İLKİN SÖZ VARDI

Böyle diyor kutsal kitaplardan biri: ilkin söz vardı. Evren sözden doğmuştur. Tanrı “Ol!” demiş, ışık olmuş, gök olmuş, su olmuş, toprak olmuş.

İlk söz, Tanrı’nın “Ol!” buyruğudur demek ki. Sözün gümüş, susmanın altın olduğunu söyleyen atasözümüze bakmayın siz: Söz, taa eski Hintlilerde bile kutsalmış. Tanrı’ymış söz, Tanrı gibi öncesiz ve sonrasızmış.

Doğaötesi (metafizik) düşünce böyle söylese de, bu, dilin ortaya çıkışı, gökten inişi demek olmaz elbette. Sözün gücünü, dilin gücünü anlatmaya yarar. Nitekim Jean-Jacques Rousseau, dillerin kendiliğinden doğmuş olmasının olanaksızlığını ileri sürer. Alman düşünürü Wilhelm Humboldt da dillerin doğuşunu açıklamanın güçlüğünü söyler.

Yine de dillerin doğuşu konusu kişioğlunu hep çekmiştir. Kuramcılar, bence, bu konuda az da olsa Tanrısal görüşe yaklaşırlar: “Ses”ten yola çıkarlar çünkü. Hint’te, eski Hint’te Tanrı olan “ses”, bu kuramcıların “ilk insanın ses aygıtından çıkan ses” dediğinden pek de o denli uzak değildir. Evren sesle doludur. Doğa, o usumuzun ermediği yaratılış anında bile sesle dolmuş olmalıdır. Böylece, “söz”den önce “ses”in varlığı ileri sürülebilir. Öyledir ya, her ses dilin doğuşuna kaynaklık etmemiştir. Örneğin, yelin ağaçlarda çıkardığı ses, kişioğlunu aradan çıkarırsanız, kime ne anlatabilir? Kimin dili olabilir o?

Kişioğlunun dilinin doğuşuna kaynaklık eden ses, “insan sesi”dir. Şu, boğazda bulunan ses tellerinden çıkan, solukla kımıldatılan ses aygıtından çıkan ses. Kuramcılar, dil bilginleri, konuşma seslerinin başlangıcının bu olduğunu söyler. İlkin hayvansaldır bu sesler elbette, hayvanlar nasıl çıkarırsa insanlar da ona benzer çıkarırlardı bu ilk sesi. Şu var ki, bu ilk sesler hayvanlarda sürüp giderken, insan sesi içgüdünün buyruğundan kurtulup kişioğlunun isteminin buyruğuna girmiştir. Yani, isteyerek kullanılan bir anlatım aracı olmuştur.

Ama bu, şıp diye olmamıştır elbette. Kuramcılara göre, sayısını bilmediğimiz yıllar, yüzyıllar geçmiştir aradan. Kişioğlu toplu yaşayışa yöneldikçe el, kol, yüz, gövde ve ses işaretleriyle yetinemez olmuştur. Anlatılacak nesneler arttıkça bu işaretler de gelişmiştir. Ünlemler, yansılamalar... derken ilk sözcük.

Kişioğlunun uygarlık yolunda ilk adımı.

Uygarlığın yaratıcısıdır dil. Dil olmayınca kişioğlu nasıl anlaşır, duygularını, düşüncelerini nasıl aktarırdı karşısındakine? Düşünce nasıl gelişir, bilim ve sanat nasıl doğar, uygarlık nasıl ilerlerdi? Kişioğlu el, kol, yüz, gövde işaretleriyle konuşma evresinde kalsaydı, uygarlık da o evrede kalırdı kuşkusuz.

Sözlükler, dilbilgisi kitapları, “duygu, düşünce ve dileklerimizi anlatmaya yarayan bir araç” olarak tanımlarlar dili.

Bir anlatma, anlaşma aracı yani.

Dil ile düşünce arasındaki sıkı bağ herkesçe bilinir. Toplumların düşünce, dolayısıyla uygarlıkça gelişmesi, dilin anlatım olanaklarıyla yakından ilgilidir. Uygar toplumların dilleri yetkindir, zengindir. iç içedir dil, düşünce, uygarlık. Aralarındaki bağ, etkileşim, büyük uygarlıkları, uygarlık dillerini oluşturur.

Her biri ayrı anlama gelen, ayrı kavramları oluşturan yüz binlerce sözcük; düşünce yükünü eksiksiz anlatabilme gücü; gelecekte, bilim ve tekniğin, düşüncenin ortaya koyacağı yepyeni aygıtlar, anlam ve kavramları adlandırabilme yeteneği... Budur uygarlık dillerinin özelliği. Budur dil zenginliği.

Ozan, “Ağaç demişim ağaç olmuş / Kuş demişim kuş olmuş” diyor. İşte dil, sözcük, “ağaç” derken “ağaç”ı, “kuş” derken “kuş”u anlatacak. Böylesine sağlam olacak. “Ağaç” anlamına gelen beş sözcük, “kuş” anlamına gelen on sözcük, “yağmur” anlamına gelen yirmi beş sözcük varsa bir dilde, çekiver kuyruğunu! Böyle eşanlamlı çok sayıda sözcüklerden oluşan yüz bin, iki yüz bin sözcüklük bir dil bile, yetkin dil sayılamaz. Önemli olan dilin anlatım gücüdür.

Dil, en soyut düşünceden en somut nesneye değin her şeyi adlandırabilmeli, anlatabilmelidir. Yeni sözcükler oluşturabilmelidir. Başka dillerin aracılığına gerekseme duymadan, kendi öz kaynağından çoğalmalıdır sözcük yönünden.

Demek ki, sözün Tanrısallığı yaya kalıyor burada. Kişioğlu egemen oluyor dile. O uyduruyor sözcüklere gerekseme duydukça. Bir buluş, bir yöneliş yeni sözcükle karşılanıyor. Ay çağının “astronot”u, “uzayman”ı Ay’a ayak basmadan dile ayak basıyor.

Dildeki bu oluş herkesçe bilinen, yadsınamayan bir oluştur. Bir dilin sözcük dağarcığı olduğu yerde kalmaz. Yeni yeni sözcükler ortaya çıkar, yeni sözcük biçimleri kurulur, yeni anlatım yolları belirir. Sözcüklerin yalnızca biçimleri değil anlamları da değişir. Tarihsel yönden her dilde böyledir bu. Sözdiziminde bile değişmeler olur. Kuşaktan kuşağa olduğu denli, kişi kendi yaş aşamalarında da bu oluşu izleyebilir. Süreklidir bu değişme, bu oluş.

Bunları bilimciler söylüyor. Örneğin Danimarkalı ünlü bilgin Jespersen, “Dil için, çok kez, canlı bir varlıktır, denir; çok kez, dilin yaşayışından, yeni dillerin doğumundan, eskilerin de ölümünden söz edilirken, dil bir hayvan ya da bitki gibi canlı bir yaratık sanılır,” diyor ve ekliyor:

“Oysa dil, bir köpek ya da bir ağaç gibi bağımsız bir varlık değildir; tam tersine, o, yalnızca kişioğullarının bir yapıtıdır.”

Fransız dilbilimci Brunot da şöyle demektedir bu konuda: “Dili canlı yaratıklarla bir sayan eski kuram şimdi geçersiz kalmıştır. Dil toplumsal bir olaydır; ortaya çıkar, gelişir, değişir ve olgunlaşır. şu var ki, her zaman, bağlı olduğu toplumun hizmetindedir. Onun ortak düşünüşünü, topluluk ve bireylerin, üzerinde bilinçli ya da bilinçsiz olarak yaptıkları bütün incelikleri yansıtır.”

Görülüyor ki, kullanan topluluk ortadan kalkmadıkça dil de ortadan kalkmaz. Ama gelişmesi, değişmesi kaçınılmazdır ve de süreklidir.

ALİ PÜSKÜLLÜOĞLU
Cumhuriyet, 1 Eylül 1972

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI