaklaşmış bir hastanın yorganı gibi, belli belirsiz kıpırdanmalı insanın üstünde. Yaz ile kış, sevgi ile nefret gibi, durmadan karşılaşmalı şiirde. Ve bu karşıtlıklar, bir beşik salıncağının gizemli dengesiyle, taşımalı hayatı yarınların ötesine.

Yerçekimi de olmalı bir şiirde, Güneş tutulması da. Ay da buluta dolanmalı, şimşek de çakmalı. Kum fırtınasının içinden geçen bir kervan gibi, dil dayanıklı olmalı. Gitmeli gidebildiği yere kadar. Sürmeli şiirin izini. Hem de coşkuyla, çocukluğun ıssız tarlalarında özgürce koşarcasına.

Birbirine düğümlenmiş günleri, hiç koparmadan ve unutmadan, yağmurlu sabahlardan, durgun ikindilerden kalan kırılmaları. Ben derim ki, şair, gözleriyle tırmanmalı acının burçlarına. Yüreğinin önünde ve ardında, sönmüş yanardağlar, kurumuş denizler, iskeletler uçuşmalı. Her harf bir çığlık olmalı gerektiğinde, her dize, kanlı bir kılıç.

Ve akşam olunca, insansız bir gezegenin sessizliğiyle, büyülü bir örtü gibi örtmeli şiirinin üstünü şair.

Ben de sizin gibi tek bir kişi değilim aslında. Kim bilir kaç kadın barınır bu bedende, ıssız bir koyda kışı geçiren tekneler gibi yan yana.

Birbirinden habersiz, sevdalanırlar hayata. Ölüme özenirler, aşka koşarlar bakmadan artlarına.

Biri hâlâ çocuktur, seksek oynar ağrıyan ayaklarıyla. Biri şiir yazar binlerce yıldır. Yazar siler durmadan, ürkek bir öğrenci gibi zamanın tahtasına. Öbürü duldur. İskambil falı açar. Aksilik bu ya, şaşı papaz başını yana döner, karşılara bakar gece boyunca. Bir başkası, korkar, utanır, ağlar. Saçları dağılır, çorapları düşer.

Aldatılır ve unutulur bu kadınlar kolayca. Biri soyluysa, biri keman çalar sokakta. Biri şişmandır, düşlere dalar koltuğunda. Öbürü, kanatlı bir karınca gibi uçarak yürür kumsalda.

En aptal olanı, gülerek uyanan ve en delisi içimdeki kadınların, İstanbullu olanıdır mutlaka.

Ben de çoğu kadın gibi, ağır çekilmiş bir hayatın içinde rol almaktayım yıllardan beri. Dünyanın doğusuna gittikçe, hayat çarkı yavaşlar sanki. Kimileri için çok zor döner, kimileri içinse, dururcasına çok kolay. Bir ömrü, oturduğu koltukta gizli gizli ağlayarak tamamlayan kadınlar, ancak, göz çukurlarına dolan toprakla barışıktırlar. (.....)

MELİSA GÜRPINAR
Salkımsöğütlerin Gölgesinde, S. 7-13

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI