Kerim Ağa iki günden beri yataktan çıkamıyordu. Zaten on
beş günden beri ayakta duracak hali yoktu ama, tez canlı olduğu
için evde oturamıyor, ya kahveye kadar gidip peykenin üstünde
bağdaş kurarak sallanıp inliyor, yahut da eşeğe binip bağa
kadar uzanıyor, henüz koruk halinde bulunan salkımların
arasından çürük taneleri, vişne ağaçlarından sararmış yapraklarla
kurumuş dalları ayıklıyor, akşamüzeri de, daha yorulmuş,
hastalığı daha artmış olarak geriye dönüyordu. Yolda ateş bastığı
için gözleri kararıyor, eşeğin üstünde dalıp yuvarlanır gibi
oluyor ve hayvanın boynuna sarılıp zor tutunuyordu.
Bu sefer bu ishal yakasını bir türlü bırakmamıştı. İlk günler sürgünü keser
diye hemen koruk ezip içmiş, faydası olmayınca, bu pahalı
zamanda yarım fincan kuru kahveyi koruk suyuyla kararak yemiş,
yine bu netameli dertten kurtulamamıştı. Senelerden beri
tesirini tecrübe ettiği ilaçların hiçbiri kar etmiyordu. Buruktur,
bağırsakları sıkar diye avuç avuç vişne, beş altı tane ham ekşi
elma yedi, ama her tedbir hastalığını daha çok artırdı. Nihayet
iki gün evvel: -Karnımın suyunu alır!- diye istemeye istemeye
midesine indirdiği leblebilerden sonra aşağısı büsbütün tutmaz
oldu. Kahvede altına kaçırıp eve gelince karıları kendisini zorla
yatırdılar.
Pencerelerinin tahta kanatları sımsıkı kapalı olduğu için,
yalnız kapıdan ışık alan odanın ortasında, incecik bir döşekte
arka üstü uzanmış, gözlerini tavandaki direklerle bunların arasından
görünen hasıra dikmiş, kah dalıp kah kendine gelerek
bekliyordu. Pek zayıfladığı için, yufka yatakta kemikleri ağrımaya
başlamıştı. Odanın bir köşesinde yığılı duran yün şiltelere
hasretle bakıyor, bunlarda ne kadar rahat yatılacağını düşünüyordu.
Karılarının bütün ısrarına rağmen, kirletirim diye onları
serdirmemişti. Şimdi kendisini böyle zar gibi yatakta hapseden
pis hastalığa sövüp sayıyordu. Kırk beş seneden beri beraber
yaşadığı ilk karısı Hacer:
"İki döşek serelim, Kerim Ağa.. İhtiyar halinde rahat et..
Yün döşekleri kabire beraber mi götüreceksin?" dediği zaman
neden razı olmadığına kızar gibi oldu. Fakat bu zamanda böyle
bir yatağın otuz kırk liradan aşağı olmadığını düşününce yine
kendine hak verdi.
Hacer kadın bugün yaprak yolmaya bağa gitmiş, genç karısı
Esma da, üç yaşındaki çocuğunu alıp yunağa çamaşır götürmüştü.
Kerim Ağa evde yapayalnızdı. Fakat çocuk değildi
ya, Esma'nın sözüne uyup komşu dul Makbule'yi başında bekletmeye
razı olsa gönlü hiç rahat etmeyecekti. Ara sıra içi geçiverince
karı evi dolaşıp bir şey aşırır, kimsenin haberi olmazdı,
bunu yapmasa bile, beklemek için istediği haftada yarım şinik
ekin verilir şey değildi.
Kerim Ağa, bir aralık: "Acaba vadem geldi mi ki?" diye
düşündü. İnsan bunu bilse işini ona göre yoluna kor, tedarikini
görür, parasının yerini haber verir, gönül rahatıyla ölürdü.
Birdenbire karnına bir sancı girdi. Dışarı çıkmak için kalkmak
istedi, fakat hiç dermanı kalmamıştı, kemikli elleriyle iki
yanına tutunarak, ancak oturacak kadar doğrulabildi, yüzü acıdan
gerildi, acele acele soluyarak tekrar arka üstü yıkıldı ve
daldı.
Sokak kapısına hızlı hızlı vurulduğu sırada, tekrar uyandı.
Aşağıdan sesler geliyordu.
"Kim var orada?" diye homurdandı.
Sesi pek hafif çıktığı halde, karısı Esma cevap verdi:
"Kahveci Rıza Çavuş'un kızı gelmiş, bir sepet vişne istiyor!"
Kerim Ağa yerinde doğrulmaya çalışarak, kısık sesiyle:
"Yirmi kuruştan ver!" dedi.
Aşağıda tekrar konuşmalar oldu, Esma bağırdı:
"On beş kuruş getirmiş!"
"Olmaz, yirmi kuruş!"
Sonra hızlı hızlı soluyarak:
"Sepeti getir bakayım!" dedi.
Esma, Rıza Çavuş'un kızının getirdiği sepeti alarak yukarı
çıktı. Kerim Ağa sepetin ağzından biraz aşağıdaki bir yeri gösterdi:
"Buraya kadar doldur da ver" dedi.
Kapı kapanıp kız gittikten sonra Esma'nın getirdiği on beş
kuruşu yastığın altındaki keseye koydu.
Hacer kadın da gelmiş, aşağıya eşeği bağlıyordu.
Kapalı kanatlı pencerelerin arkasındaki sokaktan ineklerin
geçtiği ve çocukların bağrıştığı duyuluyordu.
Hacer kadın bağdan getirdiği yaprakları yukarı çıkardı, kocasına
gösterdi. Kerim Ağa, gözleriyle bir tarttıktan sonra:
"Yarın kasabaya pazara götür. İki bangonottan aşağıya, verme!" dedi.
Sonra Esma'ya döndü:
"Aman, pek yandım.. Bana ekşi pekmezden bir şerbet yap
da gel."
Esma aşağıya indi; biraz sonra tekrar yukarı çıkarak:
"Testide ekşi pekmez kalmamış, anahtarı ver de dolaptan
alayım!" dedi.
"Ne de çabuk bitirdiniz? Su yerine mi içersiniz ne? Tatlı
pekmezden yap!"
"Tatlı pekmez de kalmamış. Anahtarı versene!"
"Eliniz kurusun, istemem!"
Kadınlar, Kerim Ağa'nın altını temizledikten sonra aşağı
indiler. Karanlıkta oturup birer parça bazlama ile üç gün evvelden
kalmış birazcık yoğurdu yediler. Esma'nın oğlu küçük Necati
doymadım deyince, yukardakinden habersiz, çocuğun
önüne bir avuç vişne koydular.
Kerim Ağa'nın yanına çıktıkları zaman, ihtiyarın tekrar
kendini kaybettiğini, yatakta sıçrayıp inlediğini gördüler. Esma
korktu. Hacer:
"Ne korkuyorsun?" dedi. "Altı senedir koynuna girersin!
Tut da altını temizleyelim!"
Hastayı bir sağına, bir soluna devirip temizlediler. Her tarafı
ateş gibi yanıyordu. Kalça kemikleri sipsivri dışarı fırlamıştı.
Esma:
"Ölür mü ki?" dedi.
Hacer kuru elleriyle hastanın yorganını örterek cevap verdi:
"Helbet ölecek... Kaç yaşında ki!"
"Yetmiş var mı?"
"Var olmalı.. Beni almadan ölen karısı iki oğul bırakmıştı,
biri seferberlikte kaldı, birisi hapiste.. Benim ilkim sağ
olsaydı, şimdi kırkında olacaktı."
Esma bu hesaptan pek bir şey anlamadı, sustu.
Necati minderin üstünde uyumuştu. Oda adamakıllı karardığı
için Esma, ocağın üstündeki gaz lambasını yaktı. Hiç ses
çıkarmadan bir müddet oturup bekleştiler, sonra lambayı söndürüp
birer köşeye kıvrıldılar.
Gece yarısına doğru odanın ortasındaki yatakta bir hırıltı
başladı. Evvela Hacer uyandı, sürüne sürüne gidip Esma'yı bularak:
"Kalk kız, kalk.. Can teslim ediyor!" dedi.
Fakat Esma, yirmi dört yaşın derin uykusundan kolay kolay
uyanamıyordu. Hacer sesini yükselterek:
"Kalksana kız!.. Kalk da çırayı yak.. Kerim Ağa kötüledi
olmalı!" diye bağırdı.
Esma'dan evvel küçük Necati uyanarak ağlamaya başladı.
Hastanın hırıltısı devam ediyordu.
Genç kadın:
"Ne var ki?.. Çocuğa bir şey mi oldu?" diye doğruldu.
"Çocuğa değil kız... Koca adama bir şeyler oluyor!"
Esma gerine gerine kalktı; lambayı almak için ocağa doğru
yürüdü; ayağı hastanın yatağına takılarak sendeledi ve korku
ile bağırdı.
Kibriti bulmak için eliyle aranırken odanın sessizliğinden
ürktü: Necati tekrar uyumuş, hastanın da hırıltısı kesilmişti.
"Öldü mü ki ne, Hacer kadın?"
"Ne bileyim kız? Sen ışığı yak!"
Esma elleri titreye titreye kibriti buldu; lambanın soluk kırmızı
ışığı aşağıdan doğru vurarak genç kadının çenesini, uyku
sersemi gözlerini aydınlattı; başının gölgesini, pek fazla büyüterek,
tavandaki direklere ve hasırlara dağıttı; odadaki her şeyi,
bu arada yatağında oturup gözlerini ovuşturan Hacer kadının
bir tutamlık dağınık, ak saçlarını turuncuya boyadı. Necati çamurlu
ayaklarını gerip uzatmış, yarı açık ağzıyla nefes alarak
uyuyordu.
Ortadaki yatakta Kerim Ağa hiç kımıldamadan yatıyordu.
Yüzü o kadar beyazdı ki, gaz lambasının ışığı bile bu beyazlığı
örtemiyordu. Hele aralık duran gözlerinin akı, loş odada, birer
sedef düğme gibi donuk donuk parlıyordu. Seyrek sakallı çenesi
biraz sola ve göğsüne doğru düşmüş, deliklerinden ağarmış
kıllar fırlayan burnunun ucu sivrilivermişti.
Esma korkudan bir feryat kopardı; oda kapısına doğru
koştu. Fakat Hacer kadın hemen yerinden fırlayıp onu eteğinden
tuttu:
"Sus kız! Ne bağırıyon? Ölmüş işte! Gel çenesini bağlayalım."
"Bilmem ki Hacer ablacığım!.."
"Hadi, sağ iken üstüme kuma gelip koynuna girmesini bildin
de şimdi ölüsüne dokunmaktan mı korkuyon!"
Genç kadın sebebini anlayamadığı büyük bir korkuya düşerek
ortağına yalvardı:
"Ben isteye isteye sana kuma gelmedim ki Hacer ablacığım,
babam zorla verdi.."
Biraz durup cevap bekledi. İhtiyar kadının hiç aldırış etmeden
ölüyle uğraştığını görünce:
"Komşulara haber verelim!" dedi.
"Komşular ne yapacaklar!.. Gece vakti elalemi uyandırınca
Kerim Ağa'nın canı geri gelecek değil a!"
Kocasının yanına çömelip çenesini bağladı; ölünün kıvrılıp
karnına doğru çekilen zayıf bacakları bir türlü dümdüz uzanmıyordu;
Hacer kadın iki eliyle diz kapaklarına basıyor, fakat
ellerini çeker çekmez dizler tekrar yukarı fırlıyordu.
Esma, Hacer kadının karşısında yere çömelmiş, iri gözlerle
bir ona, bir kocasına bakıyordu. Yirmi dört yaşında olduğu halde,
bugüne kadar hiç böyle yakından ölü görmemişti.
Hacer kadın, Kerim Ağa'nın belini yokladı, bir şey aradı,
bulamayınca ölüyü biraz yana devirerek altını karıştırdı:
"Burdaymış!" diye mırıldandı.
"Ne aradın?"
Cevap vermedi. Ölünün donunun uçkurunu elinde tutuyor,
bunun ucundaki bir düğümü dişleriyle çözmeye uğraşıyordu.
Biraz sonra uçkuru Esma'ya uzatarak:
"Sen sök, benim dişim kalmamış" dedi.
Esma düğümü çözünce, yatağın kenarına birbirine bağlı iki
anahtar düştü. İhtiyar kadın bunları yerden alarak doğruldu,
kapıya doğru yürüdü, sonra arkasına döndü:
"Hadi gel, kız!" dedi. "Sandığını açıp bakalım, nesi var?
Yarın hapisteki oğlunun karısı gelirse bize bir şeycikler komaz."
Esma birdenbire canlandı:
"Nasıl komazmış?" ve eliyle minderdeki Necati'yi gösterdi:
"Bu çocuk onun değil mi?. Onun hakkını kimsecikler alamaz."
Hacer kadın merhametle güldü:
"Senin de dünyadan haberin yok ya" dedi. "Sen benim üstüme
kuma geldin.. Hükümet nikahı olmadın.. Necati'nin mirasını
kimse tanımaz."
Esma inanmadı:
"Çocuk kimin çocuğu? Dünya alem biliyor... Piç değil a!"
Fakat onun da içine bir şüphe girmişti. Hacer kadının arkasından
yürüdü. Alt kattaki sandığı açtılar. İçinden birkaç gömlek,
bir çuha yelek, birkaç yün çorap, bir gümüş tabaka, bir çakmaklı
tabanca, bir bağ bıçağı çıktı. Eşyayı iki üç kere karıştırdıkları
halde para bulamadılar.
Hacer kadın:
"Gömmüş olacak!" dedi.
"Ya!.. Gömmüş olacak!"
"Nereye gömdü ki?"
"Kim bilsin?"
"Kız sana bir şeyler dimedi mi?"
"Ne gezer? Hiçbir şeyler dimedi!"
"Yazık.. Gençliğin de var.. Ne diye bir gece gömünün yerini
söyletemedin?"
Esma kızarıp önüne baktı: Hacer kadın:
"Yukarı gidip urubalarını arayalım!..." dedi.
Kerim Ağa'nın elbiselerinden iki mendil, bir gümüş köstekli
bafun saat, on yedi lira kadar da para çıktı.
Hacer kadın, aradığını bulamadığına kızmışa benziyordu:
"Kırk sene kahrını çektim.. Üstüme kuma getirdi, ağzımı
açmadım da, giderken paralarının yerini diyivermeden gitti..
Boyu devrilesi!.."
"Devrildi ya, Hacer abla!"
"Mezarında rahat yatamıyası.. Gayrı ölesiye kadar gene
böyle tarlada bağda çalışacağız ha!.. Gel kız şu parayı üleşelim!"
On yedi lirayı bir sana bir bana Esma ile paylaştı, fakat karşısındakine
sekiz verip kendisi dokuz aldı. Ayrıca gümüş köstekli saati
de çıkısına koydu.
Ondan sonra tekrar ortalığı araştırmaya başladılar. Minderlerin
altına, tavandaki direklerin arasına baktılar, bir şey bulamadılar.
Esma ter ve toz içinde, aramaktan vazgeçerek:
"Hacer abla... Parası yok muydu ola?" dedi.
"Ölüsünü çakallar yiyesi, olmaz olur mu? Vardığımdan beri
ırgat gibi çalıştım, kendi de çalıştı, altı yıldır sen de çalıştın,
ortada ne var ki?.. Her yıl en aşağı yedi sekiz yüz bangonot
ekin satıp alırdı; vişnesi, üzümü de başka."
Fakat artık o da aramaktan yorulmuştu. Ölünün uçkurundan
çıkan anahtarların büyüğünü eline aldı, biraz düşündü:
"Hadi, aşağı gidelim de kilitli odayı açalım, aş pişirelim,
bazlama yapalım..." dedi. Sonra, daha çok kendi kendine söyler
gibi devam etti:
"Rahat yatamıyası.. Kırk yıl evinde oturdum, koca öküz
gibi çalıştım, bir gün doyunca yemek yemedim.. Gene de sesimi
çıkarmadım.. Nasıl olsa bir gün ölür de, her şeyler bana kalır
dedim.. Allahtan korkmadan paralarını yanına alıp gitti."
Tekrar Esma'ya döndü:
"Ne yüzüme bakıyon kız? Gençliğin var diye mi güveniyon?
Kucağında piçinle seni kim alır?.. İl orağına gidince aklını
başına devşirirsin!.. Hadi, durma... Gidelim de ne varsa çıkaralım,
doyasıya bir yemek yiyelim..."
Kiler işini gören odayı açtılar, un, yağ, tarhana, pekmez,
daha ellerine ne geldiyse dışarı taşıdılar, ocağı yaktılar; çıtırdayarak
yukarıya doğru uzanan alevlerin ışığında birbiri arkasına,
hiç durmadan, hamur yoğurdular, yufka açtılar, çorba kaynattılar,
pekmez şerbeti yaptılar, bazlamalarına bulama sürdüler;
yemekten tıkanır gibi olunca bir müddet durup konuştular.
Kerim Ağa'ya ilendiler, sonra tekrar bir şeyler pişirip, hazırlayıp
yemeye başladılar.
Ortalık ağardığı zaman ikisi de yerlerinden kımıldayamayacak
hale gelmişlerdi; fakat kapının önünden ilk geçen sığırların
gürültüsü, daha fazla beklenemeyeceğini, felaketlerini köylüye
haber vermenin tam zamanı olduğunu onlara hatırlattı.
Yukarı çıktılar, Hacer kadın başına bir çaput örttü, Esma
horul horul uyuyan Necatisini kucakladı. Ortada yatan ölüye
bir göz bile atmadan aşağıya inip kapının önüne fırladılar. Bütün
yakın evleri, hatta sokakları kaplayan yanık bir sesle bağırıp
ağlaşmaya başladılar. Hacer kadın:
"Amanın komşular!.. Gitti.. Dünyasına doymadan gitti!."
diye ağlarken, Esma da, uykudan birdenbire uyandırıldığı ve
ne olduğunu anlayamadığı için avaz avaz bağıran çocuğunu
kucağında sallıyor:
"Vay benim üç yaşında yetim kalan Necatim!.." diye köyün
havasını çınlatıyordu...
1942
SABAHATTİN ALİ
Bütün Öyküleri 2, S. 134-147
