Sizlere iki sevdalının, Necip ile Telli’nin Kars yaylalarında yaşanmış acı ve
hazin hikâyesinden aklımızın erdiği, beynimizin idrak ettiği kadar bahsetmek
istiyoruz.
Necip ile Telli birbirlerinin amca çocuklarıydı. Necip küçük yaşlarından
beri amcasının kızına, Telli’ye âşıktı. Gelgelelim, kaderin ne olacağını, bizi nelerle karşılaştıracağını bilemeyiz; gaibe hükmetmek ancak cenabı Allah’a mahsustur.
Necip’in babası Ali Bey, oğlu delikanlılık çağlarına geldiğinde Allah’ın
rahmetine kavuşunca, Necip’in bu dünyada anası Gamlı Sultan ile bacısı
Sırma’dan başka kimsesi kalmamıştı. Anası ve kız kardeşiyle, şimdilerde artık
bir viraneye dönüşmüş olan, Sarıkamış’ın Tepeci köyünde yaşıyorlardı.
Günlerden bir gün, Necip artık vakti geldi deyip amcası Karaca Bey’in kızı Telli’yi
istemek üzere dünürcüler gönderdi. Fakat ne yazık ki amcası Necip’e kızını
vermek istemedi. Gelgelelim, Karaca Bey’in karşı çıkışı, Necip ile Telli’nin birbirlerine sevdalarını, içlerini yakan bu ateşi söndürmek şöyle dursun onu daha
da harlayıp alevlendirmekten başka bir şeye yaramadı. İkisinin de sevdasının
dumanı hâlâ başlarında tütüyordu.
Necip’in köyünde, cüssesiyle, fiziğiyle köyün delikanlısı olarak bilinen
Kara isminde bir delikanlı vardı. Necip ile Kara arkadaştılar. Bir gün kendi aralarında hasbıhal ederlerken Necip’in moralinin bozuk olduğunu fark etti Kara,
“hayırdır Necip, senin moralin bozuk geldi bugün bana,” dedi. Necip ne zamandır bu bahsi zaten açmak istiyordu Kara’ya, ona güveniyordu, “haberin yoktur
senin; ben, amcamın kızı Telli’ye elçiler yolladım,” dedi, “ama ne yazık ki kızını
bana vermedi amcam.”
Kara, arkadaşına sitem eder bir şekilde, “Necip, neden bana daha önce
bu konudan bahsetmedin,” dedi, “şimdiye çoktan halletmiştim.” Kara elbette
kendi düşüncesiyle, kendi yöntemleriyle, yani zor kullanarak bu konuyu hallederdim demek istiyordu. Zaten Necip de başka bir yolu kalmadığı için Kara’ya
gelmişti. Sonunda, Necip’le Kara birlikte Telli’yi kaçırmaya karar verdiler. Necip yardım etmeleri için birkaç arkadaşına daha haber verdi. Nihayet, Necip’le
arkadaşları Telli’yi kaçırmak için hazırlanmaya başladılar.
Derler ya, yerin kulağı vardır. Necip’in Telli’yi kaçıracağının haberi çok
geçmeden Karaca Bey’e ulaştı. Karaca Bey de kendisine göre bir hazırlık yaptı.
Nihayet o gün geldi çattı, Necip gece vakti amcasının evine vardığında, amcasının iki oğlu kalağın dibinde silahlarıyla nöbet bekliyorlardı [bizim buralarda, tezek yığınlarına kalak derler]. Amcasının oğulları Necip’i görünce üzerine
atıldılar. Necip de o can havliyle belindeki silaha elini attı, orada iki amcaoğlunu da öldürdü. Necip, Telli’nin hayaliyle gelmiş, fakat Telli’ye kavuşacağı yerde
bir anda iki amcaoğlunun katili olmuştu. Artık o kapıya nasıl gidecekti, ne yüzle gidecekti? Oradan eli boş, vicdanı azaplar içinde gerisin geri evine döndü.
Günler sonra, Necip bu vicdan azabına dayanamayıp Karaca Bey’in kapısına geldi. Karaca Bey artık Necip’le düşmandı, fakat düşman da olsa, kapınızı
açtıktan sonra bir şey diyemezsiniz ona, çünkü kapınıza gelmiştir. Karaca Bey
de eski insanlardandı, geleneği bilirdi, töreyi bilirdi, anlayışı bilirdi. Anladı ki
bu sevda ateşi bu delikanlının, Necip’in başını iyiden iyiye sarmış, “yavrum,
sen benim çocuklarımı öldürdün,” dedi, anlayışlı olmaya çalışarak, “ peki, şimdi ne istiyorsun benden?” “Amca, ben bu vicdan azabıyla yaşayamıyorum,” dedi
Necip, “evet, senin oğullarını öldürdüm, ama kızın Telli’ye de aşığım. Bunu da
yüzüm tutmuyor söylemeye, yüreğim el vermiyor anlatmaya. Kızını bana vermesen de haklısın. Ben, senin oğullarını öldürdüm. Benim şu silahımı al, sen
de beni öldür. Böylece, seninle ödeşmiş olalım.”
Büyük insanda büyük keramet
olur, Karaca Bey, “yavrum, ben farkındayım, benim kızımın sevdası senin başında yanıp tütmektedir,” dedi, “bunun farkındayım. Sen şimdi git, anneni bana
yolla, annen gelsin, kızımı sana istesin, sana vereceğim kızımı.”
Hiç kimse sonunun ne olacağını bilemez, onu ancak Allah bilir. Fakat Karaca Bey, daha başından Telli ile Necip’in evliliğinin sonunun hüsran olacağını anlamıştı. Sanki onlar murat almayacak, birbirlerine murat vermeyecekler
gibi bir endişesi vardı Karaca Bey’in. O yüzden daha başından beri karşı duruyordu bu evliliğe. Fakat ne çare, kızının da Necip’i sevdiğini biliyordu. Sonunda
razı geldiğini söyledi işte Necip’e. Bir hüzün, bir keder çökmüştü Karaca Bey’in
yüreğine.
Birkaç gün sonra, Necip’in anası Gamlı Sultan Karaca Bey’in evine gelip Telli’yi Necip’e istedi. Bir kağnıyla Necip’in evine Telli’yi gelin getirdiler. Allah
herkese hayırlı düğünler nasip etsin.
Aradan birkaç gün geçmişti ki Necip’in askerlik pusulası geldi. O zaman
da askerlik şimdiki gibi bir yıl veya on sekiz ay değil, tam beş yıl askerlik yapacaktı. Necip’in askerlik kâğıdı gelince, anası Gamlı Sultan, “yavrum, senin hanımın bana emanet. Sen de bacın Sırma ile beni Allah’a emanet et,” dedi, “Adil
divanda yemin ederim ki sen gelene kadar Telli’nin bir teline zarar gelmesine
müsaade etmeyeceğim.”
Necip ise endişeliydi, kadınları bir başlarına bırakıp gitmeye gönlü el
vermiyordu. O sıkıntıyla evden çıkıp köyün kahvesine gitti, orada oturmuş düşünürken yanına arkadaşı Kara geldi, “Necip, Telli’yi de aldın artık, niye düşüncelisin böyle,” diye sordu, “yoksa başka bir kederin mi var?” “Kara, biliyorsun,
benim askerlik kâğıdım gelmiş, ben askere gideceğim,” dedi Necip, “evimizde
başka bir erkek olmadığı için, evi kime emanet edeceğimi düşünüyordum.”
“Dert ettiğin şeye bak,” dedi Kara, “sen git, Allah’ın huzurunda, senin evin bana
emanet.” Gelgelelim, Kara o güne kadar Telli’nin yüzünü hiç görmemişti.
Gün oldu, Necip’in askerlik zamanı geldi. Necip ilkin nereye vardı; Kars
karargâhına vardı. Oradan nereye gidecekti; İstanbul’a gidecekti, askerliğini
yapmaya. Babasının da zamanında onun maiyetinde askerlik yaptığı Ahmet
Paşa’nın emrinde askerlik görevini yapmaya gidecekti İstanbul’a. O zaman
uçak mı, tren mi vardı; yoktu. Araba mı vardı; o da yoktu. Necip bu yolculuğu
ya deveyle ya at üzerinde ya da yaya olarak yapacaktı. Yola çıktı, günler, haftalar sonra Ahmet Paşa’nın karargâhına ulaştı.
Ahmet Paşa onu huzuruna çağırıp “yavrum, sen Ali Bey’in oğlusun, değil
mi,” diye sordu, “baban da benim yanımda askerlik yaptı. Baban nasıl, sağlığı
yerinde mi?” Necip başını eğdi, “Babam vefat etti, Paşam,” dedi. “Öyle mi, başın
sağ olsun yavrum,” dedi Ahmet Paşa, “peki, memlekette kimin kimsen var mı,”
diye sordu.
Necip, “bir anam, bir de bacım var,” dedi, utandığından evli olduğunu
söyleyemedi. “Bekâr olduğuna da sevindim,” dedi Ahmet Paşa, “böylesi senin
için daha kolay olacak.” Necip evet anlamında başını salladı, fakat içindeki derdi, kederi bir o bir de Allah biliyordu.
Beş yıllık bir askerlik görevi… İzinlerini bile kullanmayı düşünmüyordu Necip. “Bir an evvel askerlik görevimi bitireyim de, vatanıma, sılama, köyüme döneyim, Telli’min yüzüne bakayım” düşüncesindeydi. Efendim, Necip
İstanbul’da dursun, biz haberi nerden verelim, Tepeci köyünden verelim.
Tepeci köyünde bir gelenek vardı, köy ahalisi kış günleri köy odalarında toplanırlardı, yazın yapmış oldukları işleri anlatırlardı, çokluk abartırlardı,
ne kadar başarılı bir mevsim geçirdiklerini arz ederlerdi.
İşte Tepeci köyünde
yine o meclislerden biri kurulmuştu. Kara ile birlikte Necip’in bir çobanı da
vardı o meclisin içerisinde. Laflar işten güçten, tarladan, çayırdan, ovadan, attan, öküzden açılmışken, konu, mevzuat nereye geldi; güzeller davasına geldi.
“Falanın kızı güzel, filanın gelini güzel” diye anlatılmaya başlandı. Bu esnada
Necip’in çobanı laf arasına girip “efendim, bu köyde muradına eren kimse yoktur, varsa da bir tek Necip Bey’dir,” dedi, “çünkü bu köyde bir güzel varsa, o
da Telli hanımdır.”
Bu lafın üzerine Kara’nın kalbine bir kötülük damlamaya
başladı, “ulan, Necip bu evi bana emanet etti, Telli’yi de kendi elleriyle bana
bırakıp gitti,” diye düşündü, “eğer bu çobanın dediği doğruysa Telli’ye sahip
olmak için ben artık hangi zamanı, hangi fırsatı bekliyorum?” Allah, kötü insanlara fırsat vermesin.
Kara o güne kadar Telli’nin yüzünü hiç görmemişti. Gelgelelim, Necip’in
anası da Telli’yi ne dışarı çıkarıyor ne suya gönderiyordu, “yeter ki Necip’imin
sevdiğine kem gözler değmesin,” diyor, başka da bir şey demiyordu.
Kara sonunda Telli’nin yüzünü görmek için Necip’in evine varıp Telli’yi
yanına çağırdı. Telli, Kara’nın yanına geldi, fakat namahrem diye yüzünü örtmüştü. Kara orada her ne kadar Telli’ye kötülük yapmak istediyse de Telli nihayetinde bir Anadolu geliniydi, Kara’nın isteğine, arzusuna karşılık vermedi.
Kara istediğini elde edemeyince, kendi kendine bir plan yaptı, köyün içerisinde dedikodu yaymaya başladı, “Efendim, belki duydunuz, belki duymadınız; Necip askere gitti, evini bana teslim etti,” diyordu, “ama Necip’in kapısında zamparalar dolanıyormuş benim duyduğuma göre. Bu da beni çok rahatsız ediyor.”
Gelgelelim, köylüler Kara’yı çok iyi tanıyordu ve Telli’nin de Karaca
Bey’in kızı olduğunu biliyorlardı. Telil’den böyle bir hareket beklemiyordu
köylüler. Fakat bu dedikodu yine de yayıldı. Bunun üzerine Kara, “ben artık
Necip’e bir mektup yazacağım,” dedi köylülere, “Necip, Telli hakkında ne karar
verecekse, ona göre ben de Telli’yi götürüp babasının evine bırakacağım.”
Köylüler Kara’nın başına toplanıp “yahu Kara, sen delikanlı adamsın, bu kötülükler
sana yakışmaz,” dediler, “bu garip gelinden ne istiyorsun?” Fakat zalim Kara
dinlemiyordu. Köylüler ona yalvardılar, ağladılar, sızladılar, fakat fayda etmedi.
Necip ne bilsin ki Kara’nın böyle kötü bir senaryo hazırladığını.
Necip’in komşuları Kara’nın yanına gelip “Kara, müsaade et de bu gelinin kocası Necip Bey’e mektubu biz yazalım,” dediler, “ondan sonra Necip Bey
ne karar veriyorsa ona göre hareket edelim.” Fakat Kara bunu da kabul etmedi,
“Necip’e mektubu ben yazacağım,” dedi. Acaba Kara’nın vicdanıyla, Kara’nın
kalemiyle Kara’nın kâğıdına ne yazılırdı?
Necip ise, Kara’nın mektubu kendisine ulaşmadan önce Telli’ye ilk mektubunu yazıp göndermişti. Şöyle diyordu mektupta: “Telli, beni köyden uğurladığınız zaman, gözyaşlarım bana müsaade etmedi ki sana orada türkümü
söyleyeyim. Ama şimdi, o söyleyemediğim türküyü mektubumda yazıyorum
sana.” Bakalım, orada ne söylemişti Necip, söylesin Sabri Yokuş, Allah hepinizi
var etsin. Sağ olun, var olun:
Kömür gözlüm Telli gurbet ellere
Giderim yellere sor beni beni
Akşam olup güneş dağa vuranda
Çık garip çöllere sor beni beni
Mektubun burasında, “Telli, ben köyden ayrıldığım zaman, bu türküyü
senin o kara gözlerine bakıp söyleyecektim, ama yüreğim bana müsaade etmemişti,” diyordu Necip, sonra da devam ediyordu:
Ben gelince arzum kaldı vatanda
Deli olurum gurbet elde yatanda
Seher vakti kurbağalar ötende
Çık garip çöllere sor beni beni
Necip’im ağlarım dünyada gülmem
İnanmam sevdiğim geriye gelmem
Bu uzun askerlik biter mi bilmem
Devrolan yıllara sor beni sor beni
Mektup günün birinde Telli’ye ulaştı. Kara da kendi mektubunu göndermek üzereydi. Kara, Telli’den taviz görmeyince tekrar gelmişti Necip’in kapısına. Yine komşular toplandılar, “Kara, ayıp oluyor, senin gibi bir delikanlıya bu
yakışmaz,” dediler, “o garip bir gelindir, sen bu gelinden ne istiyorsun?” “Yok,
efendim, Necip evini bana emanet etti,” dedi Kara, “Necip’in evinin kapısında
bacasında zamparaların gezmesi benim vicdanımı rahatsız eder.” Sonra da
Telli’yi zorla evden çıkarıp babasına götürmeye kalkıştı. Köylüler araya girdiler.
Köylülerden biri, “Kara birkaç gün evvel şu garip gelinin kocasına bir
mektup yazalım dedik,” dedi, “o mektubun cevabına göre, Necip Bey nasıl istiyorsa ona göre hareket edelim diye söyledik, senin bu yaptığın zorbalıktır, bakalım kocası ne diyor?” Kara, Telli’nin kolunu bıraktı, şimdilik onu götürmekten vazgeçti, “tamam, mektubu yazacağım,” dedi ve gitti.
Mektubunda şunları
yazdı Kara:
“Necip, sen gittiğinden beri senin kapında, bacanda zamparalar
yatar oldu. Ben bir önlem alamıyorum. Telli kötü yola düştü. Ona göre, arzun,
kararın neyse, bana cevabını yaz.”
Necip bu haberi alır almaz hasta düştü. Ahmet Paşa, Necip’e başçavuş
rütbesi vermişti. Necip’in bölüğünde Hasankaleli Ali Onbaşı, Necip’in sırdaşıydı. Ali Onbaşı baktı ki Necip’in bu mektuptan sonra yüzü soldu. Ama soramıyordu ki bu mektubun içinde ne var. Necip, mektubu günde birkaç kez okuyor,
cebine koyuyor; bir daha okuyor, bir daha cebine koyuyor.
Necip, gün be gün solmaya başladı, hasta düştü. Kara’yı sadık arkadaşı olarak bildiğinden, inanıyordu ona. Necip, Kara’ya bir mektup göndermeye karar verdi. Telli’nin de o mektubu okumasını istiyordu. Bakalım Necip o mektupta ne söylemişti, nasıl
bir şiir yazmıştı mektubun içinde, Kara’ya ne nutuklar vermişti:
Sarı altından sarı olsan
Ak gümüşten duru olsan
Cennetteki huri olsan
Almam Telli bundan sonra
Bu dert içlerin acısı
Artar dertlinin sancısı
Olsan cennetin bekçisi
Kapını açmam bundan sonra
Kutni olsan kumaş olsan
Bütün herkesle baş olsan
Cennetteki huri olsan
Almam Telli bundan sonra
Kara zaten bu fırsatı bekliyordu. Günün birinde İstanbul’dan gelen mektup Tepeci köyüne ulaştı, Kara’nın eline geçti. Kara, mektubu büyük bir delil
görerek, Necip’in yazmış olduğu satırlara dayanarak, Necip’in mektubundan
cesaret alarak geldi Tellinin kapısına, “Telli, sana bundan birkaç gün önce gel ben seni babana götürüp teslim edeyim dedim, sense gelmedin,” dedi, “peki,
bakalım şu mektuptan sonra ne diyeceksin? İşte bak, Necip seni kendi elleriyle
boşuyor. Buyur, mektubu oku.”
Telli mektuba baktı. Telli’nin o parlayan gözleri, o zarafeti, o zarifliği bir anda uçup gitti, soldu. Solan bir çiçeğe döndü Telli.
Mektubun geldiğini köylüler de biliyordu. Kara’nın yanına geldiler,
“Kara, yapma, etme,” dediler, “Allah’ı seversen, bu zavallı gelinden ne istiyorsun?” “Hayır, efendim, şimdiye kadar benden biliyordunuz,” dedi Kara, “ama
ben size anlatmıştım Necip’in kapısında zamparalar geziyor diye. Şimdi ise
Necip’in kendisi Telli’nin yaptıklarından emin olmuştur. Mektubunu yazmıştır,
bana kendi ellerinle götür babasına teslim et demiştir.”
O zaman, Telli, baktı ki başka çare yok, Kara’ya dönüp “bari müsaade et, şurada bir türkü söyleyeyim,”
dedi. Bakalım Telli burada Kara’ya ne söylüyordu,
Allah hepinizi var etsin:
N’olur merhametin olsun benim halime
Kırma kanadımı kolumu Kara
Yavrusu olanın içi yaradır
Necip gelsin görsün ölümü Kara
Ne olur merhametin olsun gözüm yaşıma
Felek bizi çaldı kader taşına
Daha yeni girdim yirmi yaşına
Kırma genç yaşımda belimi
Benim bu arzumu yellere bildir
Ne olur kötülüğü aradan kaldır
Telli çok civandır taze gelindir
Soldurma benim gülümü Kara
Gelgelelim Kara, Nuh diyor peygamber demiyordu, Telli’nin kolundan
tuttu, onu bir kağnıya attı. Yanında kardeşini de getirmişti Kara, kardeşine dönüp Telli’yi doğruca babasının evine götürmesini söyledi. Kara’nın kardeşi de onu Karaca Bey’in evine getirdi. İşte asıl felaket bundan sonra başladı.
Telli’nin babası Karaca Bey eski insanlardandı, biliyordu neyin nereye varacağını. İçinde bulundukları hale şöyle bir baktı, sanki bu senaryoyu önceden yazıp çizmiş, sonra da o senaryoda oynamaya başlamıştı. İşin buralara varacağını ta
başından beri seziyordu. Telli’yi getiren delikanlıya dönüp “kimsin sen,” diye
sordu, “tamam, Tepeci köyündensin, ama kimin nesisin?” “Amca, ben, Kara’nın
kardeşiyim,” dedi delikanlı, “Necip’in evini teslim ettiği Kara’nın kardeşiyim.”
Bunun üzerine artık iyice emin oldu Karaca Bey ortalıkta nasıl bir dolap döndüğünden, zira Kara’nın ne kadar zalim biri olduğunu o da biliyordu.
Dil yarası yaraların en acısıdır. Kızının kederi, yavrusunun acısı, o hasret, o hüzün, o mevzuat, o öykü, çok geçmeden Karaca Bey’i kalp krizine uğrattı. Allah’ın rahmetine kavuştu Karaca Bey. Telli’nin bir kardeşi vardı, Ahmet
isminde, biraz da akıldan noksan gibiydi. Karaca Bey’in ölümünü bir fırsat bilen zalim Kara, Telli’nin kardeşinin yanına geldi,
“Ahmet, kardeşim, şu Necip denilen enişteniz, Telli’nin kocası olacak adam, boş yere onun bunun sözüyle
Telli’yi boşadı,” dedi, “hâlbuki Telli’nin hiçbir suçu yoktu. Telli iffetli bir gelindi, Telli bir Anadolu geliniydi, bir yanlışı olmazdı, olmadı da. Onun bunun sözüne
aldanarak Telli’yi boşamıştır. Ama sen de arzu edersen, Allah’ın emriyle, ben
bacınla evlenmek istiyorum.”
Ahmet keşke kemalinden biraz noksan olmasaydı, Kara’nın cüssesine, yapılı olmasına aldanmıştı. Kara’yı bir delikanlı biliyordu ve Telli’nin itirazını dinlemeden onun ikinci kez gelin gönderilmesine kara verdi, Telli’yi Kara’ya verdi. Telli tekrar Tepeci köyüne gelin geldi. Onların düğünleri, toyları orada
devam ededursun, biz haberi nerden verelim, Necip’in evinden.
Necip’in evi, Kara’nın evinin hemen önündeydi, evleri karşı karşıyaydı. Birinde toy, düğün, şenlik tutulurken diğer evde bir hüzün, bir yoksulluk
başlamıştı, bir uğursuzluk çökmüştü. Necip’in ailesi o gün adeta bir kara gün
yaşıyordu. Zalim Kara, Telli’yi alıp getirmişti. Telli ise ne Necip’in anası Gamlı
Sultan’ın ne de bacısı Sırma’nın yüzüne bakabiliyordu. Şimdi biz haberi nerden
verelim, İstanbul’dan verelim.
Necip iyiden iyiye hasta düşmüştü. Necip Bey’in bölüğünde olan Hasankaleli Ali Onbaşı, Ahmet Paşa’nın huzuruna çıkıp “Paşam, Necip Başçavuş çok
hasta,” dedi. “Neyi var Necip’in,” diye sordu Ahmet Paşa. “Vallahi bilmiyorum
Paşam,” dedi Ali Onbaşı, “ama cebinde bir mektup var, onu günde birkaç kez
çıkarıp okuyor. Ne varsa o mektupta var.”
Ahmet Paşa, Necip’i huzuruna çağırdı. Necip koluna girmiş bir askerle beraber güç bela yürüyerek Ahmet Paşa’nın
karşısına geldi. “Necip, yavrum, niye hastasın,” diye sordu Ahmet Paşa, “rahatsızlığın nedir senin?” “Paşam, ben hasta değilim,” dedi Necip. Fakat hasta olduğu gün gibi ortaydı. “Yavrum, senin cebinde bir mektup varmış,” dedi Ahmet
Paşa, “o mektubu görmek istiyorum.”
Ali Onbaşı mektubu Necip’ten alıp Ahmet Paşa’ya uzattı. Ahmet Paşa
mektubu açıp okumaya başladı. Mektubun birkaç yerinde Telli’den, Kara’dan
bahsediliyordu. “Yavrum, bu Telli kimdir,” diye sordu Ahmet Paşa. “Efendim,
Telli benim hanımımdır,” dedi Necip. Ahmet Paşa şaşırdı, “sen evli miydin,
evladım,” diye sordu. “Evet, Paşam,” dedi Necip.
Eskiden, gençler büyüklerin
karşısında evli olduklarını söylemekten hicap duyarlardı. O da utanmıştı. Evli
olduğunu söylememişti. “Yavrum, peki, bu Kara kimdir,” diye sordu Ahmet
Paşa. “Size bahsetmiştim Paşam,” dedi Necip, “evimi barkımı teslim ettiğim
kişi, köyümüzün delikanlısı olan Kara’dır.
Ahmet Paşa daha fazla düşünmeye
gerek duymadan “yavrum, sana ne gelmişse işte bu Kara’dan gelmiştir,” dedi,
“Necip, sana on bir asker vereceğim, senin memleketine gideceksiniz, orada
haklı, haksız kimdir, soruşturup bana tekmil getireceksiniz.”
Necip’le askerler ertesi gün sabahtan yola revan oldular. O zamanlar
uçak mı, tren mi var? Yok tabii. Nereden geleceklerdi? Karadeniz kıyısından
devam edip Zonguldak’tan, Ordu’dan, Ünye’den, Vakfıkebir’den geçip Oltu’ya
varacaklardı. Günler, haftalar sonra Oltu’ya vardılar da. Oradan nereye geldiler,
Erzurum’un Şenkaya, Soğanlı yaylasına geldiler. “Arkadaşlar, bu dağlar, bizim
dağlardır,” dedi Necip, “benim gençliğim, çocukluğum bu dağlarda geçti. Şu atlardan inelim de burada bir su içelim. Belki benim hastalığım da bir şifa bulur
burada.”
Atlarından indiler. Necip Bey şöyle bir baktı, dağın üzerini bir duman
bürümüştü, “bu dağın hali aynı benimkine benziyor,” dedi kendi kendine, “bu
dağın üzerindeki duman benim başımdaki sevda gibi. Bu dağın göğsündeki
taşlar benim çıbanlarım gibi. Bu dağın otları benim tüylerim gibi. Bu dağın
dereleri, selleri benim gözyaşlarım gibi. Tevekkeli dememişler, tabiat insana
benzer, insan tabiata benzermiş diye.”
Bir kayanın yanına çöktü, içinden bir
türkü söylemek geldi. Bakalım, Necip orada ne söylüyordu, biz de sizin sağlığınıza söyleyelim, sağ olun, var olun:
Bir su ver içeyim garip yolcuya
Bilmem anlar mısın yaramı dağlar
Mecnun geldi sizden dolandı oy oy
Çoğunu ettiniz harami dağlar
Kerem size genç ömrünü çürüttü
Leyla da Mecnun’u burda eritti
Emrah size geldi Selvi’ye gitti
Bilmem anlar mısın çaremi dağlar
Mezar verin Necip olsun eşiniz
Eksilir mi bilmem boran kışınız
Otlar tüyleriniz taş çıbanınız
Gözyaşınız derin değil mi dağlar
Onlar Kars’a yolculuk yapmakta olsunlar, biz haberi nereden verelim,
Tepeci köyünden verelim. Tepeci köyünde, Telli, zalim Kara’ya yar olmuştu.
Sabahın erken bir saatiydi. Askere gitmeden önce Necip’in birkaç tane koyunu kalmıştı. Necip’in vefalı bir çobanı vardı. O sabah, çoban koyunları çıkardı,
yaylaya doğru götürecekti, o sırada Telli, çobanı gördü. Ona seslenmek istedi,
ne de olsa kapılarında ekmek yemişti, hem çoban da vefalı biriydi. Telli “çoban,
çoban!” diye seslendi. “Buyur, Telli bacı,” dedi çoban. “Hele buraya gel,” dedi
Telli. “Ne oldu, bacı,” diye sordu çoban, Telli’nin yanına gitti. “Ben bir türkü
yazmışım, sana vereceğim,” dedi Telli, “ama sana da yemin veriyorum, gelen
giden bütün kervanlara, bezirgânlara bu türkümü söyleyeceksin.” “Sebep,”
diye sordu çoban. “Belki günün birinde bir bezirgân duyar da bunu götürüp
İstanbul’da söyler diye,” dedi Telli, “belki Necip de bu türküyü duyar da gelir
diye.”
Çoban, Telli’nin haline acıdı, türküyü aldı. Çoban güzel de kaval çalıyordu. Bir gün sabahın ıssız saatinde, çiçeklerin açtığı, kelebeklerin şakalaştığı bir saatte çoban da kavalını çalıyordu. Telli’nin verdiği türküyü söylemeye başladı.
Bakalım, Telli bacı neler diyordu, vekâleten biz söyleyelim:
Al bu haberimi esen rüzgâr
Götür nazlı yâre bak ne diyeyim
Benim gemim battı hicran gölünde
Çıkamam de bak ne deyim
O esnada Necip Başçavuş ve askerleri yoldan geçiyordu. Baktılar ki, garibin biri yanık türkü söylüyor. Yanaşıp dinlemeye başladılar:
Belki çıkar biri gönül dağını
Viran etti bahçeyle susuz bağımı
O yar sorarsa civan çağımı
Ak düşen saçlara bak ne deyim
Türkünün son kıtasında ise her şey anlatılıyordu:
Söyle Necip söyle arzun var ise
Deyin o Necip’e bir gelsin Kars’a
Necip eğer Telli’sini sorarsa
Yar olmuş yâdlara deyin ne deyim
Necip, “şu çobanı bana bir çağırın hele,” dedi. Hastaydı Necip, attan inemiyordu, “bakalım, bu arzuyu bu çobana kim vermiş,” diye sordu. Askerler,
“çoban kardaş, hele buraya gel,” dediler, “sen ne güzel bir türkü söylersin. Bu
türkünün sonunu bize bir daha söyler misin,” diye rica ettiler çobandan. “He
ağam, söylerim,” dedi çoban:
Söyle Necip söyle arzun var ise
Deyin o Necip’e bir gelsin Kars’a
Necip eğer Telli’sini sorarsa
Yar olmuş yâdlara deyin ne deyim
Necip, çobana dikkatlice baktı, “yahu çoban, ben seni tanır gibi oldum,” dedi, “kimsin sen, neredensin,” diye sordu. Çoban “bilmiyorum,” dedi. “Nasıl
olur yahu, insan nereli olduğunu bilmez mi,” diye sordu Necip. “Benim hayatta hiç kimsem yoktur,” dedi çoban, “gökte bir yıldızım vardı, o da geçen gün
aktı. Hiç kimsem yok.” “Hele dur çoban, ben seni tanır gibi oldum,” dedi Necip,
“sen bizim bodur çoban değil misin,” diye sordu.
Çobanın köydeki lakabı “bodur çoban”dı. “Ağam, sen kimsin peki,” diye sordu çoban. “Yahu, ben Necip’im,
beni tanımadın mı,” diye sordu Necip. “Ağam, sen de ne değişmişsin öyle,” dedi
çoban. “Evde ne var ne yok,” diye sordu Necip. “Vallahi neyin var olup yok olduğunu biraz sonra gözlerinle görürsün,” dedi çoban.
Necip Başçavuş askerlerden birisini çobanın yerine o koyunların yanında bıraktı, çobanı müjdeci olarak köye gönderdi. Müjdeciyle beraber askerler de köye girdiler. Geldiler Necip’in evine. Evde bir matem vardı, bir yas vardı,
bir uğursuzluk vardı, adeta bir yoksulluk çökmüştü Necip’in evine. Anası Gamlı Sultan ise akciğer hastalığına yakalanmıştı. Oğlu gurbette hasta, gelinleri
karşı eve gelin olmuştu. Allah bu kederi, bu acıyı hiç kimseye vermesin. Kıvranıyorlardı bu keder içerisinde.
Necip, anasının yanına vardı, “geçmiş olsun ana, hastaymışsın,” dedi. Etrafına bakındı Necip, “Ana, ben Telli’mi göremiyorum, Telli nerede,” diye sordu, “yoksa suya mı yolladın onu?” “Yavrum, öyle,
ben Telli’yi suya yolladım, birazdan gelir,” dedi anası, “Ana, ben sana demiştim
ki Telli’yi hiç dışarı çıkarma,” diye sitem etti Necip.
O esnada yaşlılardan biri iradesine sahip olamadı, “Yavrum, sen iyi misin,” diye sordu, “sen Telli’yi boşadın ya, Kara da Telli’yle evlendi. Sen ne Telli’sinden bahsediyorsun?”
Bu haber üzerine Necip iyiden iye çökmüştü artık. Bir yastık verdiler Necip’in altına, onu uzandırdılar. Ali Onbaşı ise her şeyi çözmeye başlamıştı.
Kara’nın zalim biri olduğunu, vefasız olduğunu az da olsa anlamıştı. O da kendisine göre bir plan hazırlıyordu. Kara’nın evine bir baskın yapacaklardı. “Necip
Başçavuş, bir arzun var mı bizden,” diye sordu Ali Onbaşı. “Anamdan bir arzum
var,” dedi Necip, anasına döndü, “Ana, biliyorsun, ben evvela Telli’nin gözlerine
âşık olmuştum. Gidin, Telli’yi bana getirin. Bu son anımda ben sade onun gözlerine bakayım, ölsem gam yemem.”
Fakat bu, çok çetin bir meseleydi. Artık
Kara’nın hanımı olan Telli’yi getirmek o kadar kolay bir şey değildi, kimse de bu
işe cesaret edemiyordu. Bir iki kişi kendi aralarında düşünüp “Necip ölüyor, son
anlarını yaşıyor,” dediler, “Kara’da da biraz merhamet varsa, elbet Telli’yi gönderir.”
Bu düşünceyle geldiler Kara’nın yanına, Kara, duymuşsundur, Necip geldi. Çok hasta, son anlarını yaşıyor,” dediler, “ama müsaade et, Telli’yi bir görsün,
sonra hanımını geri getirelim.” “Vallahi ben ailemi başkasının evine gönderecek
kadar küçülmemişim,” dedi Kara, “fakat mademki siz geldiniz, Necip de çok hasta diyorsunuz, ölen adamdan da hiçbir kötülük beklenmez, bu yüzden kabul ediyorum.” Kara, kardeşi Ahmet’i çağırdı, “Ahmet, Telli’yi baştan sona ihrama bürü,”
dedi, “eli ayağı görünmesin, götür Necip’in evine, bir ayağı içerde, bir ayağı dışarıda olsun. Necip onu görsün, sonra da yengeni geri getir.” “Olur,” dedi kardeşi.
Telli’nin geliş haberini verdiler Necip’e. Necip de öksürüyordu o anda.
Ali Onbaşı etrafa bakıyordu. Asker arkadaşları böyle beklemek istemiyorlardı
ama o anlık yapılacak bir şey yoktu. Telli şöyle kapıdan içeri girince, Necip istedi ki ayağa kalksın, ama yataktan kalkamadı, düştü. Bir daha denedi, tekrar
düşünce, Kara’nın kardeşi, Telli’ye dönüp “Necip ölüyor. Necip bizim baba dostumuzdur,” dedi, “Necip’in bu son anında ona bir şey söylemek istersen, söyle.”
Kaynından cesaret alan Telli üzerindeki ihramı bir tarafa aldı. Bakalım, orada
Necip, Telli’ye ne söylüyordu:
Aman Telli ihramını aldın eline
Telli derim Telli küsmüş söylemez
Yoksa temelli mi geldin yanıma
Telli derim Telli küsmüş söylemez
Bunun üzerine Telli’nin kaynı Ahmet, Telli’ye dönüp “Necip’in bu sözlerine bir karşılık ver,” dedi. Telli de Necip’e cevap verdi:
Necip’im sen beni yabana attın
Değerli altındım ucuza sattın
Taze bir gül idim kenara attın
Onun için küstüm Necip söylemem
Aldı Necip:
Ben gideli Telli çok mu geçti aradan
Sen ayrıldın edebinden töreden
Kötü haberini aldım Kara’dan
Telli derim telli küsmüş söylemez
Aldı Telli:
Ah Necip’im sen gideli altı yıl oldu
Bal veren ağaçlar verdi de soldu
Bize ne olduysa Kara’dan oldu
Onun için küstüm Necip söylemem
Ali Onbaşı da dinliyordu. Asker arkadaşları da, Necip’in annesi, bacısı da
ağlıyordu. Necip suçunu kabul ediyordu. Aldı son sözünü:
Telli ben anladım bu benim suçum
Yüklensin mezara gelsin de göçüm
Komşuyu çağırın mezarımı açın
Telli derim Telli küsmüş söylemez
Telli aldı son sözünü:
Bir gün olsun ben dışarı çıkmadım
Yemin olsun Necip yâda bakmadım
Sözüne baktın Kara’nın bana bakmadım
Onun için küstüm Necip söylemem
O esnada, Telli, Necip’in o haykırışına, o feryadına karşı, yere düşmüş
olan Necip’in üzerine atlamak, onu ayağa kaldırmak istedi. Kara’nın kardeşi
Ahmet hemen silahını çekti, “Yenge, ondan öte gidemezsin,” dedi, “sen benim
ağabeyimin hanımısın. Sana izin versem onun emrini yerine getirmemiş olurum.”
Ahmet, Telli’yi tekrar ihramına bürüyüp zalim Kara’nın evine getirdi. Onlar karşıdan gelirken Kara, evin önünde, bir taşın üzerine oturmuş, onlara bakıyordu, “Ahmet, neden bu kadar geç kaldınız,” diye sordu kardeşine. Ahmet’i
azarladı.
Tüm bunlar zaten Ahmet’in çok ağırına gidiyordu, bunların üstüne
ağabeyi çıkıp bir de onu azarlayınca Ahmet artık daha fazla dayanamadı, üzerindeki silahı çekti, iki el ateş etti Kara’ya, ama tutturamadı. “Ulan zalim, sen
benim kardeşimsin,” dedi Kara’ya, “senin gibi kardeş olmaz olsun. Necip gibi bir baba dostumuz, kapı dostumuz ölüyor, can çekişiyor, sen hâlâ on paralık
nefsin için ocaklar yıkıyorsun.”
O anda, Necip’in evinden bir feryat yükseldi, Necip’in başı yastığın kenarına düşüp de ağzından kan saçılınca Gamlı Sultan bir çığlık atmıştı. Artık
Necip’in son anlarıydı. Bekliyorlardı ki Necip canını teslim etsin. Veren de Allah, alan da Allah. Gelgelelim, Necip’in akciğerinde olan rahatsızlığı ciğerini
deşmişti. Necip’in o yarası açılmıştı. O kanın gelmesi bu yüzdendi ve bu bir şifa
vermişti Necip’e. Yani Necip ölmüyor, aksine Necip’in canı yavaş yavaş kendine
geliyordu. Allah cümlesine yardım etsin.
O aralık, Ali Onbaşı, Necip’ten müsaade alarak, Kara’nın evine bir baskın yaptı arkadaşlarıyla. Müsadere ettikten sonra süngüyle Kara’yı öldürdüler.
Cenazesini ailesinden teslim aldılar. Bunun üzerine, “artık bu topraklar bana
haram olsun,” dedi Necip, “bu garip topraklarda durmak istemiyorum.”
Nereye
gidecekti, İstanbul’a gidecekti. Kaç kişi gideceklerdi. Askerler on iki kişilik bir
kafile olarak gelmişlerdi buraya, şimdiyse on beş on altı kişilik bir kafile olarak
döneceklerdi İstanbul’a. Bu kafilede kimler vardı:
Askerlerin yanı sıra Necip’in
anası, bacısı, bir de Telli vardı. Onlar yola düştükleri zaman Kara’nın ilk hanımı
onların peşinden seslendi, “Necip Bey, kapı dostumuzsun, baba dostumuzsun,
hepiniz gidiyorsunuz,” dedi, “beni de o zalimden kurtardınız ya, ben de sizinle
gelmek istiyorum.” O da eklendi kafileye.
Günün birinde İstanbul’a geldiler. Düğün dernekleri kuruldu. Necip
Bey’in bacısının düğününde, Sırma Hanım’ın düğününde bir âşık lazım oldu.
Ali Onbaşının başında da bir âşık lazımdı. Kimi çağırmışlardı o zaman, bendeniz Sabri Yokuş’u da o düğünlere çağırmışlardı. Çalıp söylüyordum orada. Allah sizleri de var etsin. Allah sizlere de öyle hayırlı düğünler nasip etsin. Düğün
hazırlıkları yapılırken Ahmet Paşa, Ali Onbaşı’yı yanına çağırıp “yavrum, ben,
Necip’in bacısı Sırma Hanımı sana vermek isterim,” dedi. “Paşam sağ olsun.
Ben, Necip’in bacısını alamam,” dedi Ali Onbaşı, “çünkü biz Necip’le kardeş gibiyiz. Eğer müsaadeniz olursa, uygun görürseniz, ben, Kara’nın ilk hanımıyla
evlenmek istiyorum.”
Birkaç gün karşılıklı düğünler yapıldı. Allah hepinize hayırlı düğünler
nasip etsin. O düğünlere davet ettikleri gibi, sizler de düğünlerinize âşıkları
davet edin, gelsinler. Bu düğünleri, bu hikâyeleri bize aksettiren ustalara
Allah’tan rahmet diliyoruz. Geçmişlerinize de rahmet diliyoruz. Saygılar sunuyoruz. İnsanoğlunun hayatı bir hikâyedir. Böyle devam edip gider. Sağ olun,
var olun.
Anlatan: Âşık Sabri YOKUŞ
Kaynak: MURAT ÇOBANOĞLU
Âşıklardan Halk Hikâyeleri I, S. 51-62
