ALİ NAKIPOĞLU
1891 - 1969





"NAKIP ALİ'DEN 35 YIL SONRA"

Nakıp Ali'nin ölümünün üzerinden 35 yıl geçti. Ben bugün sinemayı seviyorsam bunda sinemacı Nakıp Ali'nin büyük payı var.

Ünlü müsünüz? Her yıl, öldüğünüz gün anılırsınız. Başlangıçta sizi anma törenleri bayağı kalabalık olur. Sonra o kalabalık yıllar içinde dağılır, erir gider. Yine de bir yerlerde ölüm tarihiniz yazılı kalır. Nice önemli kişi vardır, hak ettikleri yaygın üne kavuşamamışlardır. Onları ise aileleri anar sadece. Dört gün sonra, 1 Nisan, bu önemli kişilerden birinin 35'inci ölüm yıldönümü. Nakıp Ali'nin.

Nakıp Ali Gaziantep'te sinemacıydı. Çevresini seven, yurdunu seven, coşkulu, neşeli, yürekli biriydi. Adam gibi adamdı. Onun için az yazı yazmadım. Bugün sinemayı seviyorsam, bu sevginin kaynağında onun büyük payı var. Bunu sık sık dile getirmek boynumun borcu...


Nakıp Ali, Güneydoğu Anadolu'da sinema açan ilk kişiymiş. Ahşap Asri Sinema (sonradan altı beton, üstü beton Nakıp Sineması oldu) açılınca, Antepliler bu yeniliğe büyük ilgi göstermişler. Nakıp Ali, "Sinemam öğrencilere bedava. Büyükler de gece okuluna yazılıp müdürden kağıt getirirlerse onlara da bedava" demiş. Koca koca adamlar, sinemaya gidebilmek için gece okuluna yazılıp okuma yazma öğrenmişler.

Böylesine bir okuma yazma seferberliğinin komutanıydı Nakıp Ali.


Onunla ilgili nice anım var... 12 yaşındaydım. İlkokulu bitirdikten sonra öğrenimimi sürdürmem için babam İstanbul'a göndermişti beni. Yaz tatillerinde, yarıyıl tatillerinde gidiyordum Antep'e. 1949 Ocak'ında yarıyıl tatili için Antep'teydim yine. Kentte son günümdü. Ertesi akşam trenle İstanbul'a dönecektim. O gece annemle babam sinemaya götürdüler beni. Nakıp Ali'nin sinemasına.

"İki film birden" izledik. Sinemadan çıkarken Nakıp Ali beni gördü. "Nasıl, beğendin mi filmleri?" diye sordu. "Beğendim ama gelecek program çok güzel. Onu kaçıracağım" dedim. "Niye?" dedi Nakıp Ali. "Önümüzdeki hafta oynatacağız." "Ben yarın akşam İstanbul'a gidiyorum" dedim. "Talihine küs" dedi Nakıp Ali.

Ertesi sabah dokuzda bizim kapı vuruldu. Açtım. Bir adam. "Nakıp Ali seni istiyor" dedi. Sinemaya gittim hemen. Nakıp Ali kapıdaydı. "Gel otur" dedi. Salonda bir koltuğa oturttu beni. Görmek istediğim filmi 12 yaşındaki o çocuk için, sadece benim için oynattı.


Yaş 13-14. İstanbul'da Beyoğlu'na çıkınca sinemaların kapıları üstündeki fenerlere (özel olarak yapılmış kocaman, renkli afişlere) nasıl da hayran hayran bakardım. Antep sinemalarının kapıları üstünde de büyük afiş tahtaları vardı ama o tahtalara aynı afişten birkaç tane yan yana çakılırdı.

Yaz tatilinde Nakıp Ali'ye, "Neden sen de kapının üstüne kocaman afiş asmıyorsun?" diye sordum. "Kime yaptırayım?" dedi. "Ben yaparım" diye cevap verdim. Kapı üstündeki afiş tahtasının ölçülerini aldım. Evimizin avlusunda kağıtları yan yana yapıştırdım. Toprak boyayla sarı bir zemin çektim. Lacivert harflerle filmin adını yazdım. Kuruduktan sonra afişimi katlayıp sinemaya götürdüm. Nakip Ali, makinist, gişeci, tam hatırlamıyorum ama sanırım bir de komşu kahveci, bu "başyapıt"ı ilk gören kişiler olma onuruna erişmek üzere koşup geldiler.

Afişi açıp yere yaymamla birlikte her yanımı soğuk ter bastı. Çocuğum daha, nereden bileyim... Toprak boyaya, tutsun diye tutkal katılırmış. Benim afişteki toprak boya toz olup akmış, sarılar lacivertlere, lacivertler kırmızılara karışmış. Nakıp Ali bir afişe baktı, bir bana. "Eline sağlık!" dedi. Sonra adamlarına döndü: "Asın şunu!" Benim fener, kapının üstünde bir hafta asılı kaldı.


Türkiye'de ilk sinematek İstanbul'da kurulmadı. Antep'te kuruldu. Gerçi " Gaziantep Sinema Tiyatro Derneği" ydi adı (o zamanlar, 50' lerin sonlarında, "sinematek" sözcüğünün varlığından bile habersizdik). Sevgili Orhan Barlas'la "Anteplilere güzel filmler izlettirelim" diye bu derneği kurmuştuk. Rauf Kutlar da bizi destekleyince, Nakıp Ali'ye gittik.

Nakıp Ali. "Hayırlı bir iş yapıyorsunuz, sinemam sizin. Ne zaman isterseniz kullanın," dedi.

Adana'ya film almaya gittim. İşletmecileri dolaştım. İstediğim filmleri bulamıyordum. Sanat filmi deyince neler neler koyuyorlardı önüme. Sonunda akıllı bir işletmeci, "Haa," dedi, "sen edebi film istiyorsun."

Yanımda Carol Reed'in "Adalar Sürgünü"yle döndüm Antep'e.

Derneğimizin açılış gecesi geldi çattı. Nakıp Ali'nin sineması tıklım tıklımdı. Kültürle ilgili bir etkinlik olduğu için, Vali'nin önerisiyle, Milli Eğitim Müdürü bir konuşma yapacaktı filmden önce.

Müdür sahneye çıktı. İçkiliydi. "Sayın Vali'nin Hanımı, Sayın Savcı, Sayın Hanımı," diye söze başladı.Sonra, "Bunlar bir dernek kurmuşlar. Film gösterip halkın kültür düzeyini yükselteceklermiş. İnsan sinemaya niçin gider? İnsan sinemaya baldır bacak görmek için gider," dedi, indi.

Donakalmıştık. Birdenbire Nakıp Ali fırladı sahneye. "Ben," dedi, bu bölgenin en eski sinemacısıyım. Tahsilim yok. Ama bildiğim bişi var. İnsan sinemaya gider ve orada görmek istediğini görür. Kimileri sinemaya gider ve orada görmek istediğini görür. Kimileri sinemaya güzel şeyler görmek için giderler. Onlar güzel şeyler görürler. Kimileri de sinemaya baldır bacak görmeye giderler. Onlar da sadece baldır bacak görürler."

Alkışlar arasında film başladı.

Ertesi gün Orhan Barlas'la oturup bir bildiri kaleme aldık, Milli Eğitim Müdürü'nü kınadık. Bildirimizi de Vasıf Güllüoğlu'nun baklavacı dükkanının camekanna astık.

Boşuna zahmet etmiştik aslında. Nakıp Ali'nin söylediklerine ne ekleyebilirdik ki!


Nakıp Ali, yine çocukluğumda, Belediye'ye başvurdu. Bilet fiyatlarını 25 kuruştan 34 kuruşa çıkarmak için.

Belediye'den yanıt geldı: "Sinemana kalorifer yaptırırsan, koltukları marokenle kaplatırsan, olur."

Nakıp Ali Belediye'yi bastı o gün:

"Ulan pazarda biber kendi kendine kalorifer mi taktırdı da 8 kuruştan 10 kuruşa çıktı? Patlıcan kendini marokenle mi kaplattıda 12 kuruştan 20 kuruşa çıktı?"


Nakıp Ali bir Hac filmi getirtti Antep’e. Camii hocalarını toplayıp ziyafet çekti; sonra da özel olarak filmi oynattı onlara. Ertesi gün, artık nereden çıktıysa, bir rivayet yayıldı kente: “Bu filmi yedi kere gören tam hacı, üç kere gören yarım hacı sayılır.”

Film kapalı gişe girdi gösterime. Haftalarca oynatıldı. Arada bir yaşlı kadınlar geliyordu Nakıp Ali’nin yanına:”Evladım, ben iki kere gördüm. Üçüncüsüne param kalmadı. Sevabına... Bari yarım hacı olayım.”

“Gir, bacım,” diyordu Nakıp Ali. “İstersen dört kere daha gel. Para mara istemez.”

Az kişiyi mi bedavadan aldı içeriye...

Dinine bağlı bir adamdı. Ama yobaz değildi. Saza gider, rakısını içer, eğlenmesini bilirdi. Çıkarcı değildi. Din sömürücüsü hiç değildi. Hınzırlığına yapmıştı bu işi.


“Nakıp Ali az kişiyi mi bedavadan aldı içeriye,” dedim. Yalnız Hac filmiyle sınırlı değildi bu. Kapı önünde, elleri pantolonlarının ceplerinde, hayran hayran afişlere bakan, ama paraları olmadığı için gişeye yanaşamayan çocuklara, “Ulan, ne diye kalabalık ediyorsunuz orada! Hadi, girin içeri!” derdi. Onlara meyan şerbeti ısmarladığı bile olurdu.

Sinemaya gidince meyan şerbeti içmemek olur mu zaten! Şerbetçiler, sırtlarında tulukları, taslarını çıngırdatarak dolaşırlardı salonda. Sadece filmden önce ya da iki film arasında değil. Film oynarken de dolaşırlardı. Bu yüzden kavga çıkardı bazen. Casus Kıran’nın salladığı sumsuğu (yumruğu) önlerinde dikilen şerbetçi yüzünden kaçıranlar ya da Jack Elam’ın öldüğünü görüp de şöyle bir of çekemeyenler basarlardı küfrü. Ama kısa sürerdi kavga. Nakıp Ali’nin gürlemesi duyulurdu: “Nâlet oğlu nâletler! Seyredecekseniz adam gibi seyredin! Burası sinema!”


Sinema-Tiyatro Derneği olarak kutsal görevlerimiz olduğunu düşünüyorduk! Oturduk, Orhan Barlas' la yabancı elçiliklere mektuplar döşendik. Sanat belgeselleri, özellikle sinema konusunda filmler istedik. Bir süre sonra Amerikan Haberler Merkezi'nden iki çuval film geldi. 16 milimetrelik kopyalardı bunlar. Çoğu sinema tarihiyle ilgiliydi. Onları ayırıp Dayı Ahmet Ağa İlkokulu'nun bahçesinde oynardık.

Çuvallardan bir de 35 milimetrelik film çıkmıştı: ''Washington Camii''. Washington'da yeni yapılan bir camiyi anlatıyordu. 10-12 dakikalık bir belgeseldi. Türkçeydi. Üstelik renkliydi.

''En iyisi, biz bunu Nakıp Ali'ye verelim, o oynatsın,'' dedik.

Nakıp Ali filmi aldı. Afiş tahtasına da koca harflerle ''Filmlere ilaveten 'Washington Camii'. Renkli. Türkçe sözlü'' diye yazdırdı.

''Washington Camii'' inanılmaz ilgi gördü. Filmler değişiyor, o değişmiyordu. Öteki sinemacılar sıraya girdiler.''Nakıp Ali'de işi bitince verin, bizde oynatalım '' diye.

Bizim belgesel bütün yaz afişte kaldı. Caminin Washington'daki cemaati, sanırım Antep'teki kadar büyük olmamıştır hiçbir zaman.


Korku filmlerinin yeri ayrıydı. Boris Karloff 'un, Lon Chaney Jr, Bela Lugosi'nin yerleri ise apayrıydı. Frenkenştayn, Kurt Adam, Drakula. Büyüyünce de çok korku filmi gördüm. Ama hiçbirinden o eski tadı alamadım.

Çoçuktuk bir kere. Kurt Adam birini mi parçalıyor, kendi kendimize, ''Rol icabı, rol icabı,'' derdik. Nakıp Ali'nin sineması da o korku filmlerinin havasına pek uygun düşüyordu. Perdenin yanında odun sobası. Salonun ortasında sütunlar. Gıcırdayan tahta koltuklar. Sinema, Frenkenştayn' ın şatosunun bir uzantısıydı sanki; perdedeki dekorun bir parçasıydı. Biz de olayı uzaktan izeyen seyirciler değil, Film bittiğinde sağ kalmayı başarabilen tanıklardık.

''Frenkenştayn Kurt Adama Karşı'' yı nasıl unutabilirim! Biz tek canavarla zor başederken şimdi ikisi birden karşımıza çıkmıştı. Filmin sonunda onlar boğuşurken biz kan ter içinde kalıştık. Halil Dayı' nın oğlu Aydın'ın baş ağrısı iki gün geçmedi; ama o, bunun nedeninin sinemada içtiği meyan şerbeti olduğunu söyledi hep.


Her filmi görürdük. Her filmi severdik. Ama yerli filmleri biraz daha az severdik. Biraz ''Yılmaz Ali'' , biraz da ''Kahveci Güzeli'' ilgimizi çekmişti. ''Hasret'', ''Taş Parçası'', ''Şehvet Kurbanı'' gibi filmlerden sıkılırdık. ''Dertli Pınar'' ile ''Fedakar Ana'' ise bıktırmıştı bizi. İkisi de yılda üçer-dörder kere oynatılırdı. Hele ''Fedekar Ana''... Sanırım, Nakıp Ali bu filmin kopyasına el koymuştu. Ne zaman filmsiz kalsa, hemen ''Fedekar Ana'' nın afişi çakılırdı sinemanın kapısına.

Acıklı filmlerden pek hoşlanmazdı Nakıp Ali. Bu yüzden, bazı yerli filmlerin sonlarını keserdi. Diyelim, oğlanla kız nice beladan sonra kavuştular, birbirlerine sarıldılar. Herkes tam oh çekeceği sırada kötü adam çıkıyor ortaya; oğlanı da, kızı da vuruyor... Nakıp Ali atardı makası. Oğlanla kız birbirlerine sarılınca ''Son'' yazardı perdede; film biter, seyirciler de mutluluk içinde evlerine giderlerdi.

''Tahsin Bey,'' demişti bir gün babama, ''hiç yabancı filmi kesiyor muyum! Onların acıklısı bile bir başka. Bunlar zırvalık. İyi bir b.. olsa kesmem. Millet zaten sıkılıyor, bir de ben mi içlerini karartayım!''


Sadece Nakıp Ali'de değil, bütün sinemalarda sık sık cereyan kesilir, film kopardı. Haydi, iki kere neyse... Üçüncü kerede, seyirciler, "Nakıp Ali'yi geçti!" diye bağırırlardı. Neredeyse her gün her sinemada olurdu bu.

1950'lerin sonlarında İstanbul'da, Atlas Sineması'nda film seyrediyordum. Her nasılsa film koptu. Beş-on dakika sonra yine koptu. İçimden tam "Nakıp Ali'yi geçti" diyordum ki, salonun çeşitli yerlerinden sesler yükseldi: "Nakıp Ali'yi geçti!"

Suburcu'dan Beyoğlu'na uzanan bir felsefeydi Nakıp Ali. Antep ağzıyla sinine (kabrine) nur yağa...


ÜLKÜ TAMER





Bu sayfa Ali Nakıpoğlu'nun aydınlık kişiliğini Şiir Parkı konuklarına tanıtmak ve yaşatmak amacıyla, Ülkü Tamer'in çeşitli yazılarından derlenmek suretiyle hazırlanmıştır . Ruhu şad olsun ...

Semiramis Kanbak





ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN :




ŞİİR PARKI