NİNNİLER OLMASAYDI
(.....)
Ninniler olmasaydı, herhalde öteki şarkılar da olmazdı. Daha az renkli olurdu
yaşamı insanların, kazanılan başarılar daha az olur, şiir daha az olurdu.
Anneler, evrenin ilk ozanları. Oğulların, kızların yüreğine ilk şiir tohumlarını onlar
serperler. Sonra bu tohumlar göverir, çiçek açar. Yaşamlarının en çetin, en
korkunç anlarında erkekler hep beşikleri başında söylenen şarkıları
anımsarlar.
Hacı Murat savaştan korkan bir askerine şöyle demişti: «Herhalde annen senin beşiğinin başında hiç ninni söylememiş!»
Hacı Murat’ın kendisi Şamil’e ihanet edip de Ruslara geçince, Şamil de naibi
için, «Herhalde annesinin söylediği ninnileri unuttu» demişti. Hacı Murat’ın annesinin söylediği ninni şuydu:
Dinle şarkımı oğul
Gülücükle yanağında
Bir yiğidin şarkısı bu
Yaşayan hep onurla.
Belindeki kılıcının
Hakkını verirdi yiğit
Doludizgin koşan ata
Atlar binerdi yiğit.
Bağırmaklarını geçer gibi
Aşardı sınırları
Kılıcının şimşeğiyle
Keserdi sıradağları.
Yüzyıllık meşeleri
Bükerdi tek eliyle
Sen de, kartalcığım benim
Böyle bir yiğit olacaksın işte.
Anne, gülümseyen küçük yüze bakar ve şarkısında söylediği sözlere inanırdı:
oğlunu, biricik Hacı Murat’ını gelecekte ne çetin sınavların beklediğini
bilmeden…
Oğlunun Şamil’den ayrılıp Ruslara geçtiğini öğrenen anne, bir başka şarkı
söylemişti:
Sarp kayalardan bir uçuruma atladın,
Korkmadın hiçbir yükseklikten.
Şimdi bir dipsiz kuyudur yerin,
Sen artık evine dönebilmezsin.
Arsızca saldırıp kendi dağlarına,
Kaç çabuk, gizlen, karanlıklara.
Oysa kendin düşmana bir ganimetsin,
Sen artık evine dönebilmezsin.
Acı dolu, kapkara günlerim benim,
Bu nasıl analık, ben bilemedim.
Kapana düştün, demir tırnaklı bir kafes içindesin,
Sen artık evine dönebilmezsin.
İmamı küçük gördün, çardan nefret ettin,
Ama dur, bunlar daha hiçbirşey değil:
Öz dağlarını bile sevmesini bilmedin
Sen artık evine dönebilmezsin.
Bilindiği gibi Hacı Murat, daha sonra Ruslardan kaçıp yeniden dağlara
dönmek istedi, ama kendisini kaçarken yakalayıp öldürdüler, başını kestiler.
O zaman acılı ananın bir başka şarkısı duyuldu dağlarda:
Kalktı balta, baş yok artık omuzda
Ama boş bir söylenti bu, boş bir söylenti
Savaş kurallarımda, kanlı çarpışmalarda
Öyle gerekli ki o baş bize, öyle gerekli ki
Bir yol kıyısına gömülü başsız ölü
Ama boş bir söylenti bu, boş bir söylenti
Kuşatılmış dağlarda, göğüs göğüse çarpışmalarda
O omuzlar öyle gerekli ki bize, o kollar öyle gerekli ki
Keskin kılıçlara, sivri hançerlere sorun
Sağ mı ölü mü naibi Şamil’in
Dağlar artık barut kokmaz mı oldu
Topraktan dumanlar yükselmiyor mu?
Adı kartalca yükseklerde uçardı
Soldu, söndü bu ad yaşamının sonuna doğru
Bu utanç lekesini şimdi, kılıçlar temizliyor
Bu yaşam eğriliğini şimdi, kılıçlar düzeltiyor.
Annenin şarkısı: insanlığın yarattığı bütün şarkıların pınarı, bütün
güzelliklerin kaynağı; annenin şarkısı: ilk gülümseyiş, son gözyaşı…
Yürekte doğar şarkı, yürek dile aktarır, dil bütün insanların yüreğine, bütün
insanların yüreği de yüzyıllara aktarır şarkıyı.
Yeri gelmişken üç şarkıdan daha sözedeceğim burada.
Şamil’in annesinin şarkısı
«Şarkıda ya gülme, ya gözyaşı vardır. Bize, dağlılara ise, şu anda ne gülme,
ne gözyaşı gerekli. Biz savaşıyoruz. Erkeklik, yüreklilik, nice yıkıma uğramış
olursa olsun, sızlanmamak, yakınmamalı, ağlamamalıdır. Öte yandan, sevinip
gülmemiz için ortada hiçbir neden yok. Yüreklerimiz üzünç, acı dolu.
Dün,
mescidin orda dansedip şarkı söyleyen kimi gençleri cezalandırdım. Aptallık,
bu yaptıkları. Eğer birkez daha görürsem, yine cezalandırırım. Sizlere şiir,
şarkı gerekliyse, Kuran okuyun. Peygamberimizin ayetlerini ezberleyin. O
ayetler ki, Kabe’nin kapılarına kazılmışlardır.»
İmam Şamil, Dağıstan’da şarkı söylenmesini böyle yasaklamıştı. Şarkı
söyleyen kadınlar meydan süpürgesiyle, erkekler kırbaçla cezalandırılıyordu.
Buyruk buyruktur. Az ozan yatmamıştır o yıllarda kamçının altına.
Ama şarkıyı söylenmez etmek, şarkıyı susturmak olası mıdır? Şarkıcıyı belki,
ama şarkıyı hiçbir zaman! Pek çok mezartaşı var çevremizde, insanlar gömülü
bu taşların altında.
Ya şarkı mezarı?
Şarkı mezarı gören var mı hiç?
Şöyle bir mezartaşı yazısı okumuştum: «Öldü, ölüyorlar, ölecekler». Şarkı
içinse, sanırım şöyle söylenebilir: «Ölmedi, ölmüyor, ölmeyecek». Gazavat
döneminde şarkılara neler yapılmadı!.. Ama yine de sağ kaldı şarkılar, bize
değin ulaştılar, üstelik de, talihin bir cilvesi olarak, bunlara bugün «Şamil
şarkıları» denilir.
Şamil’in annesinin şarkısından sözedecektik… Ahulgo köyünün düşman eline
geçtiği günler… Ahulgo savaşı pek çok kahraman yaratmıştı, ama bu
kahramanların hepsi orada, savaşalanında kaldılar. Düşmana tutsak düşmek
istemeyen yaralılar kendilerini Avar Koysu’ya atıyorlardı. Kuşatılanlar arasında
Şamil’in kızkardeşi ve onun çocukları da vardı.
İşte bu çetin günlerde yaralanan İmam, kendi köyü Gimrı’ya geldi. Daha atının
dizginlerini müridlerine uzatmadan, birinin şarkı söylediğini duydu. Şarkı da
değil, bir ağıttı bu:
Ağlayın ey dağlılar, ağlayın
Şehitlere ağlayın, yiğitleri ululayın
Ahulgo kalesini düşmanlar aldı
Birtek dağlı sağ kalmadı.
Ağıtta daha sonra tek tek şehitlerin adları sıralanıyor, kara haberi duyunca
dağlardaki bütün pınarların kuruduğu söylenerek, herkesin karalar bağlaması
isteniyordu. Yine, dağlıları koruması, İmam’a güç vermesi, Petersburg’da,
çarın elinde tutunda bulunan Şamil’in oğlu Cemaleddin’i koruması için
Tanrıya yakarılıyordu.
Şamil bir taşın üstüne oturdu, parmaklarını kınalı, gür sakalının içine daldırıp
çevresindekileri süzdü, sonra:
— Yunus, —dedi,— kaç dize var bu ağıtta?
— Yüziki dize, İmam.
— Ağıdı yakanı bul, yüz kırbaç vur, iki kırbacı bana bırak.
Yunus kırbacını çekti.
— Ağıdı kim yaktı?
Kimseden karşılık yok.
— Ağıdı kim yaktı, dedim!
Bu sırada iki gözü iki çeşme, beli bükülmüş, yaşlı bir kadın yaklaştı: İmam’ın
annesiydi bu, elinde bir meydan süpürgesi tutuyordu.
— Oğlum, bu ağıdı ben yaktım. Evimizde bugün yas var. Al şu süpürgeyi,
buyruğunu yerine getir.
İmam biraz düşündü, sonra annesinin elinden süpürgeyi alıp duvara dayadı.
— Ana, sen eve git.
Ana, oğluna bir gözattı, evinin yolunu tuttu. İlerde, köşeyi dönünce, duvarın
ardına gizlenip gözlemeye başladı. Şamil kemerini çözdü, kılıcını çıkardı,
Çerkez cüppesini fırlatıp attı.
— Anaya el kaldırılmaz! Onun suçunu oğlu olarak ben üzerime alıyorum.
Yarı beline kadar soyunup toprağa uzandı, müridine:
— Kırbacını neden gizledin? diye sordu.
— Çıkar ve ne diyorsam yap!
Mürid kararsızdı. İmam kaşlarını çattı. Bunun ne anlama geldiğini mürid çok
iyi bilirdi.
Vurmaya başladı İmama. Ama döver gibi değil, okşar gibi vuruyordu. Şamil
fırlayıp yerden kalktı:
— Sen yat! diye bağırdı müride.
Mürid soyunup yere uzandı. Şamil kamçıyı üç kez şaklattı. Müridin sırtında
kıpkırmızı üç yara izi kabardı.
— Nasıl vuracakmışsın, anladın mı! Al kırbacını ve benim gibi vur!
Mürid, imamı kırbaçlamaya başladı. Her vuruşunu sayıyordu:
— Yirmisekiz, yirmidokuz…
— Hayır, daha yirmiyedi oldu, doğru say!
Müridin alnından terler boşanıyordu. İmamın sırtı, üzerinde yolların, çığırların
çaprazlaştığı, ardarda koyun sürülerinin geçtiği bir dağ yamacı gibi olmuştu.
Sonunda ceza bitti, mürid derin derin soluyarak bir taşın üzerine çöktü, Şamil
üstünü giydi, silahlarını kuşandı, çevresindekilere dönüp:
— Dağlılar! dedi. — Bize birtek şey gerek: savaşmak! Şarkılar düşüp, ağıtlar yakacak zamanımız yok. Varsın düşmanlarımız şarkı yaksın üzerimize.
Kılıçlarımızla öğretelim onlara bunu. Gözyaşlarınızı silin, hançerlerinizi
bileyin. Ahulgo’yu yitirdik, ama Dağıstan daha sağ ve savaş daha bitmedi.
O günün üzerine, Gunib de düşüp son savaş sesleri dinene dek, Dağıstan tam
yirmibeş yıl daha savaştı.
RESUL HAMZATOV
Benim Dağıstanım

ŞİİRLERİ