SUNUŞ
Dağıstan’ın Tsovkra köyünde — yetiştirdiği ipcambazlarıyla ünlenmiş bir
köyümüzdür bu, — oğlanın doğduğu gün olarak, ip üzerinde yürümeye
başladığı gün kabul edilir; altın-gümüş işleriyle ünlü Kubaçi köyündeyse,
oğlan ne zaman babasına kendi elleriyle savatladığı bir gümüşü getirip
gösterirse, o zaman doğmuş sayılır, sevinç içindeki baba da, «İşte benim de
bir oğlum oldu!» diye geçirir içinden.
Gözlerimi yumuyorum: köyüm Tsada, ilkyaz. Daha bıyıkları terlememiş bir
genç, ilk kez taşlık bir tarlayı sürmeye başlıyor; yine daha bıyıkları terlememiş
bir başka genç, ilk kez bir ev yapımına girişiyor; bir üçüncüsü, atını
eğerleyip ilk kez uzak bir yola koyuluyor; ve onlara bakan babam sevinç
içinde, «Bu bahar ne çok oğlan doğdu küçücük köyümüzde!» diyor.
Emeğiyle yararlı işler yapmamış, güzellikler yaratmamış, yüce başarılar
düşlememiş, yürekten dostluk nedir bilmeyen yeteneksiz insanlar için
dağlarda, «Saçları ağarana dek yaşadı, ama dünyaya gelmedi» derler.
Başımda saçlar iki renk, hem ak var, hem kara, ama doğrusu şu anda
söyleyebilmem çok güç: ne zaman doğdum ben?
Onbir yaşımdayken, — daha kemer takmaya başlamamışım, hiç at
eğerlememişim — damımıza serili öküz postunun üzerine uzanıp ilk şiirimi
yazdığımda doğdum belki.
Ya da daha sonraları: okulumuzun duvar gazetesinde ilk şiirim göründüğünde…
Belki de 1943’te doğmuşumdur: Dağıstan Yayınevinden ilk şiir kitapçığım
çıktığında…
Övgülerinde pek cimri olan dağlı babam, içinden, «İşte benim de bir oğlum
oldu!» diye ne zaman geçirdi, bilmiyorum. Belki de bunu hiç diyemeden öldü
gitti.
Ne zaman doğmuş olursam olayım, gerçek doğumum şiirlerimin doğumuyla
sıkı sıkıya ilişkilidir.
Şarkıyla, şiirle başlayan yaşamım, sonuna dek şarkıların, şiirlerin olacak. Şiir,
bütün güzel işler gibi, yaşamı süsler, güzelleştirir, onu daha varlıklı, daha
kapsamlı, daha ışıltılı yapar. Benim en içrek dileğim, yaşamımın sonuna dek
halkıma yararlı olmak, korkuyla değil, istekle, inançla halkım için yararlı işler
yapmaktır.
Kendim için dilediğim bu güzelliği, sizler için de dilerim.
Oğullarında, tıpkı şiirlerde olduğu gibi çocukluk ve yaşlılığın pek kısa, gençlik
ve olgunluğun ise çok uzun sürdüğü, küçük, ama gururlu bir halkın
çocuğuyum.
Dağlarımın insanları erkenden yetişkin olurlar. Sayıca küçücük bir halkız biz,
hani şu bir avuç dediklerinden: topu topu ikiyüz elli bin Avar yaşar
yeryüzünde. Ama halkımın ünü, onu kuşatan dağların ardındaki sonsuz
bozkırlarda da çağıldar durur. Başı bulutlara değen, çileleri, güçlükleri bitmez
tükenmez dağlarımız kartal yürekli insanlar yarattılar. Yürekli savaşçıları,
gözü pek cenkçileri için halkım yüzyıllardır büyülü şarkılar söyler durur.
Çocukluğumda bir taşın üzerine oturur, babamın anlattığı birbirinden ilginç
öyküleri dinlerdim: yüreğinde sekiz yara olduğu halde, bir kılıç vuruşuyla,
düşman atlısını atıyla birlikte ikiye bölen Şamil; üzerine Lev Tolstoy’un da çok
güzel bir roman yazdığı naib Hacı Murat; söylencelere konu olmuş Gidatla’lı
Hoçbar; yanan bir lamba gibi gölgesi toprağa düşmeyen Çoh’lu güzel
Kamalila Başira; seven ve sevilen bütün dağlı delikanlılar, bütün dağlı
gençkızlar için birer tılsım niteliğinde olan Mahmud’un sevi şarkıları… üzerine öykülerdi bunlar.
Çocukluğumda dinlediğim halk masalları, söylenceler, şarkılar, Kubaçin kılıç
kakmaları gibi iz bıraktılar yüreğimde, yaşamım boyunca unutamadığım… Bu
öyküler, söylenceler ve şarkılar bu yalçın dağ yamaçlarından, sarp kale
duvarlarından duyulan kılıç şakırtıları, bu kayalara, kalelere oyulmuş yazıtlar,
benim için küçücük halkımın büyük tarihinin sayfaları oldular.
Dağlara sıkışıp kalmış halkım, tarihi boyunca sayısız saldırganla, yağmacıyla,
yıkıcıyla çarpışmak, dağlarının özgürlüğünü, bağımsızlığını korumak için sayısız düşmanla savaşmak zorunda kaldı. Bir atasözümüz, «Dağlı at üstünde
doğmuştur» der. Dağların oğulları gencecik yaşlarından başlayarak ellerine
silah almak zorunda kaldılar; silah yerine kalem alamazlardı.
Ama benim
doğduğum sıralarda, dağlı, hançerini gönül rahatlığıyla duvara asmıştı, hiçbir
düşmanı onun bağımsızlığına gözdikemezdi artık. Dağlının yurdu, bütün
Sovyetler ülkesi olmuştu. Babam, Dağıstan Halk Ozanı Hamzat Tsadas, en
güzel şarkılarını bu ülkeye adadı. Benim şarkılarım, acılarım, sevinçlerim de
bu ülkenin yüce yazgısıyla ilintilidir.
Benim yaşamım, yaşıtım olan öteki Dağıstanlıların yaşamına benzer, ama ben,
şiirlerim başka ozanların, ozan dostlarımın şiirlerine benzesin istemem.
Yaşamlarımız varsın bir anayol üzerindeymişçesine ortak olsun, ama
şiirlerimiz dağ çığırları gibi binbir yerden çıkıp binbir yere uzansın, birbirine
benzemez olsun.
Köyümüzün ortaokulunu bitirdikten sonra, Buynaks’taki Avar öğretmen
okuluna girdim. Ortaokul öğretmenliği, Avar Tiyatrosunda oyunculuk yaptım,
Cumhuriyetimizde yayımlanan çeşitli gazetelerde çalıştım. 1950 yılında
Moskova’da Gorkiy Yazın Enstitüsünü bitirdim.
«Ateşli sevgi ve yakıcı nefret», ilk kitabımın adıdır. Kitaptaki şiirlerimin,
kitabın adı denli «gösterişli» olduğunu söyleyemem. Bu ilk kitabımdan sonra
Avarca, Rusça, Dargince, Lakça, Gürcice, Korece ve başka bazı dillerde otuzu
aşkın kitabım yayınlandı. Bana göre bunların içinde en önemlileri: «Doğduğum Yıl», «Ağabeyim Üzerine», «Lirikler», «Şiirler», «Dağlı Yüreği» ve
«Dağlı Kız»dır.
Şiir, gençliktir, gençlikten ayrı düşünülemez; şiirlerimi sizlere adadığım şu
anda, beni yaşıtınız kabul etmenizi dilerdim.
31 Aralık 1957
KİTABIM HAKKINDA
Bu satırlar çok yıllar önce yazıldı, otuzbeş yaşımdayken. Dağlarımızdaysa,
otuzunu geçenler için, "İki çağ arasında kartal olamamışlar için, artık geçmiş
ola. Bunların yazgıları, sonsuza dek cıvıldayıp durmaktır" derler. Ben, serçe
değilim, ama kartalca yüceliklere de tırmanamadım. İçimden geldiği gibi
yazdım. Sevindim, üzüldüm — acı çektim, bayram ettim ve hiç kuşkusuz,
sevdim. Yüreğim, ne yalan söyliyeyim, eskiden olduğu gibi, şu anda da sevgi ateşiyle yanıyor. Sevgiyse, insanı konuşturur. Ben de konuştum — arasıra
alçak sesle, arasıra bağıra bağıra, arasıra şiirle, arasıra düzyazıyla.
Ülkemiz için barışçıl yıllardı, ama dünyada barış yoktu. Sanatçının yüreğinde
de yoktu barış: Düşüncelerin çarpışmasının, duyguların çatışmasının sonu
yoktur. Yüreğin ve ruhun dinginleşmesi, yatışması olanaksızdır, çünkü bütün
dünya, o taylarıyla, kaygılarıyla yüreğin içine yerleşmiş olmalıdır.
Yıllar geçti. Evet, savaş yoktu ama, yakınım olan pek çok insanı yitirdim,
ozanın dediği gibi, salt yaşlılıktan, eskimişlikten değil, ama aynı zamanda
eski yaralardan, pek çok köylüm, ozan dostlarım, arkadaşlarım yitip gittiler.
Gidenlerin yerini yüreğimde kimse alamadı, onlar, yüreğim vurdukça orada
yaşayacaklar. Ama ülkemde, başka ülkelerde, uzak ülkelerde yeni, güzel
insanlar tanıdım ve bu tanışmalar yüreğim için bayram oldu, yaşamın
süreğenliğinin bayramı, sonsuz yaşamın.
Masamın üzerinden iki armağanı hiç
eksik etmem, yaşamın simgesidir sanki bunlar: biri, bir savaşçının
gövdesinden çıkarılmış bir kurşun parçası: yaşamın acımasız, ürkünç bir
armağanı; öteki, içinde eskiden barut, şimdiyse memleketimin çiçekleri bulunan boş bir mermi kovanı barışın, sevginin, umudun, yaşamın bir
armağanı.
Geçmişe ilişkin anılar, bugüne ilişkin heyecanlar, geleceğe ilişkin
düşünceler… İşte yaşamımız boyunca bize eşlik eden üç yol arkadaşı.
Ozanlara şiirlerinin, şarkılarının dizelerini buyuran, yazdırtan üç egemen.
Bana da onlar buyurdular yazdığım dizeleri. Ve ben, onların buyurduklarını
yazdım, elimden geldiğince. Başarılarımı ve özürlerimi hemen her yıl görmek
olanağı buldu okurlarım.
Yaşam buyurdu, ben yazdım, Şiirlerim kitap oldu, okurların eline ulaştı:
«Yücelerdeki Yıldızlar», «Yıldız Yıldızla Konuşuyor», «Melez», «Üçüncü Saat»,
«Ocak Başında», «İran Şiirleri», «Benim Dağıstan’ım», «Soneler» vb.
Evet, kitaplarıma başka başka adlar koydum. Yapıtlarıma değişik papaklar
giydirdim. Ama en önemli, en içrek kitaplarım üç tanedir benim. Eskiden de
böyleydi bu, şimdi de böyle.
İki pencere altında yaptım ben serenatlarımı, çalmaya başlamazdan önce iki
ateş karşısında ısıttım tefimin derisini. Değişmezlik, ozanın en güçlü yanı
değildir; çünkü, ne demişler, şiir-ruhsal durumdur. Ruhsal durumsa, tıpkı
hava gibi, sık sık değişir. Ama ben yine de diyorum ki: baştan beri iki sınırda
durdum ben şiir konusunda, sonuna dek de tutumum bu olacak. Benim
sanatsal yaratıcılığımda bir numaralı yeri tutar bu iki sınır. Bunlardan ilki, öz
topraklarımın, Dağıstan’ımın sınırıyla, yüce sosyalist Vatanımızın sınırıdır.
Öteki sınır, sevgilerimin, kendilerini sonsuza dek seveceğim kadınlarımıza
sınırsız tutkunluklarımın sınırıdır. Bunlar hiçbir zaman bitmeyecek kitaplardır.
Uçağımı, gönlümün en içrek yerlerinde gizli olan alana ulaştıramadan, bir
sevgi alanından bir başka sevgi alanına uçurup duracağım ve bu yolda ölüp
gideceğim.
«Turnalar» ve «Dostları Koruyun», «Yılların Tespihi» ve «Yazı»… Bu kitaplar
benim yaşam, ölüm, dünya, insanlar, ayrılıklar, kavuşmalar üzerine
düşünüşlerimdir. Bu kitapları bütün dünyayı karış karış dolaştıktan ve
başımda hiç kara saç kalmadıktan sonra yazdım.
Çağdaşlarımdan biri, kendisinin farklı olduğunu, sanatının da kimselerinkine
benzemez olduğunu söylemişti. Tekdüzeliği ben de sevmem. Ama sanatçı
bütün bir insan olmalıdır; sanatçının sanatı böylece belirlenir. Ve yalnızca
güzel amacı olanlar güzel işler yaparlar. İnsanlar bu işlere bakar ve
bunlardaki en önemliyi yakalarlar. Bu en önemli olmaksızın sanatta
varolunamaz.
Ben daha en önemlimi yazmadım. Ama bunun için çalışıyorum. Şu anda
ellibeş yaşındayım. Bu yaş, bizim dağlıların, "Atı hafiften topallıyor" dedikleri
yaştır. Doğru, dağlıların bu söyledikleri. Bir kadeh şarap çok daha çabuk
etkiler oldu beni de. Ne yalan söyliyeyim, yaşlarından daha dinç görünen,
yaşlarını göstermeyen insanları pek tutmam.
Biliyorum, arzularla olanaklar
arasındaki uzaklığın gitgide büyüdüğü yaşlardayım şimdi ben, ama yine de
şunu söylüyorum: ben, ozanım. Sevgi hiç azalmadı yüreğimde. Ve tıpkı yirmi
yıl önce olduğu gibi, herkesin içinde açıkça söylüyorum: «Yüreğim yanıyor».
Şiire gelince, o bu duygunun buyruğu altodadır, bu duygunun buyruğuyla
yazılır. Ben de daha yazıyorum._
Yazdığım zaman, duygularımın, düşlerimin efendisiyim. Tek bir kişiyim.
Ama yazıp bitirdikten sonra, yazdıklarım yayımlandıktan sonra, dizelerimi
herkesle paylaşmak beni çok sevindirir. Ne çok insanla paylaşırsam bunları, o
denli mutlu olurum.
İşte böyle. Başka ayrıntıları bir başka sefere konuşuruz. Hem şiirlerimin,
şarkılarımın da söyleyecekleri olmalı size bu konuda. Hepsi sizlerin bu
şiirlerin, en sonuncusuna varana dek hepsini sizlere adıyorum.
Güzel insanlara güzellikler dileyerek…
12 Mart 1977
RESUL HAMZATOV
Benim Dağıstanım

ŞİİRLERİ