SUNUŞ:
Nazım Hikmet’in 1945-1950 yılları arasında Bursa Cezaevi’nden Adalet Cimcoz’a (*) yazdığı mektuplar, büyük şairin en derin
düşünce ve duygu titreşimlerini yansıtıyor. Şükran Kurdakul tarafından yayıma hazırlanan bu dizide Nazım’ın coşku dolu dünyasını bulacaksınız.
- 1 -
Nazım Hikmet’in Adalet Cimcoz’a yazdığı mektuplardan, elimizde bulunan, otuz dokuzu Bursa Hapishanesi’ndeki son beş yılına
tanıklık ediyor: 1945-1950.
Daha önce, eşi Piraye Altuncu’ya, Kemal Tahir’e, Orhan Kemal’e, Piraye Hanımın oğlu Memet Fuat’a, VÂ-NÛ’lara yazdığı mektuplarda, mahpushanedeki insanın duyarlığı ile birlikte, sanatının gücüne inanmış şairin parmaklıklar arkasında kendine ve dünyaya bakışını yaşamıştık.
Adalet Cimcoz’a yazdığı mektupları da bu bütünün parçaları olarak düşünebiliriz. Bu mektuplarda da aynı yoksunluklar, acılar, beklentiler, özlemler karşısında ayakta durma savaşımı veren insanın yaratma gücüne tutunarak umudunu yitirmediğini görüyoruz.
İçerde de içindeki özgürlüğü duyanlardan Nazım.
Denizi, ormanları, şehirleri, yolculukları, eve dönüşleri, kadınları
ile yaşamın uzağındayken bile, varlığının özünde saklı yaşamsal
cevahir, coşkusunu tazeliyor O’nun.
Sevgi ve coşku... Görülmemiş iki kaynak gibi, her koşulda -
karamsarlıkta bile - birbirini tamamlayarak soluğunu güçlendirme
nedeni olup çıkıyor. Sevgi inançla birlikte hem düşünsel, hem duygusal
bir dünya kurmuş içinde çünkü.
Kurulu düzenin olumsuzlukları, insanı yabancılaştıran etkilerinden
uzak bir dünya bu. O düzen ki, II. Dünya Savaşı’nın en zorlu,
en çıkmaza düşüldüğü sanılan evrelerinde bile, Nazım Hikmet’in
kurduğu bu düşün ve duygu dünyasını karartmaya yetmiyor. Yitip
giden milyonlarca insanın, yakılan kitapların, mahvolan şehirlerin
acısını yüreğinde duyarak dünyasını korumasını biliyor.
İlk hastalandığı günlerde, Mehmet Ali Cimcoz’a el yazısı ile yazdığı
mektup bu direnci somutluyor bize:
“Hayat güzeldir, ümitlidir -ve hapishanede de olsa, anjinle de olsa aşk ve şevkle, bütün insanlıkla birlikte yaşanmalıdır.”
Ne fazla ne eksik görebilmek
Aynı günlerde yazdığı anlaşılan başka bir mektup da şu satırlarla
bitiyor:
“Günler geçiyor dedim ya bu sekiz sene hapislikte hiçbir şey öğrenemedimse sevmeyi, sabretmeyi, ümit etmeyi ve dünyayı olduğu
gibi ne fazla ne eksik görebilmeyi öğrendim. Böyle bir kazanç sekiz
yıllık hapse değer. Şaka etmiyorum, sahi söylüyorum.
Hadi güle güle ve güzel günlere!”
Bilirsiniz, güzel günler inancı Nazım Hikmet’in şiirinde de sık çıkar karşımıza.
“Güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göre-
ceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar
ışıklı maviliklere
süre-
ceğiz."
(Nikbinlik 1930)
“Güzel günler” toplumsal olumluluk özleminin umut ve coşkuya
dönüşme simgesidir aslında. Hapiste olsun, dışarıda olsun; fıkra
yazsın, oyun yazsın, şiir yazsın yaşanan zamanda geleceği duyar
Nazım. Geçmişe olduğu gibi geleceğe de sahip çıkar.
Daha önce Tevfik Fikret de “mazi” ve “âti” kavramlarını işlerken,
geçmişte kalanı silik sönük, bunamış olarak nitelemiş “Halûk’un Amentüsü” şiirinde geleceğe güvenini yoğun biçimde ifade
etmişti.
Yahya Kemal, “Kökü mazide olan âtiyim” dizesiyle süreç düşü
nüsüne dikkati çekmek istiyordu belki. Ama geçmiş, tarihin mezarlığına
gömülenlerle birlikte göründü O’na.
Geleceğin değer ölçütleriyle geçmişe bakmak
Nazım Hikmet, geleceğin kazanımlannı düşünerek, o değer ölçütlerine sahip çıkmaya çalışarak baktı geçmişe.
“Çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan
Kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla
Bize hâlâ konduğumuz mirası hatırlatır
Bedrettin Simavi'nin boynuna inen satır.
Engürülü esnaf Ahilerle beraberdik.
Biliriz
hangi pir aşkına biz
Sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik.
Çok uzaklardan geliyoruz.
Alevli bir fanus gibi taşıyoruz ellerimizde
ihrak binnaz edilen Galile’nin
dönen küre gibi yuvarlak kafasını”
Okuduğumuz, çok genç yaşlarda yazdığı, Kablettarih (1929) şiirindeki
dizelerde görüldüğü gibi eskimeyen eskiyle bütünleşmeye çalıştı.
Bir yazısında da bu konudaki görüşünü özetleyerek tarihsel olanın
bütününe şöyle dikkati çekmişti Nazım:
“Ben şiirde realiteyi bütün mürekkepliği, mâzi, hal, istikbal unsurlarıyla
ve hareket halinde veren bir realizme ulaşmak istivorum.”
(Her Ay, 20 Nisan 1937)
Şiirini düşünürken vardığı bu sonuç, hapislik yıllarında da benimsediği
bir yaşam felsefesi oldu belki de. Geçmişin, yaşanan zamanın ve geleceğin bilinci içinde değişmeye inandığı için, acı duydu
belki, ama bunalıma düşmedi. Küçük sevinçlerle güçlendirmeye çalıştı
kendini. Zaman oldu ellerinin hünerinden (abajurlar, perdeler
yapıyordu) keyif duydu. Zaman oldu dost ziyaretlerinin beklentisi
ile avunmaya çalıştı. Ama her zaman, tezgâh başında bir emekçi
gibi, şiirinin uzağına düşmedi Nazım. Bu nedenle, yaşamın içindeydi
ve Abidin Dino’nun dediği gibi yokluğu varlığı kadar etkiliydi.
Olduğu gibi vereceğim iki mektubunda da görebiliyoruz bu gerçeği.
“Adalet
Sayende hafif bir mehtap seyrettim, yani felekten bir gün çaldım. Mehtabı o kadar güzel yazmışsın ki, ömrümde böyle mehtap şiiri
okumuş değilim. Ellerin nur olsun. Fakat benim kahrolasıca huyumu
bilirsin, sevdiğim şeye karşı pasif kalamam. Hakkım ve haddim
olmayarak, senin yazdıklarını mısralaştırdım. Yani aktifliğim
bu sefer böyle tecelli etti. Yani mektubunuzdan bal gibi intihalde
bulundum. İntihalden de fazla bir şey, aşiremento ettim. Senin yazdıklarının
yanında pek sönük meptap oldu. Fakat işte yine de utanmadan,
sıkılmadan sana gönderiyorum.
"Bir taksiye bindim
Hacıbayram yokuşundan pırıl pırıl indim
denizde çırıl çıplaktı mehtap
mehtâp şıkır şıkırdı efendim...
Kimse duymaz, ben duyarım, bir şarkı söylenir
hay Allah bir şarkı söylenir.
Demek bizde var ondan
demek bizde efendim: “Ehi suvenir...”
Mehtapta seyretmek akan suyu
akan suyu seyretmek efendim, bir acayip kederle,
mehtapta bahtiyar olmak ister insan.
bahtiyar olmak ister
bütün insanlarla beraber
ve hatta hapistekilerle...”
İşte bu sana, en güzel yazıların bile mısralaştırılırsa, bazen neler
kaybettiğini de gösterecek ve şiir yazmak illetine tutulmadığın için
sevineceksin.
Ferhat ile Şirin'iıı üçüncü perdesi bitiyor
Ferhat ile Şirin’in üçüncü perdesini bitirmek üzereyim. Şu üç perde bitsin eğlen diye sana bir nüsha göndereceğim. Mamafi benim hatunda
birinci perdesi var, belki almış okumuşsundur. Nasıl bulduğunu bana yazarsan öteki perdelerin üzerinde bu tenkidinin herhalde
bir faydası olur.
Burda yine sıcaklar bastı. Dört tane atlet fanilam var. İki günde
bir yıkatarak günde sekiz defa çamaşır değiştiriyorum, yanı zırıl zırıl terliyorum, bu sıcaklar böyle giderse kendi terimde boğulacağım.
Aldığınız erzaklarla her gün, bu sıcağa rağmen -nefsi nefisi hümayunuma ziyafetler çekiyorum. Dün akşam o kadar çok yemişim ki, gece ağırlık bastı.
Ruh doktorlarına itimadım yok
Senin hastalığına gelince, benim şahsen sinir ve ruh doktorlarının yüzde doksanına itimadım yoktur. Her ruh ve sinir hastalığının
eninde sonunda fizyolojiye dayandığını, sinir, ruh ve şuur denen nesnenin
eninde sonunda bir cümlei asabiye, bir beyin, bir hormon,
bir bilmem ne karın ağrısı, fakat elle tutulur, gözle görülür bir insan
yapısı, insan organizmi verimi olduğunu anlamak lazımdır kanaatindeyim.
Çizmeden yukarı çıkma diye kaşlarını çatma, bu çizme
meselesi değil. Dünyayı kâinatı ve bundan dolayı da insanı görüş
meselesi. Ve kaatımca en doğru görüş...
Bana bak Adalet, lâmı cimi anlamam, Mehmet Ali bana açık bono
verdi, başın sıkışınca bana yaz, bir cumartesi vapora biner, pazar
günü, pazartesi dönmek şartıyla gelirim dedi. Kimbilir başım belki
sonbaharda filan sıkışır, yani Onu ve seni görmek isterim. Bu sefer
deniz geçemiyorum, filan anlamam, denizi geçer sen de gelirsin. Kendini
şimdiden buna alıştır. Bu ölümlü dünyada, ne olacağı bilinmez,
bakarsın, bir soğuk algınlığıyla filan bendeniz, bak kalpten demiyorum,
öbür dünyayı boylarım, sonra merdivende de düşebilirim,
bendenizin dalgınlığı malum - yani sen beni bir kere daha olsun görmeden
ben yok olursam için sızlamaz mı? Haydi Allah ısmarladık.
Seni ve Mehmet Ali’yi kucak dolusu hasretle kucaklarım.
Kulunuz Nazım.”

“Adalet,
Kısacık mektubunu aldım. Sana telgraf mahiyetinde kısacık bir
mektup gönderdiğim günün akşamı mektubun geldi. Üzülmedim
dersem yalan, hem de bir hayli üzüldüm. Şimdi bu üzüntüyü de nereden
çıkardın, deme, mektubundan, bugünlerde belki de çoktandır
alttan alta ve sinsi sinsi ilerleyen bir nasıl demeli, bir
saadetsizliğin, artık yüze çıktığını, yahut çıkmak üzere olduğunu anladım.
Şuurunla, yüreğinle hareket edeceğine eminim
Sen akıllı bir insansın, yeni tabiriyle bağımsız bir insansın -manen
ve maddeten- binaenaleyh herhangi bir karara varırken, sinirlerine
uyarak değil, şuurunla, yüreğinle hareket edeceğinden eminim. Ve
bu emniyet bana teselli oluyor. Bilirsin sen en yakın, en iyi, en saydığım
ve tabir caizse en çok minnettar olduğum insanlarımdan, dostlarımdan
birisin, hatta en başta gelenlerinden... Senin saadetin benim
saadetim, senin bedbahtlığın benim bedbahtlığımdır.
Bunu laf diye söylemiyorum, zaten bu lakırdı, bu çeşit sözler ya
kötü edebiyat palavrasıdır, yahut da dehşetle ciddi bir duygudur.
Benimkisi korkunç -ciddi bir duygu, o kadar ki, zaten dışarda da
olsam inkişafına müdahale etmek imkânım olmayan sana ait bir hadisenin,
ben hapisken senin başından geçmekte oluşu, aczimi de anlatması
bakımından beni bir kat daha tazip ediyor. Belki izâm
ediyorum -yani hadiseyi- belki böyle bir şey yoktur. Yahut olsa da
izâm edilecek bir felaket değildir, ama işte çaresizlik içinde bulunmak
insanı lüzumundan fazla hassas ediyor."
Görüş günü beklerken
Artık, içerdeki insanların ruhsal yapıları üzerinde ne denli değişik etkiler yarattığını biliyoruz görüş günlerinin. Birikmiş özlemler
önce bir bekleyiş kaosu içine alır insanı. Sabrın ve sabırsızlığın, varlığını
birlikte sürdürdüğü bir kaostur bu. Yaklaştıkça uzaklaşan bir
zaman dalgasının belirlediği yalnızlık ortamında, dışardaki yaşamından
elinde kalan anılar kuşatır görüş gününü bekleyeni. Sevinç, acı
ile birlikte gelişir. Her şey yeniden ya düşsel bir alana, ya yokluğa
dönüşecek, gelen tam varlığının somutlanmaya başladığı çizgide soyutlanarak
yeniden anıların dünyasına karışacaktır.
Ayların, yılların, on yılların üstüste yığdığı bu kaosun gel-giti içinde,
kavuşmanın sevinci ile, yitirmenin acısı nasıl genişler, ne büyük
yaralar açar düşünebilir miyiz...
Düşündürüyor Nazım.
“Adalet, Mehmet Ali geldi. Ben sevdiğim, ama çok sevdiğim insanlar
karşısında -hele şükür ki bütün insanlar karşısında değil- çok
sevdiğim insanlar karşısında aptal, fakat iyi yürekli bir çocuğa dönüyorum, birçok şeyleri birden söylemek, yazdığım pestenkerani bir
iki şiiri hemen okumak, Ferhat'la Şirin’in mevzuunu hemen anlatmak,
senden, dostlardan, İstanbul’dan hemen haber almak istedim.
Bir yığın sersemce laf ettim, hasılı görsen halimi gülmekten kırılır
ve biraz da acırdın. Şimdi senin kocan yeni bir huy edinmiş, ikide
bir “çocuğum” diyor, genç yüzüyle tezad teşkil eden fakat şefkatli,
alaycı zekâsına gayet uyan bir söz. O öyle dedikçe ben kendimi
sahiden bir çocuk olmanın, söz dinletmenin bahtiyarlığına kapıp koyverdim.
Sonra, onu görür görmez, sağında solunda, yahut arkasında
gizlenmiş seni aradım. Sonra, artık Mehmet Ali ne zaman elini
cebine atsa, seni oradan çıkarıp masanın üstüne koyuverecekmiş gibi
helecan geçirdim. Üstüne üstlük benim Hatundan da hâlâ mektup
yok. Hasılı dedim ya, dün bendeniz görülmeğe seza idim. Mehmet
Ali gitti, bugün gene gelecek, bütün gece uyuyamadım, gözümü kırpmadım
ama fazla sevinmek kafama sopa yemişim gibi ağrı veriyor
bana."
Bir şiirde, "Olmadık biçimler / Olmadık düşlerle gelirdi / Sorardım
/ Hangi ışık düşse duvarlarıma / Nazım’ın Kafka'yla kederlendiği
/ Bilinmez köşelerden” (Acılar Dönemi, sf. 69) dizeleriyle
anlatmaya çalıştığım, içeriğinde gizlenenlerin tam belirlenemeyeceği duyarlıklar bunlar.

Nazım Hikmet bir mektubunda annesini Adalet Cimcoz’a anlatıyor:

"Adalet,
Mektubunu aldım. Her satırında biraz daha sevinerek okudum.
Sana son parça hakkında fikrini sormakla numara yapmadığıma
emin ol. Seninle bu hususta bir tuttuğum dostlarıma gelince: Karım, Kemal Tahir ve bir de eğer okuması kabil
olsaydı avukattır ve bir de senin kocandır...
Malum ya bir meseleyi konuşmamağa karar verdik. Fakat
hep dilimin altında, aksi gibi sana dehşetli tatlı, sıcak şeyler
yazmak istiyorum. Neyse, kalsın. Allah senin belanı versin
beni bunları yazmaktan da alakoydun. Neyse dedim ya, elbet
de bunun acısı m çıkartacağım gün yakındır. Fakat, Adalet
seninle arkadaş olmak, yani AYNI ZAMANDA arkadaş da
olmak ne güze! şeydir. Bir defa güvenilir bir arkadaşsındır.
Sonra bana öyle geliyor ki geçinilmesi kolay ve rahat bir arkadaşsındır.
Sonra gayet renkli, canlı, aydınlık, can sıkmayan
bir arkadaşsındır. Velhasıl mükemmel bir arkadaşsındır.
Edebiyat ve bilhassa şiiri ne güzel anlarsın. Kullandığın anatomi
kelimesi ne kadar güzel, doğru yerinde. Hakikaten tek
bir mısrada bile, muhtevadan sonra en mühim şekil meselesi,
anatomisidir. Bizim Yahya Kemal’de kelimelerin peydahlanmasına
dayanan şekil meselesinde zayıf taraf anatomidir.
O ne yumuşacık ve karmakarışık bir iskelettir. Halbuki ilk
bakışta anatomi sağlam gibi gelir, fakat mısralar peşi peşine
dizildikleri zaman, ayrı ayrı güzel oldukları halde topyekün
berbat olurlar. İskelet eti taşıyamaz.
Sana annemi anlatayım. Anam gençliğinde güzel bir kadındı.
Fakat -oğlu diye söylemiyorum; objektif olarak
konuşuyorum- anamın güzelliği sıcak değil, soğuk bir güzellikti.
Bunda belki gözlerinin birbirinden çok uzan olmalarının dahli vardır. Sonra anamın güzelliği XIX. asır güzelliğidir.
Zaten anamda, ondokuzuncu asır Fransız burjuva zevki
hâkimdir. Ressamlığı da öyledir. Evinin perdeleri ve bibloları
da öyleydi. Yani güzelliğinde ve zevkinde düz ve soğuk
hatların göze çarpmasına rağmen bilhassa renk bakımından
müthiş bir rokokoluk vardır. Düşün ki babam anamı, anamla
kabili kıyas olamayacak kadar entipüften kadınlarla aldattı.
Bu kadınların bir kısmım tanıdım. Bunlar güzel değil fakat
sıcaktılar.
Annem cesur kadındı gençliğinde. Ben cesur olmayı biraz
da ondan öğrendim. Anam ömrünün sonuna kadar biraz delişmen
bir çocuk olarak kalacaktır. Ben de, delişmenlik dozu
az olmak şartıyla onun gibi çocuk kalmaya mahkûmum.
Anam inanmasını bilen kadındır. Resme bir dindar gibi inanır.
Sonra anam, bana öyle geliyor ki, bütün delişmenliği ve
bebek güzelliği altında, bir türlü ortaya vuramadığı müthiş
ihtiraslı bir et taşıyordu. Annem bedbaht bir kadındır. Ve
ömrümün üzerinde anamın bedbahtlığını ben taşır dururum.
Sana bir şey söyleyeyim mi, anamı o kadar gizliden gizliye
severim ki, ömrümde ilk defa yalnız sana ondan bahsediyorum.
Annemle ahbap olursan, hâlâ boyalar içinde, yani hem paleti,
hem yüzü gözü boyalı, inanmış, bedbaht, fakat dehşetli
çalışkan ve her şeye rağmen yaşamak isteyen, bir şeyler yaratmak
için çırpınan, ihtiyar, nazik bir kadınla dost olursun.
Beni unutma Adalet.
12-11-42"

Nazım Hikmet'in bir mektubundan
"Adalet,
Neyse havalar burda serinlemeğe başladı, orda da öyledir herhalde.
Siz yakında Beyoğlu’na taşınırsınız, ben de yazı yazmak dünyama,
çünkü bu yaz tek satır yazmadım, daha doğrusu yazamadım,
öyle bir bunalmış -sıcaktan- vaziyetteydim. Şu mektub başlangıcına
bakıyorum da, anlıyorum ki bütün bunlar laf kıtlığında asmalar budayım
kabilinden, halbuki kafamın içi kelimeleşmiş güzel şeylerle dolu.
Her ne ha! ise, biz yine asma budayalım.
(...)
Bak, birden bire aklıma geldi, romanlarda filan okurdum da bu
hususta tecrübem olmadığı İçin pek aldırmaz ve inanmazdım, demek
ki bir kadının üzerine fazla düşmek, daha doğrusu bir kadına kendisinin
fazla sevildiğini hissettirmek, hatuna bıkkınlık veriyor, hele
bir hürriyete kavuşalım, bu hususta dikkat edeceğim, çünkü şimdi
şu anda düşünüyorum da, bir iki kadına, bıkkınlık vermiş olduğumu
ve bazılarının bu bıkkınlığı çok orijinal bir surette belirtmiş olduklarını
anlıyorum."


(*) Adalet Cimcoz kimdir?
Adalet Güngör (Cimcoz) I910’da Çanakkale’de doğdu. İlkokulu
bitirdikten sonra öğrenimine Almanya’da devam etti. Ülkeye
dönünce ağabeyi Ferdi Tayfur’la birlikte dublaj rejisörü olarak
çalışmaya başladı. Yeditepe, Varlık, Yeni Ufuklar, Ataç, Ulus
dergi ve gazetelerinde yazdı. Brecht, Kafka, Traven çevirileri ile
tanındı. Kafka’dan dilimize kazandırdığı Milena’ya Mektuplar ile
Türk Dil Kurumu Çeviri ödülü’nü kazanmıştı. Sezuan’ın İyi
İnsanı (Brecht), Galile (Brecht), Ölüm Gemisi (Traven) ünlü
çevirileri arasındadır. Mehmet Ali Cimcoz’la evli olan Adalet
Cimcoz 1970 yılında öldü.
Hazırlayan:
ŞÜKRAN KURDAKUL
Cumhuriyet, 13 Nisan 1986
( SÜRECEK )

ŞİİRLERİ