Üç tane sevgilim var, dedi. Birincisi
on dört yaşında, siyah önlüklü, kısa çoraplı, kumral saçlı, iri elâ gözlü, saz benizli,
ipincecik bir mektepli kızdır. Haftada iki
gün, pazartesi ve perşembe akşamları, saat
üç buçukta, Maçka’daki Taşlık’ta buluşuruz.
Uysal ve sessiz mizacı gibi, solgun yüzüne
uygun ağlamaklı sesi de gevezeliğe hiç müsait
değildir. Ben de onun yanında, susmayı
konuşmaya tercih ettiğim için, orta malı olmuş
kelimelere emanet edemediğimiz samimi,
saf ve kırışıksız hislerimizi muhabbetli
bakışlarla, veciz tebessümlerle, öpücüklerle
ifade etmeye alıştık:
Küçük ve bence mukaddes
başını göğsüme yasladığı ve günahkâr
elim kadife yumuşaklığında olan saçlarında
gezindiği zaman, dünyanın döndüğünü,
yaşımın yirmi sekiz olduğunu, günün birinde
öleceğimi unutacak kadar kendimden
geçerim. Zaten beni ona bağlayan şey de bu
hasletidir: Beni realiteden uzaklaştırmak.
Kimin nesi olduğunu, Beşiktaş'ın hangi sokağında hangi numaralı evinde oturduğunu
bilmiyorum. Bildiğim şey adının Nükhet olduğu
ve beni sevdiğidir. On dört yaşındaki
bir kız tarafından sevilmenin insanı ne kadar
dinlendirdiğini bana sorun... Onun, bana
aşıladığı saffet sayesindedir ki hadisata ve eşyaya her gün tazelenen bir hayretle bakabiliyorum.
İkinci sevgilim bir daktilodur. Onun geceler
hazinesi koyu siyah, kesik saçları, mehtaplı
kuyular gibi esrarlı ve güzel sözleri,
kendiliğinden esmer ve son derece tatlı teni
kadar canlılığı, konuşması ve kaydıhayat
şartıyla benimsediği neşesi de hoşuma gider.
Parmaklarının daktilo makinesindeki gündelik
talimlerde mütevellit hassasiyeti, kan
gibi, vücudunun her tarafında - kulaklarında,
burnunda, dudaklarında, boynunda, göğsünde,
kalçalarında, bacaklarında... ilah... - kendini gösterir.
Sabahları işime giderken
tramvayda ekseriya beraberiz. Diyebilirim ki
tramvayda herkes onu dinler, çünkü öyle
pervasız, tatlı sürükleyici bir anlatışı vardır.
Ama nelerden de bahsetmez, bankadaki arkadaşlarından, şefin kel kafasından, kendisine kur yapmak isteyen budalalardan, komşuların radyosundan, sinemadan, balodan,
tuvaletten... ne bileyim daha bir sürü şeyden...
Bu çeneyle at başı giden keskin bir zekâsı
da var. Değil yalnız aklınızdan geçeni,
aklınızdan geçirmek istediğinizi bile çakacak
kabiliyettedir. Hele giyinmekte bitirmiştir.
Az ve ucuz şeylerle kendini öyle bir süslemesini bilir ki! Ve müsaadenizle giydiğini yakıştırır da!
Onu kolunuza takıp istediğiniz sosyeteye girebilir ve “nişanlım!” yahut “karım!”
diye takdim edebilirsiniz. Sizi mahçup etmeyeceğine söz veririm.
Onunla aramızda, platonik aşkla alakası olmayan, güneş gibi ısıtıcı, bahar gibi coşturucu bir sevgi var. ikimiz de realistiz. Bu
hararetin ve bu coşkunluğun devam edip etmeyeceğini bilmediğimiz için, nişanlanma ve evlenme gibi tatsız şeylerle birbirimizin keyfini kaçırmıyoruz.
Taşa taş, çiçeğe çiçek, kâğıda kâğıt
ve insana insan muamelesi yapmasını ondan
öğrendim, beni realite ile ve onun kanunlarıyla
karşı karşıya koyan ilk mahluk Şevkiye’dir.
Cumartesi ve pazarları öğleden sonra
ister bir sinemada, ister Beyoğlu’nun tenha
pastanelerinden birinde olsun, onunla beraber
geçirdiğim saatlar, dedikodularıyle, şakalarıyle, muziplikleriyle, kahkahalarıyle beni dünyanın en tasasız, en nikbin, en bahtiyar adamı yapar.
Üçüncü sevgilime gelince; o, bir dul kadındır.
İkinci kocasından üç ay evvel ayrıldı.
Beş yaşında bir kız çocuğu var. Açık kumral
saçlarıyle muayyen bir rengi olmayıp mevsimine, gününe, saatına, ânına göre değiştiği halde, daima tehlikeli cazibeler yatağı müstesna gözleriyle, her cins kadehe değmiş, etli, şimşekli ve alev lezzetli dudaklarıyla, çocukları, baştan çıkaracak ve ihtiyarları çıldırtacak kadar tahrik edici, göz karartıcı, harikulâde vücuduyle o, aşkın potasında pişmiş nadide bir macundur.
Bu fizik imtiyazlarının yanında onlardan aşağı kalmayan kafa ve ruh zenginlikleri de yabana atılmayacak kadar çoktur. Liseyi bitirdikten sonra üniversiteye devam edememişse de -böyle güzel bir kızın derhal kapılacağı kolayca tahmin edilebilir - kitaplarla alakasını kesmemiş, kendi kendine edebiyat ve felsefe kültürünü arttırmış, birinci kocasıyle Paris’e gittiğinde yarım yamalak Fransızcasını da ilerletmiş... Konuşmasını, oturmasını, yürümesini, sade ve zarif giyinmesini,
etrafındakileri incitmeden idare etmesini
bilen zeki ve aynı zamanda iyi kalbli...
Onu bir düğünde tanıdım. Bir Fransız romancısı
üzerinde birleşen hayranlığımız, benim
o akşamki müstesna cerbezem bizi birbirimize
yaklaştırmakta gecikmedi. Bir hafta
sonra, Pangaltı’daki garsoniyerime geldi. Süheyla gibi adım başında rastlanmaz bir güzeli kollarında sıkabilmek her babayiğidin kârı değildir. Yakışıklı, hiç değilse zengin olmadığım halde, böyle bir devlet kuşunun nasıl olup da başıma konduğuna hayret etmiyorum desem yalan söylemiş olurum
Şimdi hayatımı bu üç kadın paylaşmaktadır
Kıskanılacak bir adam olduğumu söylemeyin,
çünkü bu vaziyet beni memnun edeceğine
bilakis üzüyor ve yoruyor. İstiyorum ki Nükhet’in saffetini ve masumiyetini, Şevkiye’nin canlılığını ve neşesini, Süheylâ’nın
olgunluğunu bir tek kadında birleşmiş bulayım;
zira kendimi bölmekten usandım. İstiyorum
ki tasımı üç ayrı çeşmeye tutacağıma bir
tek çeşmeye tutayım da bütün susuzluklarımı
birden gidereyim!
Sizin anlayacağınız, şimdi dördüncü ve asıl sevgilimi arıyorum. Her genç kıza, her kadına alıcı gözüyle bakmam bundandır. Aradığımı bulabilecek miyim? Yaşım henüz otuzu geçmediği için, dördüncü sevgilimi bulmaktan ümit kesmeyebilirim,
değil mi?
(Cumhuriyet, 30 Temmuz 1939)
CAHİT SITKI TARANCI
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi,
Temmuz 1975, S: 286, S. 365-367
(Türk Öykücülüğü Özel Sayısı)
