FİKİR VE TEFEKKÜR ŞAİRİ NÂBÎ

Klasik Türk edebiyatının zirve isimlerinden olan Nâbî Urfa doğumludur. O da birçok şair gibi taşrada kendini yetiştirerek, devrin ilim ve sanat merkezi olan İstanbul’da üne kavuşmuştur. Nâbî gibi âlim bir şairin Urfa’da yetişmesi, asrın kültür hayatı bakımından önemli bir özelliktir. Bu durum, sâdece İstanbul, Edirne, Bursa gibi önemli kültür merkezlerinde değil, Anadolu’nun diğer şehirlerinde de ciddi bir ilim ve kültür hayatının var olduğunu göstermektedir.

Şiir vadisinde kendisinden önce yürüyen ve çağdaşlarından farklı bir yol takip ederek “ekol” olma başarısını gösteren Nâbî ‘nin özelliği, “hikemî şiir” diye bilinen, fikir ve tefekkürün ön planda olduğu şiir anlayışının edebiyatınızdaki öncüsü ve en büyük temsilcisi olmasıdır. Onun, sosyal ve ahlâkî konuları işleyerek, içinde yaşanan devrin ve muhitin kusurlarını, haksızlıklarını, sorumsuz davranışlarını eleştirmesi çağına nispetle bir yenilik olarak görülmüştür.

Nâbî‘nin hikmet ve fikir yolunda örnek aldığı şair, kendine yakın bir çağda yaşamış olan İran şairi Saib-i Tebrizi’dir. Ancak Nâbî, Saib’in ne fikirlerinde ne de üslûbunda bir taklitçi değildir. Sâdece onun öğretici ve toplumcu şiir tarzını seçmiştir. Ayrıca kendisinden önce yaşayan Necatî, Bâkî, Fuzûlî, Hayâlî, Nef’î, Nâilî gibi şairlerden farklı bir tarz ve şiir anlayışı ile bu usta şairlerin arasına adını yazdırmasını bilmiştir. Daha yaşadığı dönemde bile İmparatorluğun her yerine şöhreti ulaşan şair, başta pâdişahlar olmak üzere her tabakadan insanın takdirini kazanmış; dindar, temiz ve faziletli bir insan olması sebebiyle de saygı ile anılmış, kendisine bir ermiş gözüyle bakılmıştır.

Nâbî için makbul olan şiir, hikmetten kaynaklanan şiirdir. Bu anlayış içinde söylediği şiirlerinin pek çok beyit ve mısraları âdeta birer atasözü kimliğine bürünmüştür. Şiirde güzeli aramaktan çok iyi ve doğruyu bulmak amacıyla şiir söyleyen Nâbî ‘nin sanat anlayışı diğer şairlerden farklıdır. Nâbî ‘nin mizacı, kendisine gelinceye kadar oldukça bâkir kalmış denebilecek olan fikir ve hikmete daha müsait olduğu için olmalıdır ki, şiirlerinde genellikle olaylara ibret gözü ile bakış, bir nevi nasihate yöneliş, olup bitenleri kendine göre değerlendirme hâkimdir.

İyi ve güzel yazmaktan çok, bol yazmak ve değişik mevzular üzerinde söz söylemek düşüncesindedir. Üslûbunda çoğu zaman bir sanatkâr itinası bulunmayışı, böyle çok söylemek ve çeşitli söylemenin bir neticesidir. Bununla birlikte Nâbî de büyük bir ifade kabiliyeti, dile hakim olmanın verdiği açık bir söyleyiş ve yer yer gizli bir lirizm olduğu da görülmektedir.

Nâbî’nin “hakimane” söyleyişi bütün eserlerinde kendini göstermekle birlikte, oğlu Ebulhayr Mehmed için yazdığı Hayriyye isimli eseri, baştan sona didaktik bir eser olma özelliği taşır. Şair, oğlunun şahsında dönemin gençlerine de öğüt verir. Ayrıca, şairin değişik alanlardaki görüşlerini yansıtması, devrin tarihi ve toplumsal olaylarını göz önüne sererek, yanlışları eleştirmesi bakımından da önemlidir. Onun hakimane söyleyişi sâdece Hayriyye’sinde değil gazellerinin büyük bir çoğunluğunda da kendini göstermektedir.

Şairin yaşadığı dönem gereği, şiirde böyle bir tarzı seçtiğini söylemek yanlış bir tespit olmaz kanaatindeyiz. Onu hikmete, fikre, az da olsa tasavvufa meylettiren, zamanın sosyal nizamının bozukluğu, insanların paraya pula düşkünlüğünün sebep olduğu ahlâk kusurları nedeniyle muhitin ruhlara sıkıntı veren güven eksikliği, ölümle noktalanacak hayatın ötesinde var olan ebedî yaşamanın mutlu hayalleri, günlük olaylar yüzünden sevinmenin de üzülmenin de akıllıca bir davranış olmayacağı hususundaki engin tecrübesidir.

İnsan, her ne kadar kendinden kurtulmak, iç âleminden uzaklaşmak yahut meydana gelen her türlü değişme ve çalkanmadan korunmak istese de bu mümkün değildir. Bu insan bir de şair ise, etrafında olup bitenlere duyarsız kalması imkânsızdır. Gizli veya açık olsun, meydana getirdiği eserlerde devrin özellikleri mutlaka görülecektir.

Klasik Türk edebiyatı çerçevesinde eser vermiş şairlerin de, her ne kadar değişen olaylar karşısında değişmeyen iç dünyalarından ve hayata bakışlarından söz edilse de bunun gerçekle bir ilgisinin olmadığını, bu edebiyatı hakkıyla kavrayanlar ve onda derinleşenler anlayacaklardır. Bu edebiyatın siyasi, sosyal, kültürel hatta ekonomik değişmeler ve gelişmelerle oldukça yakın ilgisi vardır. Bu ilgi kimi zaman sanatın gizliliği içinde, kimi zaman da açık bir şekilde kendini göstermiştir.

Nâbî, Osmanlı Devletinin altı padişahının ( I. İbrahim, IV. Mehmed, II. Süleyman, II. Ahmed, II. Mustafa, III. Ahmed ) dönemlerini idrak etmiş bir şairdir. IV. Murad’ın vefatından sonra geçen üççeyrek asırlık zamanın görünüşü bir hayli üzücü ve ibret verici manzaralarla doludur. İki valide sultanın (Kösem ve Turhan) devlet idaresine karışarak türlü entrikalara sebep olmaları ve etraflarındakileri ya kendilerine bağlayarak yahut onların tesiri altında kalarak hareket etmeleri ve devleti beceriksizce yönetmeye kalkışmaları kargaşaya yol açmıştır.

Ayrıca yeniçerilerin baş kaldırışları, taşrada Celâlî isyanları, devlet ricaline çöken kıtlık, İstanbul’da meydana gelen ayaklanmalar bu hazin tablonun bir başka yönden görünüşü olmuştur. Bütün bunların yanında savaşlar ve alınan sonuçlar ülkeden huzuru büsbütün kaldırmıştır. Düzenin ve güvenin yıkılmaya doğru gittiği bir dönemde bireyde ve toplumda da istenmeyen çözülmeler, buhranlar kendini gösterecektir. Böyle bir ortamda şaire düşen de yaşanılanları fotoğraflamak ve okuyucunun nazarına sunmak olacaktır.

Nâbî, çağının huzursuzluk ve kararsızlıklarını, hükümet yönetiminden başlayarak çeşitli meslek erbabı arasında yaygınlaşan zulüm, hile, yalan, rüşvet, mala mülke aşırı rağbet, riyakârlık, her işte menfaate bağlılık gibi kötü huyların toplumu kemirmesi karşısında, fikir ve hikmetin etkili olacağını düşünmüştür. Bütün bu yanlışları gözler önüne sererek, tenkid ederek, olumsuzlukların bir an önce ortadan kalkması için çareler aramıştır.

Nâbî bir fikir ve tefekkür şairidir. Toplumcu, ahlâkçı ve dolayısıyla mütefekkirdir. Şiirlerinde şahsi duygularına ve gönül arzularına pek az yer vermiştir. Bazı şiirlerinde az da olsa görülen aşk motifleri, sâdece klasik Türk şiirinin gidişatı icâbıdır.

Nâbî bir duygu şairi olmaktan çok fikir adamıdır. Hislendirmeden çok öğreticiliğe yatkındır. Küçük olaylara ve günlük dedikodulara karışmayan şair, toplumu ilgilendiren önemli olaylar karşısında pasif ve ilgisiz kişilerden değildir. Düşündüklerini çekinmeden söyleyen, çağının bozuk ahlâk ve gidişini makul öğütlerle düzeltmeye çalışan bir insandır. Ezelî ve beşerî doğrulara dayanarak kötülükleri, düşkünlükleri, mevki ve iktidar hırslarını, tamahkârlığı ısrarlı bir şekilde eleştirmiştir.

Olayları eleştirirken insanların zaaflarına, devrin bozuk düzenine, samimiyetsizliklere, aşırı ihtiraslarla gölgelenmiş isteklere, kibir ve azamet içinde hamakatlerini teşhirden çekinmeyenlere, daha nice kusurla dolu zenginlere, idare adamlarına dokunmaktan kendini alamaz. Ancak Nâbî, bu insanlara hiçbir zaman kötü gözle bakmaz. Şair; bu ahlâkı bozuk kitleye, hasta cemiyete, bir hekim gözüyle bakar, onları tedavi etmek ister.

Yaptığı eleştiriler kırıcı, yıkıcı değil, yapıcıdır. Bunun için, günahkâr, hatalı, cahil insanları, hikmet ve nasihatle Allah’ın yoluna çağırır. Düşünmeye sevk eder. Cemiyetin saadeti için ferdi ahlâka çok önem verir. Bilhassa fitne ve fesada sebep olacak davranışlardan, kötülüklerden etrafını kurtarmaya çalışır. Bu anlayış içinde toplumun ve ferdin yarası üzerine bir hekim gibi eğilir, yaranın tedavisi için çözüm yolları önerir, reçeteler sunar.

Kâinata, hep hikmet gözüyle bakan Nâbî ‘ye göre, her şeyin başı Allah’ı bilmek ve bizzat Hâlık’ımızı tanımaktır. Onu tanıdıktan sonra her müşkül halledilecektir. Bütün noksanlar Onu bilmemekten kaynaklanmaktadır. Bunun içindir ki, şiirlerini derin bir inanç ve tefekkürle terennüm etmiş, okuyucuyu da aynı şekilde bu tefekkür dünyasına çekmek istemiştir. Sözün en yalın, etkili olanını söylemeyi kendine amaç edinmiştir.

Sözde darbü’l-mesel îrâdına söz yok amma
Söz odur âleme senden kala bir darb-ı mesel

Onun sanat anlayışı bütünüyle bu beyite sığmış gibidir. Zihinlerde kalacak olan ve bir iz bırakacak olan mânâsı derin olan sözdür. Nâbî de bu ilke doğrultusunda, söylediği her beyitini bir kuyumcu titizliği ile işlemiş, söz ipliğine öylece dizmiştir. Yaşadığı olayların ve baktığı nesnelerin görünmeyen, bilinmeyen yönlerini kavramaya çalışarak, bir şair duyarlığı ile hissettiklerini ve tecrübelerini vazıh bir şeklide aktarmasını bilmiştir.

Türk edebiyatının zirve isimlerinden olan ve şeyhü’ş-şuara diye tanınan Nâbî ‘nin açtığı bu okulda kendisinden sonra da birçok takipçisi olmuştur. Anadolu’da derin mânâlı söz söyleyenlere “Nâbî gibi söylüyor” denmesi de açık bir şekilde göstermektedir ki, Nâbî yaşadığı çağda olduğu gibi daha sonraki dönemlerde de unutulmamıştır.

Onun, klasik Türk şiirine bir yenilik olarak getirdiği ve “hikemî” tarzda söylediği şiirlerden seçtiğimiz örnekler, şiir anlayışını, fikir ve tefekkür dünyasını anlamamıza yardımcı olacaktır.

Bu âlem bir kitâb-ı hikmet endûz-ı hakâyıkdur
Me’âlin her kim istihrâc ederse âferîn bâdâ

(Bu âlem, hakikatlerin hikmetini toplamış bir kitaptır. Onun muamma gibi gizlenmiş manasını, kim bulup çıkarırsa âferinler olsun.)

Aceb vaz’ eylemiş bu kâr-gâh-ı hikmet-âmîz’i
Ki kem-ter sun’unu derk eyleyince pîr olur Bernâ

(O, Allah Hikmetle karışık bu iş yerini öyle şaşılacak bir şekilde tanzim etmiştir ki, en ufak bir san’atının mânâsını anlayıncaya kadar bir genç ihtiyar olur.)

Sehâb-ı rahmet-i Hak gevher-efşân olmasa yek-çend
Olurdu halk-ı âlem kâse-gerd-i dest-i istiska

(Hakk’ın rahmet bulutu, bir müddet inci saçmasaydı, âlem halkı su isteme elinin kâsesini döndürür dolaştırır, su dilenciliğine çıkardı.)

Muhtâc-ı rızk-ı Hâlık iken ser-be-ser cihân
Mahlûkdan niyâz mezellet değül müdür

(Baştan başa cihân, Yaratıcının rızkına muhtaç iken [ondan istemek gerekirken], yaratılmışlardan yalvararak istemek, alçalma değil midir?)

Etsün vücûd nushasın evvel mütâla’a
Esrâr-ı hikmet’e taleb-i ıttılâ’ eden

(Hikmet sırları için bilgi isteyen kimse, önce kendi varlığının sırlarını okusun)

Dürr-i ma’nîden olan gûş-i kabûlü mesdûd
Anlamaz eylesen îrâd cihânun meselin

(Dünyanın mesellerini [doğru ve güzel sözlerini] söylesen, kabul etmez kulağı mânâ incilerine kapalı olan kimse, yine de anlamaz.)

Ser-â-pâ çeşm-i ibretden geçirdim nusha-i dehri
İçinde ma’ni-i ârâma dair bir ibret yok

(Dünya kitabını baştan sona ibret gözü ile okudum. İçinde huzur ve istirahat mânâsını ifade eden bir ibâreye rastlamadım.)

Ma’lum iken encâm-ı cihân ömr-i azizi
Tazyi’-i heves-kârî-i câh etmeye değmez

(Cihânın sonu belli iken, kıymetli ömrü mevki heveskârlığı ile zayi etmeye değmez.)

Künc-i ferâğın anlamayanlar safâsını
Devlet komuşlar adını gavga-yi âlemin

(Feragat köşesinin safasını idrak edemeyenler, bu dünya kavgasının adını devlet koymuşlar.)

Bu denlü ni’met-i ma’lûme mechûleden sonra
Eder takdirden bast-ı şikâyet etmez istihyâ

(Bu derece bilinen ve bilinmeyen nimetten sonra, insanların çoğu utanmaz da kaderden şikayet eder.)

Bir pül gibidir bu köhne menzil
Cisr üzre yapar mı hâne âkil

(Bu eski konak yeri bir köprü gibidir. Akıllı bir kimse hiç köprü üzerinde ev yapar mı)

Adldür asl-i nizam-i âlem
Adlsüz saltanat olmaz muhkem

(Dünya düzeninin temeli adalettir. Adaletsiz saltanat, hükümet sağlam olmaz.)

La’net ol devlete kim ola gıda
Eşk-i çeşm-i fukarâ subh u mesâ

(Sabah akşam fakirlerin göz yaşının gıda olduğu o devlete, zenginliğe lanet olsun.)

Çok görmüşüz zevâlini gaddâr olanlarun
Hengâm-ı fursatında dil-âzâr olanlarun

(Gaddar olanların ve ellerine fırsat düştüğünde gönül incitenlerin yok olduğunu çok görmüşüzdür.)

Erre-i şâh-ı hayât olur ana peykânı
Kim ki halkı hedef-i nâvek-i bî-dâd eyler

(Halkı zulüm okuna hedef edenlere, kendi peykanları, hayat ağaçlarının dalını kesmek için testere olur.)

Zilletdedür karârı eger sâğ olursa da
Kûtâh olur hayâtı sitem-kâr olanlarun

(Zâlim olanların hayatı kısa olur. Şayet sağ kalsalar da, zillet içinde bulunurlar.)

Devleti eylediler böyle perîşan cühelâ
Nice teklîf olunur gürg’e mürâ’ât-ı ganem

(Câhiller, devleti böyle perişan eylediler, dağıttılar, ağlanacak hale getirdiler. Kurda, koyunları koruması nasıl teklif edilebilir?)

Dâhi kimden ümid-i sıdk edersin Nâbî ya bilmem
Sabahun bir nefesde nısfı kâzib nısfı sâdukdur

(Ey Nâbî! Sabahın bile yarısı yalancı, yarısı doğrucu olduktan sonra bilmiyorum, daha kimden doğruluk ümid edersin?)

Kâfir-dilan-ı hırs feramuş edüb Hak’ı
Şimdi sanem misal perestiş guruş’adur

(Gönlü, hırs kafiri olan insanlar, Allah’ı unutmuşlardır. Şimdi, paraya put gibi tapmaktadırlar.)

Vermezdi kimse kimseye nân minnet olmasa
Bir maslahat görülmez idi rüşvet olmasa

(Eğer karşısındakini minnet altına sokmak düşüncesi olmasa, kimse kimseye ekmek bile vermezdi. Rüşvet olmasa, hiçbir iş görülmezdi.)

Yok bî- garaz mu’amele ehl-i zamânede
Kimse ibâdet etmez idi cennet olmasa

(Bugünün insanları çıkarsız bir iş yapmazlar, eğer sonunda cennet olmasa, kimse ibadet bile etmezdi.)

Etmez zuhûr arsada bir kimseden kerem
Zımnında kasd-i dâ’iye-i şöhret olmasa

(Altında, kesinlikle şan ve şöhrete kavuşma maksadı yatmasa, bu alanda, bir kimsenin iyilikte ve bağışta bulunduğu görülmezdi.)

İstemekden niceler şerm eyler
Müstahakkın ara bul sen gönder

(Nice fakirler var ki, muhtaç oldukları halde istemekten utanırlar. Yardıma layık olanları sen ara bul da, gereken şeyleri gönder.)

Şehr teklîfi ne etmez insaf
Eder etba’ını elbette mu’af
Âlemün anlar ederken kârın
Çekdirürler fukaraya bârın

(Şehirde vergi alırken insaf etmez. Fakat kendi adamlarını ondan muaf tutar. Onlar dünyanın kârını ederken, yükünü fukaraya çektirirler.)

Teber hîzümden alur intikamın âteşün amma
Sen âhen-dillik etme sebkat etmiş mâcerâdan geç

(Balta, ateşin öcünü odundan alır. Fakat sen demir kalplilik etme, geçmiş olan bir maceradan vazgeç.)

Bu remzi keşfi bir müşkil-şinâs-ı cûd gelmez mi
Kerem bir lafz-ı bî-ma’na gibi dillerde kalmışdur

(Kerem, bağış anlamsız bir söz gibi dillerde kalmıştır. Acaba bu sembolün örtüsünü kaldırmaya, cömertliğin müşküllerini çözecek birisi gelmez mi?)

Zıll olsa da çekilmez bâr-ı girân-ı minnet
Seyyah-ı bî-‘alâ’ik pây-ı çınarı n’eyler

(Gölge dâhi olsa, başkasına minnet etmenin ağır yükü kaldırılamaz. Her türlü alaka bağını koparmış seyyah, çınar dibini, gölgesini ne yapsın?)

Bu perdenün derûnuna bak ıztırâbı ko
Her mihnetün verâsı meserret değül müdür

(Bu perdenin iç tarafına bak da ıztırâbı bırak. Her sıkıntının arkası sevinç değil midir?)

Olma ol gûne ki çeşmün nigeh etdikçe ola
Gark-ı mevc-i girih-i nâsiya vü çîn-i cebîn

(Gözün etrafa baktıkça, alın buruşukluğu ve kaş çatılması dalgalarına gömülmesin. Öyle bir tavır içinde olma!)

O şuh âyinede aksiyle eyler güft ü gû Nâbî
Bilen söyler nikât-i râz-i hüsni bilmeyen söyler

(Ey Nâbî ! güzellik sırrının inceliklerini bilen söyler, bilmeyen de söyler. Lakin bütün bunlar o güzelin aynadaki aksiyle konuşmasıdır.)

Kimdür bizi men’ eyleyecek bâğ-ı Cinân’dan
Mevrûs-ı pederdir girerüz hâne bizümdür

(Cennet bahçesinden bizi kim uzaklaştırabilecektir? Baba mirasımızdır, gireriz orası bizim evimizdir.)

HASAN AKÇAY
Urfalı Nabi, S. 214-221

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI