İKİ QUASIMODO

Salvatore Quasimodo, yirminci yüzyıl İtalyan şiirinin en önemli adlarından biridir. Onu, Giuseppe Ungaretti ve Eugenio Montale’nin yanında, üç büyüklerden biri sayan eleştirmenlerin sayısı da az değildir. Yaşamı tartışma ve savaşımlarla geçen bu kavgacı şairin ölümünün de, 1968 yılının Haziran ayında bir tartışma sırasında heyecanlanarak beyin kanaması sonucu olması, erken bir ölümün dışında, sanırım ona yakışmıştı.

1901 yılında Sicilya’da doğan Quasimodo’nun kişiliğinin ve şiirinin temellerini bu vahşi doğalı adada ve fırtınalı yıllarda yaşanan çocukluk ve gençlik döneminde buluruz. Çocukluğu, istasyon şefi olan babasının işi gereği, Sicilya kasabaları arasında mekik dokumakla geçti... Ve, daha sonra, öğreniminin önemli bir bölümünü yaptığı Messina’da yaşadı, 19 yaşına kadar.

Yirmili yaşlarında ise, bu kez kendi işi gereği tüm İtalya’yı neredeyse karış karış dolaşacaktır. Özellikle ilk dönem şiirini belirleyen “acqua” (su), "terra” (toprak), "fiumi” (ırmaklar), “cielo” (gökyüzü), “nuvole” (bulutlar), “isole” (adalar), “colombe” (güvercinler), "vento” (rüzgâr), “aria” (hava), “luce” (ışık) gibi imge-sözcüklerin kökleri öncelikle Sicilya doğasında aranmalı.

Quasimodo’nun edebiyatla tanışması ise, Messina’daki lise ve yüksekokul yıllarına rastlar; Roma’daki yaklaşık iki yılı izleyen uzun İtalya gezginliği yıllarında derinleşir. Yutarak okuduklarının başında Homeros, Vergilius, Petrarca, Leopardi, Fransız simgecileri, Rus romancıları, çağdaşlarından Pascoli, Valery, Ungaretti gelmektedir. Ve Platon, Aziz Augistinus, Descartes, Spinoza, Pascal, Schopenauer gibi filozoflar.

İlk şiirlerini de, yine Messina’daki yıllarında yazıp yerel gazetelerde yayımlamıştır. 1920 sonrası, Roma ve İtalya’yı dolaşma yıllarında kendini Yunanca ve Latince öğrenmeye verir. Sonraki yıllarda bu iki dilin klasiklerinden pek çoğunu İtalyancaya çevirecektir: Homeros, Sappho, Vergilius, Ovidius, Sophokles... Ve ayrıca, daha ileriki yıllarda İngilizce de öğrenip Shakespeare’in bazı oyunlarını, e.e.cummings’in şiirlerini İtalyanca’ya kazandıracaktır.

1930'da yayımladığı Sular ve Topraklar ve izleyen 10-12 yıl içinde yayımlayacağı diğer üç şiir kitabıyla Quasimodo “Ermetismo” (Kapalı Şiir) akımının içinde değerlendirilecektir eleştirmenlerce. 1940'ların ortalarında şiirinde yapacağı keskin dönüşümden sonra ise, bu ilk dört kitabı, onun ilk döneminin ürünleri sayılacaktır.

Sular ve Topraklar'da daha sonraki üretiminin bazı temel izlekleri görülebilmektedir: Sicilya’da yaşanan mutlu bir çocukluğun izleriyle kimi zaman istendiği düşünülebilecek bir acı çekiş, bir sürgün hüznüyle çileye çekilmiş bir dervişin yakarışları, yaşama sancısıyla varoluşçu bir yalnızlık duygusu arasında gezinip durur şiirleri. Bu ilk kitabını izleyen Batık Obua ve Erato ve Apollon'dan sonra ise, birçok eleştirmen Quasimodo’yu "Ermetismo” akımının en önemli temsilcileri arasında gösterir.

Savaştan önce yayımladığı son şiir kitabı olan Şiirler (Elinizdeki kitapta yer alan şiirleri çevirdiğim, 1960'ta yayımlanan Bütün Şiirleri adlı toplu şiirlerinde “Yeni Şiirler” başlığı altında yer alıyor.- ç.n.) Quasimodo’nun kapalı şiir döneminin son kitabı olacak, 1947'de yayımladığı Gün Gün Üstüne’deyse ikinci dönemi, topluma dönük, açık şiir dönemi başlayacaktır.

Evet, Quasimodo’nun şiiri adeta keskin bir çizgiyle iki döneme ayrılmaktadır. İtalyan eleştirmenlerinin kesin yargısı bu yönde. Ancak, bu yargıda birleşen eleştirmenler, başka bir noktada ikiye ayrılıyor.

Bazıları “ermetico” (hermetik) şair ile toplumcu ya da “gerçek ve güncel tarihin” şairi arasında gerek duygu, gerekse biçim anlayışı olarak bir süreklilik olduğunu savunuyorlar. Diğer bir bölümü, belki de çoğunluğu ise, Quasimodo’nun şiirindeki bu kökten dönüşümde, sonraki şiirlerinin de yer yer sanatsal değer taşıdığını kabul etmekle birlikte, bir içtensizlik ve biçimsellik olduğunu ileri sürüyorlar.

Evet, şöyle ya da böyle, Quasimodo’nun şiiri iki döneme ayrılıyor. Ama yalnızca şiiri mi ? Bütünüyle şiir anlayışı, dünyaya bakışı, çatışmalarla, savaşımlarla geçen yaşamı da, ikiye ayrılabilir, iki bölümde değerlendirilebilir.

Özetle söylemek gerekirse, ilk döneminin belirleyici görüntüleri, Sicilya ve İtalya’da geçen çocukluk ve gençlik yılları, yutarak okuması, klasik dilleri ve İngilizceyi öğrenmesi olarak beliriyor. Bu döneme “yaşamın ve şiirin öğrenciliği” dönemi denebilirse, ikinci dönemine de, “yaşamda” demek çok iddialı olmakla birlikte, en azından “meslek yaşamında ve şiirde ustalık” dönemi adı verilebilir. Çünkü bu döneminde yaşamı Milano’da Giuseppe Verdi Konservatuarı’nda İtalyan Edebiyatı öğretmenliği yapmakla, şiirin yanı sıra şiir üzerine denemeler ve tiyatro eleştirileri yazmakla ve İtalya’yı değil ama dünyayı dolaşmakla geçmiştir.

Ama burada bir geri dönüş yapalım ve şu soruyu soralım: Peki, Quasimodo niçin bu kadar keskin bir dönüş yapmış, şiirini değiştirmiştir? Quasimodo’nun, bir konuşmada kendisine “Ozan olarak sizce en dramatik anı söyler misiniz?” sorusunu, yönelten Lucio Mazzoli’ye verdiği yanıt, sanırım, şiirindeki bu kökten değişime ışık tutacak niteliktedir:

“Savaş. Hiç kuşkusuz savaş. Yılgısından, toptan öldürümlerinden dolayı değil ama. Savaş öncesi şiirlerimin insanlık bunalımının tanığı oldukları apaçıktır: savaş bana o bunalımın bir örneği gibi göründü. İtalyan eleştirmenler şiirimin yalnızca biçimini göz önünde tutmuşlardır. Ama söz konusu olan, tarihsel bir içeriğin biçimiydi: belirli olarak, bir çağın bunalımının biçimi. Savaş bu bunalımın trajik bir kabulü oldu. “Nasıl türkü söyleyebilirdik nasıl” dizesiyle başlayan şiirimi anımsıyor musunuz? O zaman, insanlığından vazgeçen bir dünyada, şairin yabancılaşmasını vermek istiyordum: toprağımızın hep yabancısı kalan nazi ve faşistlerle aynı çatı altında."

Savaşın acı deneyiminin yoğunlukla yansıdığı Gün Gün Üstüne’den sonraki kitabı Yaşam Düş Değildir’de artık açıkça görülüyordu ki Quasimodo, şiire yeni bir görev, insancıl ve toplumsal bir görev yüklemektedir.

Quasimodo’nun yaratım serüvenindeki bu dönüşüm, bir bakıma, çağdaş İtalyan şiirinin de tarihini yansıtıyor: İtalyan şiirinde, genelde, “Ermetismo”dan insanlarla daha açık bir iletişime yöneliş görülmektedir o yıllarda. Çünkü, her şeyi alt üst eden savaş, şairi de şiir söyleme biçiminde, özellikle de içeriğinde değişiklik yapmaya yöneltmiştir.

Quasimodo’ya göre, savaş bir kültürü kesintiye uğratmış, insana yeni değerler dayatmıştır: şimdi, şairin insanlarla konuşması, iletişimi, bilimlerden de, ülkeler arasındaki her an bozulabilecek antlaşmalardan da çok daha fazla gereklidir. Bu konuda diyor ki:

“Yeni durumda toplumsal şiire, kendi kendine konuşan değil, insanla konuşan şiire gerek var. İnsanı yeniden yapmak gerekiyor: temel sorun budur. Şiiri bir edebiyat oyunu, şairi yaşamın yabancısı sayanlara, böyle şeylerle oyalanmanın zamanı değil diyoruz. İnsanı yeniden yapmak. İşte görev budur.”

Evet, Quasimodo, İkinci Dünya Savaşı’nı yaşarken, şiirini de değiştiriyor, kapalı şiirden açık şiire geçiyordu. Ancak, daha önce de değindiğim gibi, olay, yalnızca Quasimodo’yu değil, bütün İtalyan şiirini kapsıyor. İki savaş arasındaki faşist yönetimin baskısı dolayısıyla hemen hemen bütün şairler, zorunlu olarak, somuttan, yani insandan uzaklaşıyor, insanı toplumdan ayıran, soyutlayan, kapalı, olumsuz bir yalnızlık ve yitiklik şiiri kervanının peşine takılıyorlardı. Bu şiirin sürükleyicileri ise, Baudelaire başta olmak üzere Rimbaud, Mallarmé ve Valery gibi, tüm Avrupa şiirini etkileyen büyük Fransız şairleriydi.

Yıllar, 1901 doğumlu Quasimodo’nun ilk şairlik yıllarıydı. O, şiirini olgunlaştırırken faşizm de baskısını artırıyordu. Soyut, kapalı şiire yönelmesinin önemli nedenlerinden biri olsa gerek bu. 1942 yılına kadar yayımladığı şiir kitaplarını bir araya getiren Ve Birden Akşam adlı kitabına adını veren şiiri alalım örneğin:

Uçsuz bucaksız toprak, yapayalnız adam
tepeden tırnağa güneş
ve birden akşam.

Bu kitaptaki bütün şiirlerde olduğu gibi, daha önce söz ettiğimiz çocukluk ve Sicilya doğası imgelerinden oluşan bu şiirde de, insandan umudunu kesen bir karamsarlık havası, dünyaya karşı türlü suçlamalarla birlikte sürüp giden bir yalnızlık, bırakılmış ve yitmiş olmak gibi öğeler egemen. Bu dönem şiirlerinde sık sık rastlanan “Hıristiyan mitolojisi” kökenli imgeler ve dizeler ise, ikinci dönem şiirlerinde de görülüyor ve Quasimodo’nun iki dönem arasındaki temel bağlardan birini oluşturuyor.

Quasimodo’yu kapalı şiire yönelten etkenlerin başında gelen yirminci yüzyıl başlarının Fransız şiiri ile iki savaş arasında İtalya’da her türlü düşünceyi yasaklayan baskı yönetimine şairin çok iyi bildiği eski Yunan ve Latin şiirlerini de eklemek gerekir. Sonradan, “insanı yeniden yapmayı” şiirine amaç edindiğinde yol gösterici olarak aldığı Vergilius’un şiirinde de, içinde bulunduğu kapalı şiir akımını haklı çıkaracak öğeler buluyordu o zaman Quasimodo. Vergilius’tan çevirdiği “Georgica”nın önsözünde “Onun sesinde (Vergilius’un sesinde demek istiyor) kesin anlamıyla acının, insan acısının yankısı olan yalnızlık duygusunu tanıyoruz...” diye yazıyordu.

Bu ilk dönem şiirlerinde ondokuzuncu yüzyılın önemli ozanlarından olan “Leopardi’ye özgü evrensel, romantik bir acıyla simgeci hiççilik karması bir duygu” da bulunduğunu ileri süren eleştirmenler var. Öte yandan, Quasimodo da şiir üstüne yazdığı yazılarda, kendisi için en önemli şiir öğesinin yalın sözcük olduğunu belirtiyordu.

Şu ilginç: Vergilius’u, kapalı şiir yazdığı dönemde, kapalı şiiri işine gelecek biçimde nasıl yorumladığını gördüğümüz Quasimodo, aynı Vergilius’u savaştan sonra yayımladığı Yaşam Düş Değildir adlı kitabında, bu kez insandan uzaklaşmada değil, ona yaklaşmada yol gösterici olarak alıyor, hatta bu kitaptaki şiirlerinden birine, onun “Georgica"sından Latince iki dizeyle başlıyordu. Yalnızca, ilk döneminde örnek olarak Vergilius’un şiirini alırken, ikinci döneminde Dante’nin Divina Commedia'sındaki (İlahi Komedya) Vergilius’u alıyor, onun kişiliğine, ölülerle yaşayanlar arasındaki aracı kimliğine bürünüyordu.

Bir de çok şey öğreten savaş geçirdikten sonra bir zamanlar içinde bulunduğu kapalı şiire karşı bir tutum takınan Quasimodo, bu dönemin kendisine kazandırdığı “sözcüğün büyülü etkilerini” kullanmaktan ise vazgeçmiyordu. Biçimle oynadığı uzun yılların getirdiği güçlü deyiş ve ustalıkla insana yöneliyor, savaşın yaraladığı insanı “yeniden yapmayı” şiirine amaç olarak alıyordu.

“Mektup”, “Hâlâ İşitiliyor Deniz”, “Yeni Aya” adlı şiirleri en önemli, ilgi çekici örnekleri “insana açılmış” Quasimodo’nun. İnsana öylesine yaklaşıyor, onunla öylesine yakından ilgileniyordu ki uzaya gitmeye hazırlanan insana övgü yazmaya kadar varıyordu bu. Bu dönem şiirlerinin belirgin bir öğesi de, yine Vergilius’tan kaynaklanan “insana acıma” (pietas) duygusuydu.

Quasimodo’nun gerek ilk, gerekse ikinci dönem şiirlerinde yer alan önemli bir öğenin de öz toprağı olan Güney, öncelikle de Sicilya olduğunu söylemiştik. Yalnızca, bu Akdeniz adası, ilk dönem şiirlerinde soyut bir toprak, doğa olarak görünür; ikinci dönem şiirlerinde ise, insanı, sevgisi ve acısıyla, kısacası bütünüyle sıcak Sicilya’yı buluyoruz. Bu ikinci döneminde Quasimodo’nun esin kaynağı, çıkış noktası, artık, ilk döneminde olduğu gibi, kapalı şiirin ustaları değil, doğup büyüdüğü topraklar, kendi yurdudur.

1959'da Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında, türlü savaşımlardan geçip durulmuş, yapıtını ortaya koymuş, olgun bir şairdi Quasimodo. Şiir geleneğindeki yerini güç bir dönüşümden sonra bulmuş; Rimbaud’ların, Valery’lerin çizgisinden ayrılıp Neruda’ların, Brecht’lerin yanına yerleşmişti. Çağdaş şiirin, yalın, insanların anlamasına açık, ama düzyazıdan uzak olmasını savunuyor; kendi şiirini ise “toplumbilimsel değil, toplumsal” olarak tanımlıyordu. Kendinden sonra gelenlerin de “ortak bir zaman” duygusuna önem vermelerini, söyleyeceklerini yumuşak bir deyişle söylemelerini istiyordu.

1995

EGEMEN BERKÖZ
Bütün Şiirlerinden Seçmeler, S. 11-17

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI