PAUL VERLAINE VE DEKADANLAR

Dekadan (1) şair ve bu hastalıklı denebilecek çarpık edebiyat ekolünün kurucusu Paul Verlaine geçen yılın aralık ayında öldü. Öldüğü güne dek, sadece edebi bohemin bir temsilcisi sayılan, şimdi ise artık "büyük bir şair" ilan edilmiş olan bu adamın mezarının önünden her türden ekolün ve fraksiyonun temsilcileri geçtiler ve bu, ayrı türlerden, birbirine düşman unsurların bir ölünün tabutunun arkasından böylesine oybirliğiyle yürüdükleri ender bir örnektir.

Edebi çalışmalarına Theodore de Banville ve Leconte de Lisle'e öykünerek başlamış olan Verlaine, öğretmenleri gibi, okurların önüne ruhsuz objektivizmiyle, mermer benzeri biçim güzelliğiyle caka satan ve bundan daha üstün bir şey tanımayan bu soğuk ekolün katı bir tutumla izleyen uzlaşmaz bir "parnasyen" (2) olarak çıktı.

Fakat bütün hayatı boyunca sağlam bir zemin aramış olan karakteri yüzünden kısa bir süre sonra "parnasyenlerden" ayrılarak "dekadanların" yanına geçti ve 1880 yılında, "parnasyenlerden" farklı olarak biçime hiç aldırmayan, hâlâ yeni ve çok büyük bir şey yaratmaya çalışan ve yalnızca tuhaf kinayeler ve iç anlamının bizzat yaratıcıları tarafından da bilindiği kuşkulu, zor anlaşılır tablolar yaratan bu ekolün başkanı olarak tanındı.

Ancak Verlaine, bu ekole katıldıktan ve başına geçtikten sonra öğrencilerinden daha açık ve daha yalın yazdı. Onun her zaman melankolik ve derin bir kederin hissedildiği şiirlerinde bir umutsuzluk çığlığı, ışığa ve saflığa susamış, Tanrıyı arayan ama bulamayan, insanları sevmek isteyen ama sevemeyen duyarlı ve sevecen bir ruhun acısı açıkça duyuluyordu.

Jules Lemaître, hayatı apsent içtiği meyhanelerde ve aşırı içtiği apsent yüzünden tedavi olduğu hastanelerde geçen bu adam hakkında şunları söylüyor:

"Ruhu o kadar saf ve onurlu bir çocuktur ki, yeryüzünde bu ruhun huzur bulacağı bir yer olamaz."

Kendisi de bir "parnasyen" olan bizim A. Maykov, asrımızda Verlaine'in Hıristiyanlığı bütün çağda Batı şairlerinden daha iyi anladığını, Catulle Mendes ise dekadan eğilimin babasının mutsuz bir insan ve büyük bir şair olduğunu söylemişlerdir.

Ancak Verlaine'in bir şair olarak değerlendirilmesi gelecekte yapılacak bir iştir ve bizim yazımızın çerçevesine kesinlikle girmiyor. Bizim için Verlaine, insan olarak, bir kültür tipi olarak ve gün geçtikçe gelişen bir grubun parlak önderi olarak önemlidir. Bu grubu oluşturan insanlar, yani dekadanlar, yalpalayanlar, düşenler diye adlandırılan ve bu sıfatları seve seve kabul eden, hatta sıradan bir bakış açısından bakıldığında kendilerini büyük iddia sahibi gülünç insanlar haline getiren hastalıklı ihtiraslarıyla gurur duyarak yiğitlik gösterisi yapanlar; bir psikiyatri uzmanının bakış açısından bakınca akıl hastası insanlar; bir sosyologun bakış açısından bakıldığında sadece sanat alanında değil, ahlak bakımından da anarşist insanlar; dekadanlar ve dekadanlık, bütün bakış açılarından mücadele edilmesi gereken zararlı, toplum karşıtı bir olgudur.

Bu olgunun gelişimindeki önemli bir gerçeği belirtelim. Bu gerçek, toplumun bu olguya giderek daha dikkatli yaklaşıyor olması; hatta dekadanlara dikkat ettiğini itiraf ederek onların arasından en yeteneklilerini ayırıyor, yapıtlarını açgözlülükle okuyor ve bakıyor olmasıdır.

Artık büyük bir şair olarak ünlenen Verlaine'i bir yana bırakıp dramları, içerdiği düşüncenin bulanıklığına rağmen Avrupa'nın hemen hemen bütün tiyatro sahnelerinden geçmiş olan Maurice Maeterlinck'e; romanları çıkar çıkmaz bütün Avrupa dillerine çevrilen İtalyan D'Annunzio'ya; Hanneles adlı dramıyla büyük gürültü koparan Alman Hauptmann'a ve diğerlerine dikkat çekeceğim. Bunlar, bu olgunun önemini artıran, sosyal anlamını büyüten gerçeklerdir, ancak bu olgunun oybirliğiyle zararlı sayıldığını da unutmamak gerekir.

Okurun dikkatini bir de ilk dekadanların Fransa'da, 1870'lerin sonunda, burjuvazinin ve onun dünya görüşünün kazandığı zaferin, 1789 yılını ve o yıl ilan edilmiş, fakat artık unutulmuş olan üç sözcüğü (3) uğruna o kadar çok kan dökülmüş o üç sözcüğü unutmayan herkes için kesin bir zafer olduğu bir sırada ortaya çıktıkları gerçeğine çekeceğim.

Burjuvazi zafer kazanmış ve hemen kendi hayatını kurmaya başlamıştı. Pallieron ve Sardou ona tiyatro kurdular; sığ duyguların ve tekdüze yaşamın savunucusu Coppee ve arkadaşı, kaba bir materyalist ve kuşkucu olan Richepin burjuvazi için şiiri yarattılar; Ohnet, romanlarını burjuvazi için yazmaya başladı ve azılı determinizm propagandacısı ve katı materyalist Zola, burjuvazinin, kişisel iradeyi sıfıra indiren ve bütün olayları nedenlerin birbiriyle ilişkisine bağlayan dünya görüşünün temel taşını oluşturan determinizm zemini üzerinde güçlenmesine çok büyük yardımda bulundu. Burjuvazi için müzik, resim ve kendini kültürlü sayma hakkına sahip olmak için gerekli olan her şey yaratıldı.

Bunların hepsi hızla ellerine verildi ve üretildiğinden daha da hızlı bir şekilde bir tür iç birikim yapmakta acele eden egemen sınıf tarafından tüketildi, çünkü Hugo henüz sağdı ve onun çevresinde başka pek çok ideolog vardı ve bunlar, kendi yaşantısı için daha basit, daha soluk bir şey, çok yüksek olmayan, vicdan uykusunu bozmayan ve yeni bir yaşam kurulması için göklere çağrıda bulunmayan, tersine, eski yaşamı kökleştirecek, yasallaştıracak şeyler isteyen yeni toplumun yararına yapılmış olan gerçekten güzel ve temiz şeylerin bozulmasına karşı kayıtsız kalamayanlardı.

Burjuvaziyi haklı çıkaracak bir felsefe talebi doğdu, böyle bir felsefe önerisi de ortaya atıldı. Renan'ın iyimserliği, onun, yeni toplumun talepleri uğruna kendi kendisiyle çelişkiye düşmesine neden oldu. Taine de vicdan konusunda olası sitemlerden kendisini korumak için burjuvazi tarafından örülen duvara birkaç tuğla koydu. Daha sonra biraz daha çaba, birkaç çizgi daha ve burjuvazinin durumu sağlamlaştı.

O zamanlar diğer bütün ülkelerden hep daha hızlı yaşayan Fransa'da, bunaltıcı ve rutubetli bir hava oluşmuştu. Bu bunaltıcı ve rutubetli havada ancak Paul Astier (4) ve onun tipindekiler çok rahat soluk alıyorlardı. Bunlar, dümdüz bir materyalizme bağlı, ideal olan ve gerçeğe yaklaşma anlamında ve insanın insana karşı ilişkilerindeki adalet anlamında hayatı yeniden kurma çağrısı yapan herkese karşı kuşkucu bir yaklaşım gösteren insanlardı.

Gerçeklerin önünde hayranlıkla eğilme ortamı doğmuştu, yaşam ruh bakımından yoksul, akıl bakımından karanlık hale gelmiş, o zamana dek olanaksız olan Vilson (5) ve Ko davaları, çeşit çeşit "Panama"lar (6) ortaya çıkmış, tam bir manevi düşüş başlamış, idealizm kısırlaşmış ve günah işleme özgürlüğü konusundaki sözde felsefi propaganda, her zaman gerçekte günahtan kurtulma şeklindeki propagandanın yerini almış, ahlak düzeyi ise gitgide düşmüştür.

Siyasi devlet sırlarının düşmanlara satılması suçlamasıyla, Dreyfus davası (7) gibi, davalar açılabilir hale geldi; yirmi beş yıl önce tümüyle olanaksız olan pek çok şey, alçakça ve adice pek çok şey gerçek oldu. Bir kısım insanlar bu atmosfer içinde rahatça ve kolayca yaşayıp soluk alırken, daha namuslu, daha düzgün, gerçek ve adalet isteyen insanlar, yaşamdan büyük talepleri olan insanlar, bu materyalizm, merkantilizm ve manevi kısırlaşma atmosferinde tıkanmaya başlamışlardı ve burjuvazi çirkefinden, yaşama içgüdüsünden başka bir yasa ve güçlünün hakkından başka bir hak tanımayan darkafalı, aşağılık, muzaffer domuzlar toplumundan kurtuluş yolu arıyorlardı.

Sinirleri daha zayıf ve ruhları daha soylu olan bu insanlar, karanlık hayatın içinde kendilerine temiz bir köşe arayarak dolaşıyorlar, sık sık da kendi kendilerine karşı yürüyor ve ölüyorlardı, hiçbir şey bulmaksızın, tatmin olmamış, ruhları hakarete uğramış, aşağılık ve sefih hayatın gürültüsünden, eskiden şövalyeler ülkesi, şimdi ise kendilerini durumun hâkimi hisseden yağlı ve azgın tüccarların ülkesi olan neşeli Fransa'dan yorgun düşmüş bir halde ölüyorlardı.

Burjuvaların övgüleriyle zehirlenmiş, rantiyelerin tıka basa yedikleri öğle yemeğinin üstüne okudukları sinirleri gıdıklayan ve şehvet duyguları uyandıran noveller yazarak kendini harcamış olan çok büyük yetenek Maupassant öldü.

Çalışmalarına yeteneklice başlamış olan Bourget, sağlıklı ve keskin kuşkuculuğunu toplumun müzminleşmiş hastalıklarının aydınlatılmasına ve üstü örtülmüş, ancak tedavi edilmemiş yaralarının ortaya çıkarılmasına çok güzel harcamış derin görüşlü bir filozof halinden, Katolikliğe uygun, arkadaşı Huysmans'ın artık içine iyice düşmüş olduğu mistisizm eğilimli sıkıcı ve kuru bir ahlakçı haline dönüşüyor.

Karamsar Baudelaire'in uykusuz geçen bir gece şu soruyu sorması boşuna değildir:

Kime, hangi kutsal göreve
Harcadık günümüzü?

Onu deli saydılar, burjuvazi onun Kötülük Çiçeklerine katlanamadı, çünkü bu şiirde burjuvazinin yüzüne şöyle diyordu:

Heyhat! Gurur yolundan yürüdük,
Para pul, sapkınlık ve karanlıklar!
Gerçeğin Tanrısı İsa'yı,
Yadsıdık utançla.
Tıka basa doymuş bir hazzın köleleri
Baltazar'ın sofrasında.

Tıka basa doymuş bir topluma şu kınayan sözlerle seslendiği için ona katlanamadılar:

Uyan! Büyük bir günah
Yararsızca yer almak Tanrı şöleninde!
...Kendine gel! Uçurum bekliyor, amansız bir uçurum.

Ve kör ve sağır topluma şu uğursuz kehanette bulunuyor:

Artık yakındır, yakındır saat, korkunç şekilde isyan edecek,
Doğa, Akıl, Onur, unutulan Görev ve Utanç
Her şey, her şey gürleyecek başının üstünde delinin:
"Geber, yaşlı korkak! Yok ol! Artık çok geç!"

Baudelaire "iyilikle severek, kötülük içinde yaşadı" ve sonunda Fransa'ya soğuk umutsuzluk seslerinin duyulduğu karanlık, zehirli şiirler bırakarak öldü. Bu şiirler yüzünden sağlığında adı deliye çıkmıştı, öldüğünde ise şair dediler ve toplumun gerçek evlatları Coppee ve Richepin'in, yüreğe hiçbir şey söylemeyen "parnasyen" Heredia'nın sesine kulak vererek ve şiirden çok Mağrib'in mermer oymalarına benzeyen güzellikte şiirler yazmış olan Banville ve Leconte de Lisle'i anımsayarak onu unuttular.

Çağdaş Fransa'nın yaşamından zehirlenen daha pek çok şair ve yazar öldü, toplumu reddetmiş olan fakat olmaması halinde kaderin yaşamı ileri götürmek için çağırdığı tek tek insanların da var olamayacağı bir Tanrıyı karanlığın içinde arayarak öldüler; pek çok insan dürüst insanlar oldukları için ve yüreklerinde ebedi idealler taşıyarak idoller önünde eğilmek istemedikleri için öldü.

Onlar birbiri arkasına ölürken, toplum çarpık kültürüyle tıka basa doymaya devam ediyordu ve sonunda yenilik isteği hayal meyal duyulmaya başladı. Toplum bu yeniliği İsis ve Osiris, Buda ve Zerdüşt dinsel kültlerine başvurarak buldu; toplum bu yeniliği Ortaçağ büyüsünü gizlicilik dediği yeni bir ad altında dirilterek buldu. Ve İsis sunağının önünde sabah âyinini yaptıktan sonra "Ölüm Meyhanesi'ne gidiyor, burada masaların yerini almış olan tabutların üstüne oturup kadeh görevi yapan kafataslarından içki içerek soğukkanlı bir şekilde ölümün büyük sırrıyla alay ediyordu.

Bu "Ölüm Meyhanesi," sinirlerin aşırı derecede uyuşmasının bir işareti olarak, her şeyle alay edebilen, eskiden değer verdiği bir şeyin çamura düştüğünü, küllere karıştığını görünce sırf kendi sahip olduğu gücün tadını çıkartma isteği yüzünden her şeyi devirebilen, kırıp yıkabilen insanların kaba ve maddeci davranış tarzı olarak karakteristiktir. Aşırı doymuş burjuvalar her gün tapınak yakmaya hazır Herostratos'lara dönüştüler.

Ancak kader adildir.

Kader adildir ve çağdaş Fransa toplumunun tepesinde bir bombanın kulakları sağır eden çatırtısı duyuldu; sözünü ettiğimiz, Ravaşol ve arkadaşlarının bombası (8) değil, onları hemen öldürmüşlerdi, bizim kastettiğimiz, "yeşil peri" apsentin kölesi Paul Verlaine'in öncülüğündeki Maeterlinck, Peladan, Fezansak, Rene Ghil, Mallarme, Rolina, Du Bois, Moreas, Noel Lumo ve diğerlerinin topluma attıkları bombalardır.

Seksenli yıllarda Latin Mahallesinin meyhanelerinden birinde, tuhaf giyimli, her şeyi eleştiren, her şeyi yadsıyan, dünyayı bir anda canlandıracak yeni bir şey yaratmak gerektiğinden söz eden gençlerden kurulu bu grup oluştu. Var olan şeylerden kendine ve kendi yaratıcı yeteneklerine güvenen insanların çaresiz meydan okuyuşuyla ve mağrur nefretiyle söz ediyorlardı.

Yaratmak istedikleri neydi? İçlerinden birinin çıkıp bunu açıkça söyleyebileceği kuşkuluydu fakat onların ateşli ve hiç kuşku yok ki hastalıklı bir coşkuya kapılmış beyinlerinde en fantastik ve en aşırı düşünceler doğmuştu.

Bu yenilikçi grubun içindeki en tuhaf ve en çılgın tiplerden olan Peladan, her nedense Mısırlı büyücü unvanını benimsemiş, sokaklarda uzun, kırmızı bir pelerinle dolaşan bir adamdı. Bu Peladan bir gün Neron'u alaya alarak şöyle demişti:

"Bütün dünya tek bir başa sahip olsaydı, onun beynine delilik zehrini akıtırdım."

Arkadaşları onu bu deli davranışı için alkışlıyorlardı: Genellikle deliliği akıllılığa, anormali normale yeğliyorlardı. "Parnasyenleri" inkâr ederek, Montesquieu-Fezansak'ın ifadesiyle "ahlaktan vazgeçemediği" için Baudelaire'e karşı kuşkucu bir tutum izleyerek en inanılmaz sanat kuramlarını geliştiriyorlardı.

Bu sırada "egotizm"iyle, enerjisine ve "herkesin önünde eğilmek zorunda olduğu gücüne" düzülen övgüyle yeni ün kazanmış olan Maurice Barres, (9) dekadanlar tarafından umutsuzca eleştirilmiş ve Mallarme, Barres'in teorisine karşı çıkan makalesinde dekadanlar adına kararlı ve cesur bir tutumla şu açıklamayı yapmıştı:

"Bize kanun yazmayın, bize hipotez, teori ve doktrin yaratmayın. Bunların hiçbirini kabul etmeyeceğiz. İstersek bunların hepsini kendimiz yaratırız. Ne mantık ne de başka bir şey istiyoruz. Bütün bunlar insana bağlıdır, onun aklının meyveleridir. Biz de insanız Bay Barres, biz de kitap yazabiliyoruz. Ama biz tekdüzelik istemiyoruz ve bugün dindar, yarın kuşkucu oluruz, öbür gün eğer istersek monarşist ya da devrimci oluruz. Evet, istediğimizi yaparız ve hiç kimse bizi başka türlü davranmaya zorlayamaz."

Bütün bu delice şeyleri elbette içtenlikle söylüyorlardı ve çevrelerinde tam bir haksızlığın hüküm sürdüğünü gördükleri için yaptıkları delilikleri haklı hissetmemelerine olanak yoktu. Sinirleri hastalık derecesinde bozuktu, kuşkusuz çok duygulu insanlardı ve seksenli yıllarda, Paris'te barikatlarda dövüşmüş olsalardı, doksanlı yıllarda dekadanlar olmazdı. Ben onları şöyle tasavvur ediyorum:

Bunlar ilk başta hepimiz gibi yürekleri tertemiz çocuklardı ama ne yazık ki çok kısa bir süre böyle kalabildiler. Çeşitli koşulların etkisiyle daha sinirli ve dış etkileri kavrama konusunda daha duyarlı büyüdüler.

Bugün herhangi bir Avrupa kentindeki kültürel yaşam atmosferi, her türlü sosyal çelişkiyle ilgili öyle parlak, öyle sersemletici tablolar ortaya koyuyor ki, genç birinin bunların içinde bir süre yaşadıktan sonra ruhsal dengesini koruması zordur. Paris'in bu beyni ve yüreği çürüten doğrultuda başka kentlere göre çok daha güçlü hareket ettiği kabul ediliyor. Bu durum da Paris yaşamının olağanüstü gergin bir yaşam oluşuyla ve Fransızların hareketliliğiyle açıklanıyor. Dekadanlar, edindikleri yığınla izlenimden yorgun düşmüş, içlerinde şiirsel teller hisseden, ancak ruhlarında belli, tanımlanmış bir düşünce diyapazonları olmayan, yaşamak isteyen ama henüz doğumdan önceki kadar zayıf olan gençlerdir.

İşte ruhen ve bedenen zayıf, hastalık derecesinde duygulu ve hayaller kuran bu gençler Latin Mahallesinin bir meyhanesinde oturmuşlar ve her şeyi yadsıyarak, her şeyi yıkarak, meydan okuyarak ve çılgınlık ederek bir şey bekliyorlardı...

Ve bekledikleri sonunda geldi...

Edebi bohemin temsilcilerinden biri olan Arthur Rimbaud, garip ama artık ünlü olan "renk sonesi"ni, belki kendisinin de en fazla bir şaka, güzel bir söz oyunu olarak gördüğü bir şey yazmıştı.

Sone şöyledir:

A kara, E ak, İ al, U yeşil, O mavi: sesliler
Diyeceğim bir gün gizli doğumlarınızı da:
Karanlık koylara, kara sineklere benzer A,
O amansız pis kokular üstünde fır dönerler.

Kır çiçeği, buhar, çadır beyazlığında E'ler,
Benzer dik buzullar mızrağına, ak krallara;
Gülüşüne İ, güzelim kızıl dudakların, kana,
O pişman sarhoşluklar içindeki, o öfkeler.

Çevreler U, yeşil denizlerin çalkantısı,
Sessizliği onca otlakların, yüz kırışıklıklarının
Bastığı simyanın geniş alınlara damgasını,

Kutsal Borazan O, yaban çığlıklar, gürültüler,
Meleklerden, acunlardan geçmiş sessizlikler
- Sen ey Omega, ey o mor ışığı Gözlerinin.

(Çeviren: İlhan Berk)

Tuhaf ve anlaşılmaz, ancak 1885 yılında, ünlü bir göz hekiminin araştırmasına göre, Oxford Üniversitesinden 526 öğrencinin sesleri renklere boyadıkları ve tam tersini yaparak renklere ses verdikleri, üstelik kahverenginin trombon, yeşilinse av borusu sesi verdiğini oybirliğiyle doğruladıkları anımsanacak olursa, Rimbaud'nun bu sonesinin de belki psikiyatrik temeli vardır diyebiliriz.

Dekadanlar için bir tür ilham görevi yapan ve sanat teorilerinin temel taşı olan "renk sonesi'nden çok daha garip şeyler yaratmış olan hayal gücünün sınırsızlığını da unutmamak gerekir.

Onlar, bu sonenin belli kombinasyonlarda, belli bir bağlantı içinde beş duyuyu da uyarıp aklı ve hayal gücünü etkileyen yeni şiirin ilk örneğinden başka bir şey olmadığına karar verdiler.

Her bir harfi bilinen, belirli bir duyguya bağlamak gerektiğini, örneğin A'yı soğuk, O'yu kasvet, U'yu korku duygusuyla vb; sonra bütün harfleri Rimbaud'nun yaptığı gibi, renklere boyamak, sonra onlara ses vermek ve genel anlamda harfleri canlandırmak, her bir harften küçük bir canlı organizma yapmak gerektiğini söylüyorlardı. Bu yapıldıktan sonra harfler sözcüklerde birleştirilecek ve bu da renk, ses ve bir duygu eşliğindeki her bir harf birleşiminin, okura tüm duyu organlarıyla birden algılaması gereken karmaşık, koca bir hayali tek bir sözcükle verebilme olanağı sağlayacaktı.

Böyle sözcüklerle yazılmış bir şiirin bıraktığı etkinin gücünü varın siz hesaplayın!

Okuyorsunuz ve karşınızda renkleri, kokuları, sesleri, duyguları canlandırıyorsunuz, bütün bunları etkileyici bir açıklıkla gözünüzün önünde canlandırıyorsunuz, bir tek şiirle bir dizi canlı hayal yaşıyorsunuz.

Kendi simgeci "Doğa" adlı şiirinde Rimbaud'nun düşüncesini daha önceden sezmiş olan Baudelaire'in dediği gibi, "Bütün renkler, kokular ve sesler bir arada."

Kuramcı dekadan Noel Lumo, Rene Dumik'in ifadesine göre, dekadanların niyetlerini ve yeni tip yaratıcılıklarının özelliklerini şöyle belirliyor:

"Sinirsel gücü tükenmiş ve hayal gücü zayıflamış bir varlık olan günümüz insanı, okurken yutuyor ve yuttuklarını sindiremeyerek kitabı veya soneyi püskürterek dışarı atıyor. Bunun nedeni, köhnemiş, gevşemiş, yıpranmış olması, düşünmenin ise onun için bir zevk değil, bir iş olmasıdır. Çiğneyemeyen ve yutamayan bir hasta gibi, yapay beslenme yoluna gitmek, bir kitaptaki düşünceyi ve hayalleri, pörsük vücudunun bütün gözenekleriyle emmesini; düşüncenin özsularını hamamdaki buhar gibi içine çekmesini sağlamak istiyoruz. Bunun sadece iyileştirmekle ve canlandırmakla kalmayacağından, duygularını incelteceğinden, onu yepyeni bir insan yapacağından da eminiz."

Moreas ise Jules Lemaître'in "Bu, belki de ancak deliler arasında başarı kazanabilecek bir şey, akıllılar, tek bir tümcesini olsun anlamadıkları için kesinlikle beğenmezler," dediği bir düzyazı poemine yazdığı önsözde şöyle diyor:

"İnsanların birbirlerini anlayamayacak kadar az sözcükleri var. Duygularını ifade edebilecekleri biçimleri de yok. Emirlerindeki sözcükler son derece eskimiş ve yavan sözcükler. İnsanlar az konuşuyorlar. Hiçbir şeyin resmini çizmiyorlar. Önce duyguların, sonra dilin gelişmesi, ah ne büyük bir talihsizlik. Duygularımızla dilin gerisinde kalıyoruz, kendimizi ifade edemiyoruz ve işte bu nedenle de kimse kimseyi anlamıyor.

Bize yeni sözcükler, pek çok sözcük gerekiyor; fazladan birkaç sözcüğü yedeğimizde bulundurmamız gerekiyor, çünkü duygular genellikle çabucak geçip gider, bir anlıktır ve onları biçimlendirecek bir şey bulamayız. Ah, hâlâ yoksuluz ve bu yüzden de genellikle birbirimizi soyup soğana çeviriyoruz."

Kuramı yarattılar ve bir yaratma hırsıdır başladı. Verlaine, herkesten öndeydi; Rimbaud'nun sonesindeki estetik ilhamı ilk o fark etti ve tüm sanat yenilikçilerinin en verimlisi oldu.

Daha önceden "parnasyenlerin" ruhuna uygun kusursuz ve parlak soneler yazmış biriyken, Hugo tarafından aktarılan aşağıdaki şu kırık dökük şeyleri yaratmaya başladı:

"Ay küt köşeleriyle çinko renkler fırlatıyordu; yüksek sivri çatılardan beş rakamını anımsatan yoğun ve kara duman kümeleri yükseliyordu" vb.

Mallarme, Rolina, Fezansak da anlaşılmaz soneleriyle dergileri istila edip Verlaine'den geri kalmıyorlardı. Yeniliklere aç olan Paris önceleri bunların hepsini okuyordu ve örneğin Nordau'nun "beyaz kuğulardan" söz eden ve geniz sesi "en"in sık sık tekrarlanarak gerçekten sıkıntı yaratan "Sıkıntı" adlı şiiri gibi bazı şeyler kesin başarı kazanıyordu fakat daha sonra dekadanlar Paris'i bıktırdılar ve kendi dergilerini kurmak zorunda kaldılar.

Ancak Paris, kendisinin yaratmış olduğu hastalardan öyle pek de kolay kurtulamadı; bunların arasında gerçekten yetenekli, yüreklerinde büyük duygular, derin bir hüzün olan, "gerçeğin peşinde" insanlar da vardı.

Sinirden ayağa kalkmış, hastalıklı gelişmiş hayal gücü, sadece yeteneklerinin kuvvetini artırmakla kalmıyor; yapıtlarına bazen aşırı derecede heyecanlı, bazen iflah olmaz bir melankoli, bazen de kâhin sayıklamaları, bir konuda anlaşılmaz kinayeler, bir kimseye karşı gizli tehditler türünde garip bir renk de katıyordu. Bunların hepsi, ilişkisi güçlükle anlaşılabilen garip formlarda, bir çeşit özel, kederli, cenaze müziği sesi veren uyaklarla veriliyordu. Sivrisinek gibi şarkı söylüyor, vızıldıyorlardı ve toplum, elini sallayarak kovalasa bile vızıltılarını duymaktan kurtulamıyordu. Ancak dekadan şiirlerin anlaşılmaz genel gürültüsü içinde bazen gerçekten değerli, dilenci duası gibi samimi ve basit şiirsel sesler de duyuluyordu.

Kimi zaman dalgın ve ölüm hakkında düşüncelere dalmış, kimi zaman yakaran bir ruh haliyle, kimi zaman da ansızın öfkelenen ve günahlarına lanet yağdıran ya da nedamet getiren ve ansızın bütün bunlarla alay ederek, kendisini yavaş yavaş fakat emin adımlarla öldüren sevgili "yeşil perisinin" büyülerine övgüler düzen Verlaine, kederli soluklar alıp veriyor, sonelerini hep meyhanede ve hep ilham perisi, onun "yeşil perisi" bir kadeh apsent eşliğinde yazıyordu.

Ve tuhaf hayallerini, okurlara kısa ve hafiften dalgın şiirler halinde bu yarı hasta, yarı sarhoş havayla bildiriyordu:

Sık sık düş görürüm, büyüleyici ve garip,
Bir kadın girer düşüme. Onu tanımam,
Ama onunla bağlıyız birbirimize ölümsüz bir aşkla,
Ve o, bir tek o anlayabilir beni.
Heyhat, yalnız onun için uğursuz bir muamma
Olmaktan vazgeçer ince ruhum,
Ve bir tek o dalgın bir gözyaşıyla
Aydınlatabilir yorgun başımı.
Zülüflerinin rengi düşüme girer anlaşılmaz,
Ama tatlı adı hem çınıltılı hem güzel,
Yitirilmiş yakın dostların adı gibi.
Sessiz bir heykel gibi, kımıltısız gözlerinin bakışı,
Ve sakince uzaklaşan sesinde,
Mezara gidenler seslenir bana.

Bunu okuyorlar ve üzerinde derin düşüncelere dalıyorlardı. Maeterlinck, zor anlaşılan piyesleriyle ortaya çıkmıştı. Tiplerinin karamsarlığı hayal gücünü ürkütüyor ve kişinin aklını bu piyeslerdeki anlamı aramaya zorluyordu. Araştırmaya girişiyor, buluyor ve şaşırıyorlardı; daha yakın bir zamanda kendilerini her türlü ahlak yasasının dışında ilan etmiş olan dekadanlar, ateşli bir coşkuyla Tanrıyı arıyorlar, başkalarına, Tanrıyı bulmak gerektiğini kanıtlıyorlar, herkesin propagandasını yaptığı ahlakın aynısını vaaz ediyorlardı: İnan, sev ve umut et!

Ancak bütün bunları garip, kırık dökük tümcelerle, anlaşılmaz şiirlerle, sisli hayallerle ve bu ahlak dersiyle birlikte, sesli, müzikal fakat ilk dizesinden son dizesine dek açıkça hissedilen ama aklın anlayamadığı bir şeyle dolu sonelerle ifade ediyorlardı.

İnsanları korkutmak ya da üzmek istedikleri ortadaydı. Bu şiirlerde can sıkıntısının, sonsuza dek giderilemeyecek bir can sıkıntısının ve sonsuza dek tatmin edilemeyecek bir arzunun insanı kızdıran notası sürekli duyuluyor ve toplumun kulaklarını amansızca bıktırıyor. Ancak marazi ve asabi bir şey, dekadan sanatının psikozu yavaş yavaş, fark ettirmeden toplumun kanına işliyor ve toplum sarsılıyor... Toplumda, yine bu toplumun evlatları olan Verlaine'lerin ve Maeterlinck'lerin ekerek büyüttükleri, şimdi de ince, öldürücü zehrini aşıladıkları hastalık çıkıyor ortaya.

Eskiden İsis tapınağına ve "Ölüm Meyhanesi'ne o zamanlar moda olduğu için ve buralarda boy göstermek şık sayıldığı için giden burjuvalar artık bu yerlere içlerinden öyle geldiği için gidiyorlar oralara: İsis'e, putperestçe de olsa dua etmek için; "Ölüm Meyhanesi'ne ise varoluşun ezeli gizemi karşısında, dekadan şiirinin "herkesi uzlaştıran, herkesi eşit kılan, herkesi aynı şekilde seven" ezeli kahramanı ölüm karşısında mistik bir korku duymak için.

Karnı tıka basa doymuş, sefih burjuvalar, kuşkucular ve çıkarcılar aniden geriye doğru dönüyorlar; Ortaçağ keşişlerinin mistik kitaplarına bir ilgi başlıyor, kütüphanelerin eski mallarının arasından iblislerle, büyülerle ilgili tezler çıkarılıyor, tiyatroda Ortaçağın dinsel konulu dramı, romanlarda Katoliklik hortluyor; deri fabrikası sahibi Louis Paduan, Serapis'le ilgili bir broşür yazıyor ve bu broşürde insanoğlunun kendisine Serapis'ten, yani Ptolemeus sülalesi tarafından yaratılmış olan Tanrıdan daha gerçek, daha canlı ve her şeyi kapsayan bir Tanrıyı hiçbir zaman yaratmadığını kanıtlamaya çalışıyor ve nihayet 1894 yılında George Du Bois, Paris'te yirmiyi aşkın farklı dinsel kült sayıyor.

Dekadan sanatı ise gün geçtikçe gelişiyor, garip, sinirleri bozuk ve sinirleri bozan soneler, anlaşılmaz, sisli ve iç karartıcı şeyler söyleyerek dergi sayfalarını dolduruyor. Soysuzlaştırıcı kültürün bu şarkıları ölçüyü kaçırmış, sinirleri gerilmiş bencil topluma yas çanı çalıyor ve onu giderek daha fazla tüketiyor.

Fakat her şeyi reddeden, anarşist dekadanlar nasıl olmuş da aniden ahlak propagandacısı ve yaşam öğretmeni kesilmişlerdir?

Yanıtı basit. Hepsi de az veya çok büyüklük hastalığına yakalanmışlar, sürekli kahramanlıklar yapmak ve şöhretin tadını çıkarmak arzusuna kapılmışlardır. Bu ancak insanlara hizmet ederek mümkün olabilir ve işte insanlara, herkesten önce kendilerinin ihtiyaç duydukları şeyi vermek isteğindedirler. Coşkuları içtenlikten uzak ve yapmacık, kullandıkları biçim basit ve güzel olmasa da gariptir ve bu da bu biçime karşı bir sempati uyandırmaktadır.

İstekleri vardır ama enerjileri yoktur ve bütün bir kültür toplumu gibi, onlar da hayatın köleleridir, hayatın içinde örümcek ağına düşmüş sinekler gibi çaresizce çırpınıp, bezginliğe ve üzüntüye kapılarak, çalışmalarıyla çevrelerini daha da renksizleştirip öfkeyle vızıldıyorlar. Herhangi bir şeye dayanarak güçlenmek istiyorlar ve çevrelerinde hiçbir dayanak noktası görmüyorlar; bu yüzden bugün ahlak dersi verip, ertesi gün sefih bir yaşamın savunucusu ve virtüözü olarak bukalemun gibi renk değiştiriyorlar.

Aralarında tam bir fikir ayrılığı var: Maeterlinck, Galliffet ve Verlaine, acı veren gerçeğe, kirlenmiş erdemlere ağlar, insanları Tanrıya çağırırken, Moreas, Rolina ve Peladan, Marquis de Sade tarzında çok çirkin öykücükler kaleme alıyorlar ve anafikri şöyle açıklanan ev yapımı bir felsefe sosuyla okurlarına sunuyorlar:

"Dünya ben'im, dünyanın bütün yasaları da ben'im. Hayal gücüm yaratıyor, aklım yıkıyor; dünyada benim hırçınlığımın gücüne karşı koyabilecek hiçbir şey olmadığını görüyorum, var olan her şeyin ben olduğumu hissediyorum. Ve yüreğim, insanları benden daha güçlü olsalar da her şeyin çok sağlam olduğu o eski zamanları düşünerek soğuk bir kederle doluyor."

Fakat öbür grup da aynı ortak, akraba özelliğe sahiptir: Karanlığın içinde bir yere, hiç kimsenin, hiçbir dâhinin anlaşılır bir şey çıkarıp getiremediği yere bakma tutkusu, hayatın sınırları içinden çıkıp her şeyin henüz akıl tarafından anlaşılamadığı bir alana, daha doğrusu akıl tarafından değil, yürek tarafından anlaşılacağı bir alana girme tutkusu.

Kavganın bir zevki var
Ve karanlık bir uçurumun kenarında olmanın...

Çarpışma zevki, dünyaya sinir hastası olarak gelmiş ve daha doğduğu gün bozguna uğramışlar tarafından anlaşılmaz fakat "karanlık bir uçurumun kenarında" olmanın zevki için keseleri uygundur ve birbiri ardına karanlık fantezilerini yaratarak, bu fantezilerinde deli sayıklamalarına kapılıp merak uyandıran duygular ve izlenimler arayan, iradesiz ve ilkesiz toplumu kendilerini izlemeye çağırarak bu zevkten yararlanabilirler.

Böylece bunlar, bu bozuk tipler, kendilerini yaratmış olan toplumdan sınırsız çeşitlilikte çirkin ve olumsuz şey yaratarak bir tür öç alıyorlar, kaderin, eskiden beri böyle yaşadıkları, kendilerine insana yaraşır bir yaşam kurmadıkları için Avrupa'nın kültürlü sınıflarını dövdüğü birer sopa oluyorlar.

Not: İlk kez "Samarskaya Gazeta"da (1896, sayı 81, 13 nisan ve sayı 85, 18 nisan) "A.P." imzasıyla yayınlanmıştır.

Çeviri: Ayşe Hacıhasanoğlu

(1) XIX. yüzyıl sonlarında Fransa'da ortaya çıkan, ince ve tuhaf bir güzellik ardına düşen, klasik düzenin dışına çıkmak isteyen ve simgecilik akımını hazırlayan, sonraları simgecilikle kaynaşan sanatçılara verilen ad.

(2) Parnasizm yanlısı. Parnasizm, Fransa'da XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, belirgin olarak da 1866'da bir dergi çevresinde toplanan ve "sanat sanat içindir" görüşünü öne süren, şiirde biçim güzelliğine ağırlık veren ozanların oluşturduğu, romantizme bir tepki olarak doğan bir yazın akımıdır.

(3) Bu üç sözcük "özgürlük, eşitlik, kardeşlik"tir.

(4) Paul Astier: Fransız yazar A. Daudet'nin Ölümsüz romanından ve Varolma Savaşı oyunundan bir kahraman.

(5) Cumhurbaşkanı Grevi'nin damadı, Fransız politikacısı Daniel Vilson ve diğer kişilerin davası kastediliyor. Vilson 1887 yılında mahkeme tarafından nişan ticareti yapmakla suçlanmıştı.

(6) Panama Kanalının açılması için kurulmuş olan anonim şirkette meydana gelen büyük dolandırıcılık olayı kastediliyor (hırsızlık, görevlilere rüşvet verilmesi vb.).

(7) Casusluk suçlamasıyla (gizli askeri belgelerin Almanya'ya verilmesi) suçlamasıyla askeri mahkeme tarafından 10 Aralık 1894 tarihinde Şeytan Adasında ömür boyu sürgüne mahkûm edilmiş olan Yahudi asıllı Fransız subay Alfred Dreyfus'un davası kastediliyor.

(8) 11 ve 23 Mart 1892 tarihlerinde anarşist Ravaşol tarafından anarşistlerin davalarına katılan iki mahkeme memurunun evlerine yerleştirilen bombalar patlamıştı. Bu olayın ardından, Ravaşol'un tutuklanmasından sonra anarşistler bir dizi terörist eylem daha yaptılar ve bu eylemler burjuva Fransa'nın yöneticileri tarafından emekçilere karşı baskıların artırılması amacıyla kullanıldı.

(9) 1880'li yılların sonunda,1890'lı yılların başında Maurice Barres, Nietzsche tarzında savaşçı bireycilik ve gerici milliyetçilik propagandası yaptığı Ben Kültü adlı üçlemeyle tanınmıştı. 1890'lı yılların ikinci yarısından itibaren, şovenizm ve emperyalizm bayrağı altındaki en gerici Fransız dekadan grubuna başkanlık etti.

MAKSIM GORKIY
Edebi Portreler, S. 179-194

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI