"UMUTSUZLAR MERDİVENİ"

Yeni Marjinaller dendiğine göre, Nilgün Marmara'dan (daha doğrusu Nilgün Marmara ve 'benzemezlikler'den) söz açacağız demektir.

Evet, Nilgün Marmara gerçekten de şu elli beş milyonluk 'dar kalabalıklar' içerisinde kimselere 'benzemezlikler'in en başta gelenlerindendir ya da 'uç'takıların.

Boğaziçi Ünivesitesi'nde (ve daha önce Robert College'de, 'yukarıda') okuyanlar iyi bilirler; orada, spor salonu ile kantinin bulunduğu yapıda bahçeye bakan ünlü bir 'umutsuzlar merdiveni' vardır; demirdendir. Kimbilir belki de bırakılmış bir yangın merdiveni!

Okul arkadaşları anlatırlar: Nilgün Marmara, Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Filoloji'sinde öğrenciyken derslere pek girmez ve garip bir 'kuş' olarak basamaklara tünermiş. Acaba büyük kanatları yüzünden uçamayan 'o' (ya da 'bir') albatros mu? denizler kuşu.

Gözleri denizin derin yerleriyle sığ yerleri arasındaki maviliktedir işte!

Benim öyle 'umran' görmüşlerin boş vakitlerinde can sıkıntılarından uğraştığı ruh çağırmaları ya da parapsikolojiyle filan herhangi bir ilişim yok, olsaydı belki eskiden Nilgün Marmara'nın oturduğu basamakta şimdi geceleri bir hayaletin (yine çığlık atmadan) görüldüğünü söyleyebilirdim.

Benim hiç tezgahım da olmadı. Olayın doğa yasalarına aykırılığı bir yana böyle birşeyi kendisi de istemez. Nilgün Marmara kendine güvenecek kadar (bu dünyada üç-beş şeyden biridir bu) gerçekçidir çünkü.

Kısacası; Nilgün Marmara, 'uçbeyi' düşünür İdris Küçükömer'in bir bakıma şiirdeki, hiç değilse bir şiirdeki, bu 'uç' şiirdeki karşılığı sayılabilir.

Biz şöyle bir Dinar Bandosu (çatma bandolara Ege'de bu ad takılır; kadro yoktur filan ama bayrak kırmızısı sökük üniformalar, çatlak sesler çıkaran kimi çalgılar vardır, ancak törenlerde acele bir araya gelinir) tasarladık, giderek ve gittikçe birgün orkestraya dönüşebilecek bir bando. 'Nakkaşandan', ressamların piri sayılabilecek Cihat Burak, bakır üfleme çalgılarından en kalın seslisi olan tuba'yı, şair Cemal Süreya, izci üniformasıyla trampet'i, ben (sırılsıklam aşık olduğum için 2 taneyim!) İngiliz kornosu'nu, şair Sezai Karakoç, kös'ü, ressam Komet, zil'i... çalıyoruz. Nilgün Marmara da önde, dimdik, kısa eteği ve zaman zaman havaya atıp yine havada yakaladığı asasıyla bu derleme bandonun şefidir. Herkes öylesine acemidir ki söz gelimi Cihat Burak önce yanlışlıkla tuba'yı (aslında Helikon olacaktı) sol yerine sağ omuzuna asmaya kalkışır...

Tıpkı Cemil Cem'in büyük ve uzun bir yağlı boya resminde 1918'den önceki İstanbul'unun kimi ünlülerini Veliefendi At Yarışları Çayırı'nda bir araya getirmesi gibi. Herkes doğallıkla birer tanedir de, yalnız Sergüzeşt romanının yazarı Samipaşazade Sezai iki tanedir, çünkü şair Abdulhak Hamit'in karısı Lüsyen Hanım'a sırılsıklam aşıktır!

Aşağı yukarı 'bin yıl' sürmüş ve Anadolu'da kentlerin dışında otağ'da, çadırda yaşamak serüveninden sonra tarihimizde ilk kez düşünce şiir biçimine bürünerek kentlere girilmeye başlanmıştır; 1956. 1987'de ise bu "Yeni Marjinaller'in, 'benzemezlik'ler'in, bu Sylvia Plath'lerin sahici ve içten çıkışı oldu, oluyor.

İşin elbette değişik köşegenleri vardır. Ama yazın'ı paralanırcasına sıkı okumaklar, öğrenci gibi gece gündüz ineklemekler, onda mülkiyet duygusunun yani pisliğinin zırnığının olmaması, sürekli olarak Billie Holiday'i (bu arada Azerbaycanlı tenor Lütfiyar İmanofu) dinlemekler; Bunuel'i (benim gibi), özellikle Tarkovski'yi, Fassbinder'i içtenlikle ve sevgiyle sevmekleri (Bun uel'in Los Olvidados'un, Fassbinder'in Petravon Kant'ın Acı Gözyaşları'nı birlikte izlemiştik) ... gibi güzel şeyler neden ve nasıl bir tek onda, arkadaşları içinde, bir tek onda, Nilgün Marmara'da birleşmiştir daha bilmiyoruz.

Nilgün Marmara'nın ailesinin, annesi Perihan Hanım'ın, babası Fikri Bey'in, ablası Aylin'in, yeğenleri Diloş'un ve benim kendisine 'Kelebek' adını koyduğum Didem'in, o ince ve güzel insanların katkılarını ise tersinden de olsa, hiç bilmiyoruz. Nilgün Marmara'nın İngiliz Filolojisi'nde Sylvia Plath'ın şiirlerini bitirme tezi olarak seçmesini, bir rastlantı olarak ele alsak bile en azından "varılan son" olarak ilginç bulabiliriz.

Nilgün Marmara gibi 'Yeni Marjinaller'den ya da 'benzemezlikler'den; Sami Baydar, büyük harfli 'acı'yı bilen Turgay Özen (nitekim aile dergisi olmaktan hızla çıkarılması gereken Beyaz'ın son 12. sayısında üçünün de şiirleri vardır), Metin Altıok .. sayılabilirler.

Asi Balkar, Mustafa Ziyalan ve hatta Levent Yılmaz da. Yalnızca yaşayışıyla eski marjinallerden olan Cahide Sonku'nun içtiği son meyhanelerden Büyükparmakkapı'daki Mağara'da ('Körfez') Rakkase Mustafa lrgat bana demiştir: Nilgün Marmara, her anlamda kıvırtanları ve kaçanları sevmezdir. "Bakalım ne vakte kadar kıvırlacak ve kaçacaksın!"

Son günlerde belirli bir talihsizliğe uğramıştır filan demeyeceğim: İnsanın başına her şey gelebilir, geliyor, gördük, daha doğrusu getirtiliyor. Ne yapalım; acımasızlıklar, gaddarlıklar, kesik parmağa dahi işememekler, ölü soygunculukları, hele bir eküriden değilseniz, hep 'bu gördüğünüz insan' içindir, hep.

Nasıl Tezer Özlü'nün başına, Çocukluğun Soğuk Geceleri güzel romanında yazdığı gibi fırsatçılık Hıyar Selim! olayı geldiyse, Nilgün Marmara'nın başına da Scarpio Metin Özak olayı getirtildi ama bunu yazmaya vakit bulamadı. Nilgün Marmara 13 Ekim 1987'de İstanbul'da öldü çünkü. (1 3 Şubat 1 958'de İstanbul'da doğmuştur.)

Şimdi bir 'umutsuzlar merdiveni' daha var; Beyoğlu, Sakızağacı Caddesi 33, bizim geçen yıl ölen Yetvart Delda'nın Surp Astvazazin (Meryemana) kilisesinin yanındaki apartmanda. (Çocukluğumuzda yağmurlu havalarda Ermeni Katolik Kilisesi'nin üzeri kapalı giriş avlusunda bez top oynardık 1945-46).

Eliot'un bir şiirinde Sibylle'yle, kahin değil büyücü çıktığı için (Vergilius) ilintili bir alıntı vardır. Sibylle kafese atılmıştır, kent ve insanlar onu alabildiğine horlamaktadırlar, kafesin içine taş, pislik her şey atılmaktadır. Kalabalık içinde biri eğilir, belki de gizli bir şair (çocuklar) usulca sorar:

- "Şu anda ne isterdin Sibylle".

- "Ölmek istiyorum!" der Sibylle.

Kimi geceler sinemadan dönerken o yeni 'umutsuzlar merdiveni'nde oturarak geceleri geçiren 70-75 yaşlarındaki o Ermeni kadına (yani Sibylle'ye yani Nilgün Marmara'ya) gidip bakıyorum, ikimiz de hiçbir şey söylemeden acı acı birbirimize bakıyoruz. Kadının içindeki 'kuş', albatros anlaşılan çok yaşlanmış, uçmaya bile kalkışmıyor artık. Kimbilir, sorsak belki de acısından "Ölmek istiyorum!" diyecektir.

(1987)

ECE AYHAN
Şiirin Bir Altın Çağı, S. 29-31

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI