PROZA, POİZİ VE NECLA MARAŞLI'NIN YAPITLARI

Proza birçok kaynakta: "Sade ve dengeli bir anlatımla nesrin, şiire yaklaştırılması ya da olağan duyguların düzyazıyla biçimlendirilerek nazım kadar ahenkli bir şekilde okuyucuya sunulması" olarak tanımlanıyor. Necla Maraşlı’nın "Ya da bana öyle geliyor" ve "Beni ne ölümler istedi de vermedim" adlı yapıtlarındaki kısa öyküler (prozalar) ise bu tanıma birebir uyuyor. Tanımlamada olduğu gibi Necla Maraşlı da, bireyin duygu ve düşüncelerini günlük yaşama bulayarak ve dengeli bir şekilde şiirsel öykülerle sunmuş okuyucusuna.

Bu tür kısa öykülere aslında modern edebiyatımızın ilk dönemlerinde yazılmış uyarlama öykülerin içindeki bazı bölümlerde rastlıyoruz. Bu iç öyküler uyarlama öykülerin içinde eridikleri için, çoğu okuyucu bu anlatımın farkına bile varamıyor. Ayrıca ana öykülerden bu parçaları koparmamız kolay olmadığı için, bugünkü biçimiyle kısa öykü olarak algılamamız çok güç. Yazınımızda proza örneklerine 1980’li yıllardan beri çeşitli edebiyat dergilerinde rastlamaktayız. Fakat bunlar sadece deneme niteliğindedir. Necla Maraşlı ise yukarıda adını andığım yapıtlarıyla bu türe yüreklice sahip çıkan ilk yazar ve şairimizdir.

Bu biçemin batıdaki en iyi örneklerini İtalyan yazar İtalo Calvino vermiştir. Ülkemizde Görünmez Kentler adıyla yayınlanan yapıtında yazar, bu biçemin adeta bir portresini çizmiştir. Onun kısa öykülerini okuyan okuyucuların Necla Maraşlı’nın kısa öykülerinden de aynı tadı alacaklarını düşünüyorum.

Necla Maraşlı, bu yapıtlarında şiirle nesri birbirine dengeli şekilde yaklaştırdığı gibi, sayfaları da şiirle kısa öyküler arasında eşit bölüştürmüş. O nedenle de şiirleriyle kısa öyküler birbirine küskün durmuyorlar. Bir sayfada bitirdiğiniz kısa öyküden sonra, öteki sayfadaki şiiri okumaya başladığınızda tat değişmiyor. Belki Necla Maraşlı kendini usta biri olarak görmeyebilir, başka edebiyatçılar da onu böyle nitelemeyebilirler, fakat bu birbirini çok kıskanan iki ayrı türü birbirine yaklaştırmak ve okuyucuya her ikisini de okurken aynı tadı verebilmek bence epeyce ustalık isteyen bir iştir.

Bu yapıtlarında yazar, bolca benzetme ve deyim kullanmış. Bu durum da kısalıklarına karşın öykülere ayrı bir derinlik, şiirlere de ayrı bir yoğunluk kazandırmış. Ben övgü yazmaktan çok, yapıtlar hakkında objektif olarak düşüncelerimi açıkladım. Ama umuyorum ki, Maraşlı’nın bu yapıtlarını ilerde edebiyat tarihçilerimiz de ilk olmaları nedeniyle özenle değerlendireceklerdir.

Bu kısa giriş yazısından sonra, yapıtlardaki bazı öykü ve şiirlerden örnekler alıp, kısa öykülerin elimizden geldiğince analizini yapmaya çalışalım:

Beni ne ölümler istedi de vermedim adlı kitaptaki Sobe öyküsü her şeyin iki kişilik olduğu bir dünyanın iç söyleşi olarak kurgulanmış. Öykünün duygu yüklü şiirselliğini kolayca, “Üstlerimizde kirli elbiseler, yorgun ayakkabılar ayaklarımızda, bacaklarımızda diken yırtıkları, dudaklarımızda sobeyle kilitlediğimiz yürek sesi, başkalarını almadık oyunumuza, bir biz bildik bahçemizi, bir de bahçemiz bizi” bu cümlede bulabiliyoruz.

Öyküler ve şiirlerde Maraşlı’nın kendine özgü yöntemle kullandığı deyimler, okuyucuya geniş nefes aldırıyormuş gibi gözükse de, öykü bitince okuyucunun kendini sorgulamasına yardımcı oluyor. Sanırım yazar böyle yaparak bireyi düşünmeye ve kurgulamaya zorluyor. Bu da sonradan işin farkına varan okuyucuya keyifli anlar yaşatıyor.

Yazar, "Bembeyaz Sessiz Bir Beyaz" adlı öyküsünde sessizliğe dönüşen bir yalnızlığı anlatırken hem bizi kendi içimize doğru yolculuğa, hem de bir arayışın içine sürüklüyor. Biz duygulardaki arayışımızı sürdürürken yazar, “Adımlarıma oradaki bakir beyazın altındaki ayak seslerini aratacağım...” diyerek onunla birlikte çıktığımız yolculukta bizi yapayalnız bırakıyor. Ondan sonraki yürüme biçimini kendimiz belirlemeliyiz...

Yapıttaki prozaları okuyup ilerledikçe heyecanımız artıyor, ama bu bizi sonsuz bir uçuruma sürüklemiyor. Sadece duygularımızın soylu doruklarında dolaştırıyor. Orada hüznü de, sevinci de bir arada yaşamamız, ya da birini seçmemiz kendi elimizde. İşte öyle bir anı yaşadığımız sırada, zamanlamayı iyi yapan yazar "Bir Zamanlarım Bir Zamanlarımda Kaldı" adlı kısa öyküsünde “İşte öyle bir andı. Sesime ağlıyordum. Acınıyordum. Yükümü yüklenmiş bir dağ yoluna çıkmıştım, zirveden kendimi bırakacaktım ufuklarıma.” diyerek bize bir yön gösterip, kendi ufuklarımıza kendimizi bırakmamızı, seçebildiğimiz yönde sorularımıza yanıt aramamızı işaret ediyor. Burada da seçenek yine bizim.

Bu öyküde olduğu gibi "Bir Yudum Şarap Gibi" adlı öyküde de yazar okuyucusuyla söyleşmeye devam ediyor ve ona ağır bir görev verirken, “Hayatın içinde bir yerler var orada kar yağar, ayaz olur. Aç pencereni dağlara bak, gözlerinle değil içinle bak, içinle bakmak zor iş.” diye bir yönlendirme ve serzenişte bulunuyor. Hepimizin kendimizden sakladığımız bir gerçektir içimizle bakmak. İçimiz bizim görünmez aynamızdır; hem oraya bakmaya, hem de orayla bakmaktan korkarız hep. Maraşlı’nın söylediği gibi de orayla bakmak zordur. Ama onun öykülerini okuyan okuyucular bu zor işi Necla Maraşlı’nın başardığını ve gerçekten içiyle bakarak birçoğumuzun görmediği gerçekleri görebildiğini anlayacaklardır.

Yaşamda esas olanın içtenlik olduğunu söyleyen yazar, zaman zaman yaşam denizinde kendini de sorguluyor, her şeyin aynı kalamayacağını, her şeyin bir son durağı olacağı gerçeğinin bilinciyle, “Kıştan kaçtım, kışın içindeyim, nereye gidiyor bu soğuk upuzun yol. Görebildiğim son noktanın devamı yok, görebildiğim son nokta hep aynı yerde asılı duruyor. Rüzgâr kocaman avuçlarıyla karı bembeyaz kepek gibi savuruyor siyahı görmeye çalışan farların ışığında. Hiç gitmiyoruz da kalakaldık sanacağım, fosforlu tabelalar göz kırparak fısıldıyor karanlıkta, “Yavaşla” diyor, gidiyoruz demek ki, ha şimdi bir yerde duracağız diye beklerken, aştığımız mesafelerin durağı yok, şehirlerden, ilçelerden, köylerden geçiyoruz, sadece geçiyoruz. Bekliyorum, bizi bekleyen bir durak olmalı...” serzenişlerde bulunuyor.

Necla Maraşlı’nın Ya da bana öyle geliyor adlı kitabında da okuyucu kendi gerçek dünyası ile duygu dünyası arasında gidip geliyor. Günlük yaşamında söyleyemediklerini duygularıyla, duygularıyla yansıtamadıklarını da günlük hayata taşıyarak başkalarına ulaştırabiliyor. İşte burada da içle dış arasında, duyguyla fiziki güç arasında bir iletişim kuruyor. Bu nedenle onun öykülerine çift biletli öyküler de diyebiliriz. Öykülerle ilgili çok şey söylemek, çeşitli alıntılar yaparak öyküleri uzun uzun analiz edebilmek olası, fakat kitap tanıtım yazılarının uzun olması nedense okuyucuda bir yılgınlık yaratıyor. O nedenle ben öykülerle ilgili düşüncelerimi burada bitirip, biraz da kitaplardaki şiirlerden örnekler vererek, düşüncelerimi belirterek yazımı bitirmek istiyorum.

Necla Maraşlı’nın şiirlerinin çoğu güçlü şiirler. Örgüsüyle, iç sesiyle birer melodi oluşturacak kadar güçlü her biri. Bu şiirleri okuduğunuz zaman edebiyat tarihimize bir yolculuk yapmak zorunluluğunu hissediyorsunuz. Bu yolculuğunuz seksenli, yetmişli, altmışlı, kırk ve ellili, milli yazın dönemi, Servet-i fünun, Tanzimat dönemi, daha öncesi, Divan edebiyatı, ondan da öncelere doğru devam edip destanlara kadar gidebilir. Eğer bu uzun yolculuğu yaparsanız Maraşlı’nın şiirlerinden daha çok tad alırsınız bence. Çünkü her şiirde ayrı bir dönemin izini bulmanız olanaklı.

Bunu söylerken Necla Maraşlı birilerine benziyor demek istemiyorum. Onun şiirinde birçok şiir zamanının izi var ama onun şiiri kendine özgü bir örgüde olduğu için geleneksel öğeler şiirlerde tamamen erimiş. Ayrıca Maraşlı, zamanı da ustaca tarihe bırakmasını bilen biri olduğu için şiirlerinin özgünlüğü de kendine ait. Şiirlerdeki benzetme zenginliği Maraşlı’nın başka bir özelliği. Şiirlerden bazı örnekler alarak bu durumu biraz açmaya çalışalım.

“Ben hayatı hep
Penceremin karesinin izin verdiği yerden izledim.
Hatırlayamadığım bebekliğimde
Anlam veremediğim belki de,
Penceremin dışında rüzgarla oynaşan
Bir kavağın dallarındaki yapraklarla söyleştim”

Son iki dizeyi bir kaç kez okuduğumuz zaman, geriye dönüş yapmamamız, edebiyat tarihimizdeki şiir örneklerinden bazılarını anımsamamamız olanaksız. “Rüzgârla oynaşmak”, “Yapraklarla söyleşmek” ve bu deyimlerin ahengini şiire katabilmek bence ustaca bir iş.

Bir başka şiir dörtlüğüne şair birkaç yaşamın felsefesini sığdırmış. Kendi bir şey söylemiyor, ama dizeler bunu bize kolayca anlatıyorlar.

“Nasıl yaşarım ben sensiz nasıl
Kollarımda tutarken titreyen seni
Dudaklarımda gözlerinin tuzuyla
Sen gitmedin ben öldüm asıl”

Bu şiirde, gitmeyenlerin, gidenlerin ve ölülerin (bizde sevgisi ölenler de ölü sayılmaz mı?) felsefi anlatımının penceresi sagulara doğru açılmamış mı sizce de?

“Aşkı yolların karesine esir verdik,
Oysa biz maviyi severdik.”

Bu dizelerle şair bizi götürdüğü uzaklardan nasıl da geriye, günümüze getiriyor. Bir başka şiirinde ise:

“Soru işareti gibi asılı kaldım yaşamda
Okşayacağını sandığım el kopardı etimi.”

diyerek yaşam mahşerinin içindeki insanın yüzünü gerçek duvarına döndürüyor. Elbette sadece duvara bakmamız için döndürmüyor.

Umuyorum ki, Necla Maraşlı’nın şiir ve öykülerini edebiyat insanlarımız daha detaylı değerlendireceklerdir.

......

MURAT TUNCEL


ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI