REFİK DURBAŞ’LA ŞİİR ZİNCİRİ

Bireylikler dergisinde yeni bir ‘şey’ denemeye çalışacağım: Adı, Şiir Zinciri... Yeni bir şeye başlamak, çoğu kez sayısız zorlukları da içerir. Ama Refik Durbaş’la yaptığım ‘başlangıcın’ beni oldukça rahatlattığını söylemeliyim.

Yıllardır Sabah gazetesindeki köşesinde, sosyal meselelerden sanatsal etkinliklere, kültür hareketlerinden yazınsal serüvenine değin çok sayıda olgu ve olayı dile getiren şairle, bir ‘şiir zinciri’ oluşturmaya çalıştık. Bu ‘zincir’, belki hiçbir zaman ‘tamamlanamayacak’ olsa bile.

* * * * *

ŞİİRİN GÜCÜ

İ-L-K-H-A-L-K-A

Ayhan Şahin: Türk ve dünya edebiyatından, bir dönem için –veya her zaman- etkilendiğiniz, esinlendiğiniz şair ya da şairler var mı? ‘Etkileşim’ ya da ‘esinlenim’ sonucu yazdığınız bir şiirinizin, -mısralarınızdan örnekler vererek- hikâyesini anlatabilir misiniz?

Refik Durbaş: İlk şiirim, 12 Şubat 1962 yılında İzmir’de yayınlanan Ege Ekspres gazetesinde çıktı: “Velvele”... 18 yaşında idim. O yılların şiir ortamında mesela Nâzım Hikmet’in şiirleri yasaklıydı; 40 Kuşağı’nın A. Kadir, Rıfat Ilgaz, Dinamo, Cahit Irgat gibi şairleri de... Nâzım Hikmet’in elden ele dolaşan iki-üç şiiri vardı okuyabildiğim. Bir gün, Dost dergisinde Attilâ İlhan’ın bir şiirini okudum, ertesi gün de Yağmur Kaçağı kitabını aldım. Bu kitap, benim şiir yaşamımım ilk dönemecidir diyebilirim. Şimdi bakıyorum da, çünkü o günler yazdığım şiirleri hâlâ defterlerde saklıyorum, yazdığım şiirler neredeyse Attilâ İlhan kopyası... Örneğin, o “Sisler Bulvarı” diye yazmış, ben “Gilda Sokağı” diye bir şiir yazmışım... Ama “gilda” nedir, öyle bir sokak var mı, şimdi de bilemiyorum.

Sonraki yıllarda elbette birçok şiirin benim üzerimde etkisi oldu, şairlerin değil ama...

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okurken Divan ve Halk şiirini okudum ve inceledim. Bu, şiirlerime de yansıdı. Kaşgarlı Mahmut’un, Âşıkpaşazâde’nin, Yunus Emre’nin, Şeyh Galib’in sözcükleri şiirlerimde kullandığım gibi, mesela “karangu, rûzigâr”, Lorca’nın, Blais Cendrars’un duyarlılığını da eklemek istedim yazdıklarıma...

Bu, bir süreç sorunu... İnsan, zamanla etkilerden, etkileşimlerden sıyrılıyor. Zaten gençlik yıllarında bu etkileşimden kurtulamıyorsa bir şair, o şairin kopyasından başka ne olabilir ki? Kendi sesini nasıl bulabilir ki?

İki örnek vermek istiyorum.

Birincisi Fazıl Hüsnü Dağlarca... Örneğin Dağlarca’nın “Varlık” dergisinde bir şiiri çıktığında kimi eleştirmenler pek beğenmez, hatta aleyhinde yazarlar.

Dağlarca, bütün bunlara hiç kulak asmaz, öteki ay öyle bir şiir yazar ki, o eleştiren eleştirmenler adeta küçük dillerini yutarlar.

Bu tavrı ben de Dağlarca’dan dinlediğimden bu yana benimserim. Şiire karşı daha iyi bir şiir...

İkincisi Behçet Necatigil, biliyorsunuz bilge şairliğinin yanında Almancadan nice güzel yapıtlar çevirmiştir, severek çevirdiği şaire bir “nazire” yazar kendi şiir diliyle...

Örneğin “Gizli Sevda” şiiri Alman şair Heine’nin bir şiirine “gönderme”dir; ama Heine’nin şiirini çalmamış, ondaki duygu yoğunluğunun etkisiyle kendi “yerel”, kendisinin olan şiiri yazmıştır.

Doğrusu, benim böyle deneyimlerim olmadı.

* * * * *

ŞAİRİN SEZGİSİ

İ-K-İ-N-C-İ-H-A-L-K-A

Ayhan Şahin: Şairin ‘sezgisi’ni, toplumdaki herhangi bir bireyin ‘sezgisi’nden ayıran şey ne olabilir? Sezgi farklılığını belirleyen şeyler arasında genetik kodlar, etik değerler, töresel sorumluluk duygusu ya da ideolojik konumlanış ve politik duruşları sayabilir miyiz? Bu konuda ‘örnek aldığınız’ şairler var mı? Sizce, şairlerin yaşamöyküleri mi, yoksa şiirleri mi daha ‘etkileyici’dir?

Refik Durbaş: Şairin değil de, “şiir”in sezgisinden söz edilebilir belki de... Çünkü şiir, bence biraz sezgidir de... Sezgi “şiir”e kalsın, ama şairin farklılığından söz edilebilir. Nedir bu farklılığı da belirleyenler? Genetik kodlar mı? O zaman her şairin oğlunun ya da kızının şair olması gerekmez miydi? Böyle bir şeyi söylemek mümkün değil. Ama tabii şairin yazdıklarını belirleyen bir politik ve ideolojik duruşu olacak, etik değerlere sahip bulunuşu da... Şair ahlaksız olabilir, bana ne; ama yazdıkları ahlaklı da olsa, ahlaksız da olsa şiirin estetiğini, güzelliğini yansıtmak zorunda... Şiiri, şiir olmak zorunda...

Toplumun töresel de, kurumsal da olsa ahlaksız nice değerleri şairin şiiri için ahlaklı olabilir. Sanatın bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum ve şimdiye kadar da gerek yazılarımda, gerek şiirlerimde bu sorumlulukla davranmaya çalıştım. Bu sorumluluk da şair ya da yazara bir ideolojik ve politik duruşun gereğidir. En basitinden aşk bile ideolojik ve politik bir duruşun göstergesidir. Bu açıdan kendime örnek aldığım bir çok şair var elbette... Adlarını sıralasam bu sayfaya sığmaz. İçlerinde Nâzım Hikmet de var, Cemal Süreya da... Dağlarca da var, Necatigil de... Yüzyıllar önce yaşamış şairler de, şimdi günümüzde çağdaşlarım da...

Şairlerin yaşam öyküleri beni ilgilendirmiyor, şiirleri ilgilendiriyor.

Rimbaud, Afrika’da esir ve silah ticareti yaptı, bana ne... Ama o Rimbaud 20 yaşında yazdığı tek kitapla dünya şiirinde bir kilometre taşı oldu. Şiirdir aslolan, şairin hayatı her insanın hayatı gibi uçup gidecektir, ama yazdıkları yarına kalacaktır.

* * * * *

ŞİİRİN GİZİ

Ü-Ç-Ü-N-C-Ü-H-A-L-K-A

Ayhan Şahin: Önsezi ve öngörüsü ‘sağlam’ olan şairlere, ‘geleceğin şairleri’ denilebilir mi? ‘Zaman’ kavramıyla sınanmaya ‘en uygun’ şiirleri yazanlar, önsezi ve öngörü sahibi olan şairler midir? Şiirleri, o günün şiir ortamı ve toplumun şiir beğenisiyle bir ‘karşıtlık’ oluşturur mu?

Refik Durbaş: Gerçek değil “hakiki” bir şairin, ben yarına kalayım diye şiir yazdığını düşünemiyorum; ne kadar önsezisi ya da öngörüsü olsa da... Zaman bir kuyudur, şair şiirini yazar, bir çakıl taşı misali o kuyuya bırakır. Taş belki yosun tutar, kuyunun suyunda kaybolur, belki elmas misali hem kendisini, hem kuyuyu aydınlatır.

Ayrıca “hakiki” şair, o günün ortamına hoş gelsin, toplumun beğenisiyle özdeş düşsün diye şiir yazmaz.

Anlamaktır şairin derdi çünkü, anlaşılmak değil...

İçinde yaşadığı toplumu anlamak, dünyaya anlamak, en çok da kendisini anlamak...

Geçen yüzyılın başında Florinalı Nazım diye bir şair yaşadı bu topraklarda... Kendi parasıyla gazetelere ilan vererek şiirlerini yayınlattı, hem de çok yazdı.

Bugün böyle bir şair var mı edebiyatımızda? Var ama şiirleriyle değil de, şiirlerini yayınlatmak için yaptıklarıyla var.

Her türlü yasaya ve yasaklara karşı durandır şair...

Toplumun laneti üzerindedir ve bu yüzden de lanetlenmiştir.

İşte Nâzım Hikmet... Yıllarca yasaklandı, hapislerde yattı, şiiri ise dünü aydınlattığı gibi bugünü de, yarını da aydınlatıyor.

Peki, kim hatırlıyor şimdi onu yargılayanları, hapislerde süründürenleri?

* * * * *

SANATIN BÜYÜSÜ

D-Ö-R-D-Ü-N-C-Ü-H-A-L-K-A

Ayhan Şahin: Günümüz şiiri, disiplinler arası nasıl bir etkileşim içersinde? Sanatın en çok hangi dalı, şiir serüveninizi belirliyor? Sanatın herhangi bir dalından etkilenerek yazdığınız şiir ya da şiirleriniz var mı? Düzyazılarınızla şiirleriniz arasındaki ilişkiyi tanımlayabilir misiniz? Şiirlerinizin etkinlik alanlarını açıklamanız mümkün mü: Resimlenen, bestelenen, oyunlaştırılan, sahne performansı olarak kullanılan şiirleriniz bulunuyor mu? Şiirin, toplumsal hayatta da bir ‘karşılığı’ olması gerekir mi?

Refik Durbaş: Şiiri, bütün sanatların kaynağı, menbaı olarak düşünüyorum, gerçekten öyle çünkü. Çünkü önce şiir vardı dünyada. Melih Cevdet Anday, bir konuşmamızda “Söz, şiirin büyüsünü bozdu” demişti. Aslında büyü de “söz”, yani şiir idi...

Ben, şiirimde hiçbir sanata uzak durmayı yeğlemedim. Bir sinema karesi etkiledi şiirimi, bir resim, bir fotoğraf da... Bir romanın cümlesi de şiirime kaynak oldu, bir türkünün ezgisi de...

12 Mart sonrasında yazı işleri sorumluluğunu üstlendiği “Yeni a” dergisinde yayınlanan şiirlerim o günlerin toplumsal, politik izlerini taşır. Mecliste “Petrol Yasası” tartışılırken “Vur” şiirimi yazmıştım. Harun Karadeniz öldüğünde “Bir Dağ Yamacında” şiirimi...

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan idama giderken de “Anıt” başlıklı şiirimi, ki adları da şiirin içinde gizlidir:

ANIT

Halkın ulusu, rüzgârın kardeşiydi onlar
ateşin öğündüğü üç alınteri nebisi
bir şafak vakti zulmün dehlizinde
yiğitlik anıtını süsledi bedenleri

Biri engin denizlerle arkadaş
biri inancın cömert definesi
biri sabrın korkusuz aslanıydı
onurun mescidi şimdi cesetleri

Halkın ulusu, rüzgârın kardeşiydi onlar
ölüme taviz vermedi hiçbiri.

Yine 12 Eylül sonrasında, Zeki Ökten’in yönettiği “Ses” filmini izledikten sonra da “Geçti mi Geçen Günler”i yazmıştım:

GEÇTİ Mİ GEÇEN GÜNLER

Çıktın alnında güneşli bir gün izi
nereye mi hapisliğinle el ele
bir ses, aşınmış nice dostlukların sesi
onurla inancın arasında yüz yüze

Geçti mi geçen günler dünden habersiz
tez gelmelere bağışlanır gelişin

Savurmuş yüreğini bir deli rüzgâr
ilk yürüyüşün, ne kadar tenha hayat
sevgilin, pencerede uzak gölgesi
aşkınla özlem arasında göz göze

Geçti mi geçen günler kamu çaresiz
kara sevdalara bağışlanır sevincin

Kaç yıl karanlık odalar, kelepçeler
sazın telinde hâlâ duruyor türkün
sessizlik, kime ulaşır deme alevi
geçmişle geleceğin arasında diz dize

Geçti mi geçen günler neçe kimliksiz
yaşananla yaşanmışa bağışlanır geleceğin

“Çırak Aranıyor” şiirimi Zülfü Livaneli besteledi, bu şiirin bir başka bestesini de Hümeyra yaptı.

Livaneli’nin bestesini Edip Akbayram, Müslüm Gürses, İbrahim Tatlıses, Kızılırmak grubu okudu.

Bu şiirden yola çıkarak Tatlıses, “Alişan” diye bir film yaptı. “Çaylar Şirketten”i Erdoğan Tokatlı filme aldı.

“İkinci Baskı” kitabım Ankara Fotoğraf Sanatçıları tarafından afiş oldu, TRT tarafından yarım saatlik bir film yapıldı, ama film 12 Eylül’de her ne hikmetse TRT arşivinden kayboldu.

“Menzil” şiirini Sadık Gürbüz besteledi.

Kimi şiirlerim Nâzım Hikmet ve Sâit Fâik’in öyküleriyle harmanlanarak oyunlaştırıldı, 12 Eylül öncesinde İlerici Gençler tarafından sahnelendi.

“Yeni Türkü”nün rembetiko olarak “Külhani Şarkıları”nın dört tanesinin şarkı sözlerini yazdım. Ama bunlar şiir kitaplarımda yoktur, çünkü şarkı sözü başka, şiir başka bir şey diye düşünüyorum.

Şair olarak da Ali Özgertürk’ün “At”, “Bekçi Murtaza” ile Işıl Özgentürk’ün yönettiği “Seni Seviyorum Rosa” filmlerinde küçük rollerde oynadım.

ÇIRAK ARANIYOR

ELİM SANATA DÜŞER USTA
DİLİM KÜFRE
ÖLÜM HEP BANA
BANA MI DÜŞER USTA?

SEVDA NE YANA DÜŞER USTA
HİCRAN NE YANA
YALNIZLIK HEP BANA
BANA MI DÜŞER USTA?

GURBET NE YANA DÜŞER USTA
SILA NE YANA
HASRET HEP BANA
BANA MI DÜŞER USTA?


* * * * *

ŞİİRİN SERÜVENİ

S-O-N-H-A-L-K-A

Ayhan Şahin: Bir dönem için ‘etkilenerek’ ya da ‘esinlenerek’ yazdığınız şiiri, şairin kendisi de ‘bir başka şair’den ‘esinlenerek’ yazmış olabilir mi? Sizin bir şiirinizden ‘esinlenerek’ yazılan şiir ya da şiirler de olmalı bu durumda; isim vermek zorunda değilsiniz ama, bize bu konudan söz edebilir misiniz biraz?

Refik Durbaş: Doğrusu bilemiyorum. Kimi arkadaşlar, falan şairin şiiri senin yazdıklarına benziyor diyor ama, ben çözemiyorum. Bir gün Ataol Behramoğlu’na sormuştum: “Biz, bizden önceki kuşaktan etkilendik, şimdi o kuşağın yaşına geldim. Ahmed Arif, Cemal Süreya 60 yaş civarında öldüler, biz şimdi onların yaşındayız. Acaba biz kimleri etkiledik?”

O da bilmiyordu, ben de bilmiyorum.

Ama şimdi bile şairi ister genç, ister yaşlı olsun, aslında şiirin yaşı yoktur ve her iyi ve güzel, daha doğrusu “hakiki” şiir gençtir, her “hakiki” şiirden etkileniyorum.

Ve öylesi bir şiir yazmaya çabalıyorum.

2 Aralık 2011 Cuma

AYHAN ŞAHİN
Bireylikler Dergisi

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI