Behçet Necatigil, bizi ölümüne alıştıra alıştıra ayrıldı aramızdan. Alıştıra alıştıra diyorum, çünkü onulmaz bir derde tutulduğu, hastaneye kaldırıldığı, orada ağır ağır bilinen sona doğru yolculuğa çıktığı söyleniyordu. Bunun kendi farkında mıydı, bilmiyorum ama, biz yakın dostlan, biliyorduk.
Nevzat Üstün’ün ölüm haberi geldiğinde Oktay Akbal'la telefonla görüştüğümüz zaman: «Ne oluyor bize, yahu?» demişti. «Behçet de ölümcül hasta, Cerrahpaşa'da yatıyor. Şimdi Ankara ile konuştum, Londra’ya gönderilebilmesi için bir çare arıyorum. Hükümet de düştü, bilmem hangi yetkiliyle çözümleyeceğim?»
Oktay Akbal, en yakın dostunun derdi ile uğraşırken İstanbul - Bolu yolunda şair Nevzat Üstün’ün bir trafik kazasında kurban gittiğini öğrenmişti. Bir şairin ölümü haber vermeden gelmişti, bir şairin öleceğinden haberimiz vardı; elimizden hiç bir şey gelmiyordu.
Behçet'in ölüm haberini radyoda duyduğum akşam. elimde Oktay Akbal'ın yeni çıkan «Geçmişin Kuşları» adlı kitabı vardı. Sıcak, doyulmaz anıları okuyordum. Hemen Behçet’ten söz eden, arasına bir kâğıt sıkıştırdığım sayfaları anımsadım. 1967 yılının 9 kasım, perşembe günü tuttuğu «Necatigil’li Gecelerde» başlıklı notlarda şöyle diyordu:
«Eğitim Enstitüsünde konuştum bu akşam, (Demek Behçet o yıllarda, orda öğretmen). Edebiyat üzerine dağınık söyleşi. Daha çok gençlerin sorularını yanıtladım elimden geldiğince. Neler sormadılar! Kalabalık karşısında bir ürkme duyuyorum. İyi bir konuşmacı olmak güzel şey. Bense bildiğimi bile unutuyorum kürsüye çıkınca! Bir alışma işi bu. Kitaplar imzaladım. Çetin bir sınavdan çıkmış gibi oldum. Behçet Necatigil’le Kadıköy'de bir yerde oturup şarap içtik sonra... Aylar var başbaşa iki saat geçirmeyeli. Behçet’i yıllar etkilemiyor sanki. Hep o on-onbeş yıl öncenin Behçet'i,
«Sen siyah gömleğinde ince — Olmuyor ki ha deyince» günlerinde sandım kendimi yeniden. Yıllar geçse de bizler, bir yerlerde takılıp kalıyoruz. Bir anı, bir insan, bir düş, bir sevi, bir şiir... Bir şeyler var bizi zamanın içinde tutan, o akıntıda savurup ötelere atamayan...»
İyl ki, bu notları tutmuş Oktay Akbal... Belki zamanın içinde o anlar, o anılar da, Kadıköy’de bir yerlerde oturup şarap içmeler de, selâmlaşmarlar, kızmalar, küsmeler de yitip gidecekti. Bu satırların arasından belki çıkamayacaktı.
Oktay Akbal’ın tuttuğu başka notlar da var.
«Mutluay, Tütengil, bir de ben... Levent’ten çıktık, tuttuk Boğaz’ın yolunu...» Ardından ekliyor: «Sait Faik, Salah Birsel, Behçet Necatigil, Lütfü Özkök 1945’de Şişli’den Baltalimanı'na inmiştik gene böyle. Galiba aynı yoldan geçerek.»
Ölmiyecek, ölünmiyecek gibi görünen, akıp giden gençlik yılları. Şiindi bir daha oralardan inilebilir, yürünebilir mi? Gidenler gidiyor, kalanlarla öylesi yürümeler göze alınabilir mi? Ya sıcak diye yakınırız, ya soğuk diye çekiniriz. Olmaz, pek olası değildir.
Anılar, artık yerlerine yenileri konsalar bile, eskileri kitapların arasında kalıyor, yenilenmesi olmaksızın.
Behçet, ince bir şairdi. Yaygın, dillerde dolanan şiirleri pek olmadı ama, has bir şairdi. Tadını çok sonra verecek, açıklaması ve yorumu çok sonra yapılacak şairlerden biriydi. Kendini şiire adamış, kuşkusuz bir şairdi.
Üstünde sonradan çok söylentiler yapılan bir ödül kazanmıştım. Gerçi hayatımda kazandım diyebileceğim tek ödüldür ya. Bu ödülü veren kurulun içinde ve başında Behçet Necatigil vardı. Onuruma Perapalas’ta bir şölen verdiler. Saygı duyduğum şairlerden çoğu ordaydı. Behçet Necatigil, bir konuşma yaptı. Anımsadığım, benim için «Derviş» demişti. «Şiirin çetin, dikenli, zor yollarında dervişlik etti.»
Sanıyorum ki, beni anlatırken biraz da kendini anlatıyordu. Gerçekten şiir, pazarını ve abartılmasını bilmezseniz bir dervişliktir. Söz dergâhına bağlanır çilesini doldurursunuz. Behçet Necatigil, bu çileyi Beşiktaş’ın kuytularında, bir dergâhta doldurmuştur.
Çok öğrenci yetiştirdiğinin tanığıyım. Edebiyatımızda bugün adını duyuranlardan çoğu hocanın öğrencileridir. Nice ünlülere raslamışımdır ki, «Biz Behçet Hocanın öğrencisiyiz.» demişlerdir. Bir yandan kendini, bir yandan çevresindekileri eğiterek sürdürdü yaşamını.
Edebiyatımızın bir 1940 kuşağı vardır. Ben buna «Acılı Kuşak» demişimdir. Mingayrihaddin biraz da tuttu bu söz. Behçet de bu kuşaktandır. Bu kuşağın bir özelliği vardır. Toplumumuzun şairlerden korktuğu dönemde, kimi şairler bu acıyı fiziksel olarak duydular, kimi şairler korka korka, çekine çekine psikolojik olarak duydular. İlle de hepsinin hapiste yatması, sürgüne gitmesi, maddi baskı duyması gerekmezdi. Çoğu yerde moral ve psikolojik baskı, fiziksel baskıdan ağır gelir.
Bugünleri anımsayarak bir gün bana Behçet Necatigil, «Sizin hapislerde yatmanız, sürgünlere gitmeniz, bizi dışarıda kahretti.» demişti. «Keşke bizim de, sizin gibi üstümüze gelselerdi de, bu acıdan kurtulsaydık.»
Necatigil’in bıraktığı bir yapıtı vardır. Bence en önemli yanlarından biri, her yıl bir şiir kitabı çıkaracak kadar dolgun oluşudur. Her yıl bir şiir kitabı çıkarmak, her yıl, «Sıkı durun, ben varım.» demektir. Unutulmamak ve unutturulmamak, sadece şairi sevenlerin işi değildir, biraz da şairin kendi çabasıdır. Yaşarken edebiyat tarihinden medet ummak, şairin iç güveni ise de, her yıl ortaya bir şiir kitabı koymak da bu güvenin dışa vurulmasıdır.
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, el kitabı olarak bakılacak bir yapıt değildir. Behçet bu kitabı ile kendi kuşağının varlığını da ortaya koyma iddiasını ilk gösterenlerdendir. Sonradan onu bir çok izleyenler çıkmışlar ama, ilkini ortaya koymak onun ispatlamasıdır.
Sevenlerinin dost omuzları üstünde onu da bir dünyadan, bir başka dünyaya acılarımızı içimize sindire sindire uğurladık. Sanata ve edebiyata gönüldeşlik etmiş kimi düşünürseniz, hepsi vardı. Unutulmaya değil, belleklerde daha yaşamaya doğru bu yolculuğa çıkmıştı. Kendi sözünü, gene kendi dizeleri söylüyordu:
«Bu öğlen bir dostu gömdük — Akşam eğlencedeydik.»
Kuşağımızdan insanlar birer, ikişer giderken her yıl azalıyoruz. Ve, «Gittikçe artıyor yalnızlığımız.»
MEHMED KEMAL
Cumhuriyet Gazetesi, 18.12.1979

ŞİİRLERİ