OKTAY RİFAT

YAŞAYlP ÖLMEK, AŞK VE AVARELİK ÜSTÜNE ŞİİRLER:

Oktay Rifat, Melih Cevdet, Orhan Veli üçlüsü, kalın çizgileriyle birbirine çok benzeyen ama, özde, biçimde bıçak sırtı ayrımları olan şiirler yazmışlar. Birbirine yakın çıkardıkları ilk kitaplarına bakıyorum. Oktay Rifat Yaşayıp Ölmek'teki (II. Bölüm) şiirlerle Orhan Veli'nin ilk şiirlerini ansıtıyor. Yaşama, ölüm, sevgili üstüne yazılmışlar. O. Veli'ninkiler gibi. Dış biçimleri de benziyor. Ayaklı uyaklı. Önemli olan, bu benzeyen yan değil. I. Bölüm şiirlerdeki o bıçak sırtı ayrım.

Melih Cevdet Anday'ın Rahatı Kaçan Ağaç'ı ile karşılaştırıyorum bu bölümü: Anday, Telgrafhane'nin başında uzun uzun alay ettiği lirizm'i birinci kitabında çok bol kullanmış. İçli romantik şiirler yazmış. Hayal kurmuş, dilek dilemiş. Oktay Rifat öyle değil. Hayatın yan tutmayan bir gözlemcisi sanki. Gözlemiş ve yazmış. Kendini dışarda tutmasını, kendini bile dışardan gözlemesini bilmiş.

Anday'dan: Çamaşır asılı ipte/ Duran küçük serçem/ Bana acıyarak mı bakıyorsun/ Halbuki ben güneşin/ Ve ilk beyaz yaprakların altında/ Senin uçuşunu seyredeceğim. (Serçe)

Oktay Rifat'tan: Ne güzel enseyi geçmemesi saçların/ Alnımızda bitmesi/ Tane tane olması kirpiklerin/ Tel tel olması kaşların/ Ne güzel insan yüzü/ Elmacık kemiği ve on parmak/..

İki şiir karşılaştırıldığında ayrım açıkça görülür. Aynı ya da benzer konular bile bu iki ayrı açıdan işlenmiş. Oktay Rifat'ın "Kırlangıç" şiiri, savımızı pekiştirmemize yardım ediyor:

Bir telgraf direği bana/ Kırlangıcı hatırlatır/ Bir kırlangıç yolculuğu/ Halbuki kırlangıç eskiden/ Bana evimi düşündürürdü/.

Oktay Rifat'ın şiire girişi, Anday'ın ve Orhan Veli'ninkinden çok daha sağlam, daha ölçülü.

AŞAĞI YUKARI: Boyu kısa, eni dar şiirler var. Bir de "İstanbul Şiiri, Fadik ile Kuş, v.b." birincilere örnek:

Şu zeytinyağlı dolma/ yemek değil rezalet/ Rezalet rezalet/ Hürriyet müsavat adalet./

Tipik bir garipçi şiiri. Konularını eşitsizlik, yoksulluk, tutsaklıktan almış ozan. Özü verirken alay, tekerleme gibi biçim ögelerini kullanmış. Bu kitabı da Melih Cevdet'in aynı yılda yayınladığı Telgrafhane ile karşılaştırıyorum. Aynı konuları işlemekle kalmamış, iç biçim benzeşmesi de başlamış.

Örnek: Aşağı Yukarı'da "O Gün Bugün" ile Telgrafhane'deki "4 x 400 engelli." İkisinde de Osmanlı tarihinin mekanik padişah dizisinden yararlanılmış. Melih Cevdet Anday bu mekanikliği olduğu gibi şiire de uygulamış, Oktay Rifat ise, konusunu açımlamış. Mekanik bir dizileme yerine, tarihsel bir öykülemeyi yeğ tutmuş. Öyküsünün toplumcu sonucunu bildirmiş:

/ Ve dünya kadar nutuk/ Ve dünya kadar ferman/ Gene köylünün elinde kara saban/ Gene halkımız yarı aç yarı tok perişan./

Oktay Rifat'ın şiirlerinde önemli bir özellik de folklora yaslanması. Türküleri şiirine rahat yedirebilmesi.

/ Kasımpaşa kıyıları tersane/ Bir kız sevdim alimallah bir tane/ Her dem sevdalıya kız mız bahane/ Top çiçeğim deste gülüm/ Canım İstanbullum aman aman bahane./

İSTANBUL ŞİİRİ: Ozan, İstanbul'un bir sabah uyanışında olağanüstü güzelliğini, renkli yaşamını, çeşitli insanlarını, hayvanlarını, onların ilişkilerini yine olağanüstü bir öykü, daha doğrusu masal anlatma tekniğiyle vermiş. Bu şiir İstanbul üstüne yazılmış en güzel şiirlerden biri olduğu gibi, Türk şiirinin de hala en iyi örneklerinden. (İç ve dış gerilim, hareket ögelerini en ölçülü taşıyanlardan) Şiir eskir, modası geçer diyenlere salık verilir.

"İstanbul'un üstüne güneş doğdu" dizesiyle başlayan her parçada bir başka sokağa, kahveye, eve, bir başka görüntüye ışık tutuluyor.

/ Haydarpaşa'dan Pendiğe kalkan tren/ Trenden başka her şeye benziyordu/ Beygire benziyordu meselâ/ Tavşana benziyordu/ İşin tuhafı/ Pireye benziyordu./

Bu beygire, tavşana, pireye benzeyen treni kim görmüştür? Bir çocuk elbette. Nesneleri masalda olduğu gibi değiştirimlere uğratırken ilgili insanların imgelem güçlerini kullanıyor. Dilini de. "Bizim kel beslemeye söylüyorum efendim" diyor. Acımasız İstanbul hanımefendisi, Efendimli bir incelikle, beslemeye nasıl işkence yaptığını anlatıyor. Ali ile kanaryasının serüveni de bir başka plân uygulanarak şiire aktarılmış. Görülmektedir ki uygulanan ana teknik sinema tekniği. Öteki yan teknikler (Masalsı anlatım, kişileri ve nesneleri kendi durumları içinde biraz da abartarak, biraz çelişkiye düşürerek konuşturması v.b.) yardımıyla gerçekten olağanüstü bir sonuç almış.

"Fadik ile Kuş"ta da aynı teknik uygulanmış. Toplumcu anlayışla şiir yazma, şiirden ödün verme ile olur diyenlere de salık verilir.

KARGA İLE TİLKİ: Kuru, sert, sabırsız, aceleci. Biçim olarak bir önceki kitabın uzantısı sayılabilir. İçerik olarak da. Ama bir bıkkınlık, bir darlık içinde şiir kendi kendini yemiş. Bilinç keskinleşmiş. Romantik bir iki küçük parça var. İyice.

PERÇEMLİ SOKAK: Yıl 1956. D.P.'nin umutsuz yılları. Nefesler kesilmiş. "Karga ile Tilki" sürdürülemeyecek. Zorunlu bir dönüş. Biraz acıklı, biraz gülünç. Susma sırasının geldiği yerde boşuna konuşma. Birinci yeniye olduğu gibi, "İkinci Yeni"ye de öncülük etme garipçi Oktay Rifat'a düşüyor. Kuramını da koyarak Perçemli Sokak'ı yayınlıyor.

Savı şu: Sözcüklerin, gözümüzün önüne gelen görüntüleri vardır. Sözcükler bir arada kullanıldığında bu görüntüleri gözümüzün önüne getirebiliyorsak, sözcüklerin anlamı var, olası bir görüntüsü yoksa, anlamı da yok demektir. Şiir bir sözcük, dolayısıyla bir görüntü sanatıdır. Öyleyse, yalnızca olabilecek görüntülere bağlanması istenemez. Anlamla da bağlı kalması beklenemez.

Gerçeği kurcalamak, gündelik, alışılmış gerçek düzenini değiştirmek olası değil. Bunu ancak sözcüklerle, görüntülerle yapabiliriz. v.b.

/ Dökülür asmaların kurnasından/Ot saçlı üzüm gözlü/ Yeşil papağanların kanı./

Önce yok edip, yoktan birşeyler çıkarmaya bile çalışmama. Bir devrim değil, bir anarşi bu. Kitabın en başarılı olduğu yerler anlama dayalı olanlar.

/ Döğdükçe, karanlığı balık/ Uçar gök hafifçe/ Eski püskü martılara doğru/ Kanar mavi hırkası güneşin/ Giyile giyile./

Güzel olan, ilginç olan, anlamın geliştirilmesi, genişletilmesi, sonuna dek zorlanması, hatta değiştirilmesidir. Yok edilmesi değil. Kaldı ki yeni bir buluş da değil bu. Batıda çok önceleri yapılmış. Bizde, Divan'dan beri zaman zaman yapılmış. Halk şiirinde de var.

AŞlK MERDİVENİ: Öncesini sürdürüyor. Bu iki kitap yazılmasa da olurdu.

ELLERi VAR ÖZGÜRLÜĞÜN: Oktay Rifat şiirinde bir aşama yaptı bu eseriyle. Perçemli Sokak ile başlatılıp, Aşık Merdiveni ile sürdürülen deney de bir çıkmaza vurmamış oldu onu. 1960 sonrası özgürlük ortamında payı olan bu gelişim Türk şiiri için de yararlı oldu. İkinci Yeni'den birikenler, yeteri kadar lirizm, bireyci şiire de, toplumcu öz taşıyana da aynı oranda uygulandı. Boş duygulanımların, benzetmelerin içi şiir özüyle dolduruldu.

Ozan, "En Derin Kutular" da kadın saçı için şöyle dört mısra kurmuş: / Topuz yapsak ay doğar dağın ardından;/ Çözsek tel tel, yürek yağmurda ezilir;/ Halı etsek de uzatsak altınıza/ Ne biçim bir kıyamet kopar kimbilir./

"Üçüzler 3"te öfke için dedikleri:

/ Öfke, öptükten öte yansıyan kuş/ Sonsuzun, aklın eli, kızlığında/ Öfke çalkalanmış denizin bütünlük/ Bayrağından sıçrayarak gelen taş/ Öfke yoksullar dili bizce üstün/ Öfke, insan öfkesi fakfonunda./

Şiir budur işte. Toplumcu şiir mi, bireyci şiir mi? Şu mu ya da bu mu? Biz tartışaduralım, şiir yazılmada.

/ En doğru işlediği zaman saatlerin/ Akşamüstü; bir kuş kımıldamaz havada./ Şehir boyasını tazeler aynalarda/ Sokak gönlümüzcedir, kusursuz ve tamam./ Susarız yapayalnız, çay, tütün ve kalem./

İyidir aşırılıkları denemek. Sonunda klasik güzelliğe katmak için derlenmiş bir yığın çiçek olacaksa kucakta.

Haşim'den, Tanpınar'dan, Dıranas'tan sürüp gelmiş olanı daha bir görkemli kılmış ozan.

"AGEMEMNON": Azar azar ufalan, biten, yeniden büyüyen, sincap gibi kuşkuda, kesici, delici ve yakıcı silahların korkusunda olanın, suçunu değil, durumunu bilenin destanı.

Daha öteye gider onlar, masallara, dinsel kovuklara. Daha daha öteye oysa, eken, biçen, deliksiz kayadan baltayı ve ateşi çıkarmıştır onlar. O kara somunlara sürülenler.

/ Sürüsel bir mazgaldan bakıyoruz düşmana, tıpkı tıpkısına kuş gibi, susuyoruz ve bağırıyoruz topluca./

... / Yan yana diziliyorduk tek tek, zincire benzer kopmalarla bağlı, bağlantılarla aralık, dirsekler dokunuyor ya yeter bize./

"Böyle olsun" diye buyuranlar var. Gümüş tastan su içenlerdir onlar. Onlarla savaşmak gerekiyordu, kalkmak kalkmadan, yürümek yürümeden, saldırmak vursun diye. Vurmak gerekiyordu, vurmamakla bir. Ölmek gerekiyordu.

ÖLMEK DE ÖLMEMEK GİBİYSE NEYE YARAR: Çağırıyoruz durmadan: "Anlamca gel, bize gel" ... "En kanlı yaşları döküyorum gel be. Sen tüm olan, bütün ölüleri ve dirileri kavrayan. Sen tek."

İnsan önce durumunun bilincine varmış ozana göre. Kurtuluş diye kavgaya başkaldırmaya sarılıyor. Ölüm var sonunda. Ölümse, hangi çeşidi olursa olsun ölüm işte. Ne demeye onlardan birini beğenmeli. Kurtulma isteğinden geçilmezse, ölüm de varsa, bir başka yere yönelir insan. Tüm olana. Ölüleri, dirileri, birliği içinde kavrayana.

Ozan, bilimin aydınlığından esinlenmek yerine "Varoluşçu Felsefe"ye de saplansa, ilgiye değer yanı var: Düşüncesinin kökenlerini aydın insana değil, çalışan, yaratan, ezilen halka bağlıyor.

Saptırılmış bir bilimsellik değil de, bilimsel olmayanın bilim ve akıl içine sokulma çabası.

Dağlarca'mn Asu'sunda da benzer bir çalışma var. Evrensel olma, insanı daha geniş düşün kapsamı içine alma dileği ile ozanca yaratıcılık (Dağlarca'da tanrılık) birleşince böyle ilginç sapmalar ortaya çıkıyor. OKTAY RİFAT bize göre, bu destanıyla değil, aydınlık duru, bilimsel bir dünya görüşünün uzak plandan eşlik ettiği Şiirler'iyle kalıcı olacak.

GÜLTEN AKIN
Şiir Üzerine Notlar, S. 65-69

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI