Filozof Rus Tevfik’in ölümüne iki yüzden acımalıyız: Birincisi, halk ş¡irinin her çeşit lezzetini bize tattıran çok kıymetli bir şairimizi kaybettiğimiz için. İkincisi, hayatını boşyere heder edişine!
İnsanların arasında sıhhatini, servetini israf edenler olduğu gibi, zekâsını, kaabiliyetini de israf edenler vardır. Rıza Tevfik, bu ikincilerin başında gelir!
Bütün hayatı boyunca ne yapmaması gerekse yapmıştır, ne yapması gerekse yapmadı. Mütarekede Ferit Paşa Kabinesinde Maarif Nazırlığına tenezzül eden Rıza Tevfik’ten, bunu unutturacak yüksek bir ruh hamlesi beklenirdi, tam tersini yaptı: Osmanlı Devletinin ipini eliyle çekmek için Sevr Muahedesini imzaya koştu. Sonra da bu şerefsiz kalemi İstanbul’a getirip Robert Kolleje hediye etmiştir.
Balkan Harbinden sonra bir gün, Rıza Tevfik, üniversitede büyük Türk Şairi Fuzulî hakkında bir konferans verecekti. Düşünüyordum ki, bu konferans, daha ziyade millî gururumuzu okşamak için veriliyor. Fuzulî’nin sanatını anlatacak sözlerde kırılmış duygularımızın tesellisini bulacağız.
Birçokları gibi ben de bu konferansı dinlemeğe koştum. Salon hıncahınç doluydu. Rıza Tevfik alkışlarla kürsüye çıktı. Fakat, orada müdafaa ettiği tez şu oldu: Fuzulî Türk değildir!

Doktordu, doktor olmadı, filozoftu, filozof olmadı. Fikir ve sanat adamıydı. Gençliğe bu yolda da rehber olmadı. Bize ondan kalan yalnız bir şiir kitabıdır.
Son basılan “Serab-ı ömrüm” ü karıştırıyordum. Az kalsın, bu kitapla şairliğini de mahvedecekmiş. Çünkü bir şiir kitabına ancak bu kadar yersiz ve değersiz şeyler doldurulabilir!
Eserin başında, duvar afişine benziyen çerçeveli bir sayfa var: Tahdisi nimet ve arzı şükran. Neymiş? Kitabın bastırılması için bir zat para vermiş. Bunu, mutlaka okuyucuya da söylemek lazımsa, saygılı, samimi, nazik birkaç satırla teşekkür etmek mümkündü. Yoksa, böyle bir duacı hâfız diliyle, hediye sahibinin hasep ve nesebinden, semahatinden, asalet ve necabetinden, hayrat ve hasenatından bahsetmek - yapanı da yaptığına pişman edeceği bir tarafa - sanatkâr gururuna yakışmıyor.
Bir iki sayfa daha çeviriyorsunuı. Bu sefer de Cenap Şahabettin’in bir mektubunun klişesi. Mesele şu: Birinci Harbde, Harbiye Nezareti Hâmit’i, Nazif’i, Cenap’ı çağırmış. Askere şevk ve cesaret verecek eserler yazmalarını istemiş. Bunlara bol yazı ücretleri verilecekmiş. Enver Paşa da, Rıza Tevfik’ten hamasî destanlar rica ediyormuş.
Filozof, işte bu mektubu tariz yollu bir dille vesika diye neşrediyor. “Ben, öyle parayla ısmarlama şiir yazmam!” diyor. Ama, Harbiye Nezaretine gidip Enver Paşayı aramayı da ihmal etmemiş! Bir defa, bir şairin, memleket müdafası için kendisinden istenen şiiri yazması ısmarlama sayılmaz. Buna takdir edilen ücreti almakta da yüz kızartıcı birşey yoktur. Fakat haydi, bunu Filozofun sanat ahlâkındaki taassubuna verelim. Ya, kitabın içinde bir Arap Emîrine yazılan caizelik kasideler ne oluyor? Ne de olsa bir Osmanlı Devleti Nazırının, daha dün tebaasında olan bir zata (hem de bu yerlerin nasıl ayrıldığı malûm!) :
"Kapında bir bedevi abdı canfedayım ben'’
diye kulluk, kölelik etmesine ne demeli?
Filozofu, vatana dönüşünde sevimli yapan, gurbet illerinde çektiği mihnetlerdi. Bu duyguyu da öldürmek için: “Ben orada rahattım. Gelmiyecektim ya..” gibi sözlerden sonra şu kıtayı da kitabına koymayı ihmal etmemiş.
“Gurbet illerinde zelil olmadan
Gününü gün etmek hayli hünerdir
Atalar süzünce insana vatan;
Doğduğu yer değil, doyduğu yerdir."
Fakat, asıl okuyana hayretinden parmak ısırtan “Rumeli için” adlı şiirindeki mısralar. Balkan Harbinden sonra, çetin parti mücadeleleri sırasında Rıza Tevfik Rumeli'ye gitmişti. Orada bir münakaşa olmuştu. Filozofa tecavüz etmişler, sövmüşlerdi. Sonra Balkan Harbi çıktı, Rumeli’nin bir kısmı da Bulgarların eline geçti. Rıza Tevfik, o vakanın öcünü almak için yazıyor:
"Anama sövenin kızı, avratı
Domuz çobanından döl aldı gitti.” (x)
Bunu nasıl söylerdi? Filozof o kadar kinci miydi? O derece millî duygulardan mahrum muydu? Hayır, sadece ayarsızlık!
Şiirlerinin yanına, söyleniş sebeplerini anlatan notlar koymuş:
“Seni ilk gördüğüm o gündenberi
Gamla geçirdiğim günleri saydım.”
diye başlıyan o güzel koşmanın, kimin için söylendiğini bu notlardan öğreniyoruz. Karısiyle Bursa’da imişler. Bir muhacir arabasında, banyodan acele çıkmış, saçlarını gelişigüzel toplamış, peçesini bir yana atmış bir kadına rasgelmiş. Onun için söylemiş:
"Matemi hicrana attın Rızayı,
Bilmezsin çektiğim cevrü ezayı.
Ben sana nakledip bu macerayı,
Dizinde ağlasam, ah ağlasaydım!”
Yaşına başına dua etsin! Eğer genç olsaydı, sinirli, kıskanç bir hanımla da evli bulunsaydı, bunu böyle açıkladıktan sonra saçından, sakalından eser kalmazdı.
“Serab-ı ömrüm” deki aruz şiirlerinin pek meşhur olan bir ikisi müstesna, öbürleri Serveti Fünun edebiyatı taklitlerinden ibaret. Kıtalar, gelişigüzel söylenmiş lâflardan başka birşey değil. Mersiyeler, tarihler de öyle.
Fakat, bütün bunlara rağmen Filozof şairdir. Onun sözlerinde içimizde gizli bir noktaya dokunan birşey var. Ara sıra bu ince noktayı buluyor, ruhumuzdan tatlı, esrarlı bir cereyan geçiriyor. Zaten şiir de bu değil mi? Kaabiliyetini yoketmeğe o kadar uğraştığı halde muvaffak olamamış. Koşmalarında bir ışık çizgisi gibi temiz Türkçeyi tattıran mısralarının üstüne, inadına, terkipler, klişeler doldurmuş:
— Peymanı cânı lep, goncai sevda, mahmuru hülya, aşk. daha neler! Hem de bunların çoğunu dilden artık bu türlü şeyler atılmaya başladıktan sonra yapmıştır.
“Göksu’da flört” şiirindeki gibi hafiflikler, veyahut:
"Ulvi Anahita!.. dilber sitare’” gibi, Serveti Fünun edebiyatının tereddisini hatırlatan mısralar, hastabakıcılara ilânı aşklar, hiçbiri, hiç biri bu işi yapmaya muvaffak olamamış!

Ölüm, bütün bunları tasfiye edecektir. Filozof, doktor, politikacı, Nazır, uzun sakallı resimleriyle kendisini Tolstoy’a benzeten Rıza Tevfik unutulacak, Tevfik Fikret’ in dediği gibi, hayal ve his dolu mısralariyle şair Rıza Tevfik kalacaktır.
Zaten, cezasını nefsinde ödediği işlerinin hesabını sormaya hakkımız yoktur. Bizim üzüntümüz, bu müstesna yaratılmış insanın, beklendiği kadarını veremeyişinden geliyor. Yapabileceği çok şey vardı.
Ötedenberi hissetmiş olacak ki son şiirini kendine acımakla bitirmiştir. O kadar övündüğü sıhhati ölümünden önce bozulmuş, ağır bir ameliyattan sonra bir felç, geçirmişti. O zaman şunu yazmış:
Darbei felç ile büküldü belim,
Kalem tutmaz oldu artık sağ elim,
Ben o feylesofu şairim, lâkin
Bilfiil hizmet kaadir değilim.
Kusursuz ve temiz bir özüm kaldı.
Yaşamakta arzum ve gözüm kaldı
Çok teessüf ederim, bu millete
Henüz söylemedik çok sözüm kaldı!
Gene içimizdeki o noktayı arıyor, gene ruhumuzdan o esrarlı cereyanı geçiriyor, gene ona göklerin kapılarını açıyor, gene onu seviyoruz.
(x) Hatırımda kaldığına göre bu şiirin ilk şeklinde "domuz çobanı" değil, "Bulgar Gâvuru" idi. Sonra Bulgarlarla dost olduk diye, siyasi nezaket mi, yoksa “gâvur” tâbirini vicdan hürriyetine mi uygun bulmadı, her nedense, böyle yapmış
ORHAN SEYFİ ORHON
Taha Toros Arşivi, 001514552006

ŞİİRLERİ