RESUL'ÜN MEKTUPLARI

İnsan yaşlandıkça anıların dünyasında yaşamaya başlar, ileriden çok geriye bakar, geçmiş yaşamın uzak sayfalarını gözden geçirir. Otuz üç yıl birlikte yaşadığım Resul Rıza ile geçirdiğim günlere dönüp baktığımda, aklıma çok açık bir gerçek geliyor: bizim halktan ayrı hiçbir üzüntümüz olmamıştır. Halk hayatı ile yaşamış, onunla nefes almış, en ağır günlerde halkın derdine ortak olmuşuz, halkın heyecan ve istekleri ile yaşamışız.

Ulduz dergisi editörlerinin ricası üzerine, Resul Rıza'nın farklı zamanlarda ve farklı yerlerde yazdığı mektuplardan bazı alıntıları sevgili okurlara sunmayı maksada uygun görüyorum.

Kerç'ten gönderdiği 28 Mart 1942 tarihli mektubunda Resul şunları yazıyordu:

"Nigara! Yine yıldızlara baktım, seni hatırladım, sen yıldızlı geceleri çok severdin. Buranın mavi, derin gökyüzü, mehtaplı geceleri var. Gözlerimi kapatıp denizin gizemli sohbetini dinliyorum. Ne diyor. O neler söylüyor. Bu öfkeli yaşlı adamın hüzünlü efsanelerini dinledikçe onun sonsuzlukla bağlı ömrünü kıskanıyorum. O neler görmüş, nelere şahit olmuş...

Kulağıma gelen fısıltılar, yıkılmış hayallerden, insanların kininden, feryadsız hazin üzüntülerinden ağır hikayeler anlatıyor. Gözlerimi açıyorum, yıldızlar akıyor, boşluklara doğru akıp gidiyor.

Dünyanın çilesinden kurtulmak, yarasından kan akan vatan topraklarının yarasını kapatmak gerek. İnsanların elinden alınmış yaşamak, düşünmek, sevmek ve gülmek hakkını kurtarmak gerekiyor. İnsanların kahkahayla gülebilmeleri için gözyaşı ve çığlıklar içinden geçmeleri gerekiyor. Kan kaynaklarını kurutmak için dökülen kanlar boşuna değildir. Bu hayatın sert ve acı hakikatidir.

Nigâra! Neredeyse yaz kokuları geliyor. Denizin buzları erimiş, kuzu yünü bulutlar ufuklardan dağılmışlar. Beş gün önce cephede idim. Bir gün pembe masanın başında oturup bu günlerin müthiş gerçeğini konuşacağız, küçük oğlumuz, benim Anar balam dizlerime tırmanacak; ben ona gördüğüm gerçeğin bir kısmını anlatacağım. Ben ona bir derede vurulmuş yedi bin adamın kayalarda yankılanan iniltisinden bir parça, ancak küçük bir parçasını anlatacağım.

Nigâra! Genellikle, savaş bir felakettir. Büyük, sonsuz, dehşetli, bütün hayal ve tasavvurlardan daha korkunç bir felakettir.

Garip değil mi burada insan hayatı daha inatla sevmeye başlıyor, bütün eziyetler, bütün acılar hayatın munis yüzünü örtemiyor, insanların gözünden düşürmüyor"

Yine Kerç'ten 14 Şubat 1942 tarihinde gönderdiği bir mektupta şöyle yazıyordu:

"Nigar bala!

Hiç şiddetli dolu vurmuş tahıl gördün mü? Orada burada yükselen dikenler tarlanın yıkıntıları arasında ne kadar garip ve hüzünlü görünüyor. Çay suları yıllar boyu kayanın altını oyuyor ve bir gün şiddetli bir yağmurdan sonra gelen güçlü sel son darbeyi vuruyor, kayalar uçuyor, taş parçaları vadiyi dolduruyor.

Belki çocukluğunda Gence'de görmüşsündür, bir sabah uyandığında bahçedeki çiçeklerin toprağa gömüldüğünü, güllerin, ağaçların dallarının kırıldığını, yerlerinin bozulduğunu, kırık tuğla dökülmüş yolların çukurlaştığını görürsün... Bir sığır sürüsü gece bahçeye girer ve onu bu hale getirir.

Burası canavar sürüsüne rastlayıp da mucize sonucunda canını kurtarmış adama benziyor. Bu adamı hayalinde canlandır. Onun kolu kalçası kemirilmiş, yüzü keskin pençelerle tırmıklanmış, saçları kana bulanmış. İlk bakışta, bunun bir insan mı yoksa cansız bir nesne mi olduğunu belirlemek çok zordur.

Kalan binalarda sağlam camı olan yoktur. Toprak ve taş yığınlarının altından yatağın bir ucu görünüyor, yanmış evin kapısında balçığa batmış bir çocuk oyuncağı, demir merdivenin yanında delik deşik olmuş bir şapka görünüyor. Geçip sokağa çıktığında insana öyle gelir ki bütün dünyanın karanlığı buradadır. Karanlık o kadar yoğundur ki, bir ağaca ya da taşa değil, karanlığın kendisine çarpıp ezilmekten ve yaralanmaktan korkarsın.

Gündüz gördüğümüz insan, insandır. Sen hiç bir zaman bu kadar birbirine benzeyen insan olacağını hayal bile edemezsin. Bildiğimiz balçık burada tamamiyle başka bir içeriğe sahip. Buralar balçıktır desem sana hiç bir şey dememiş olurum. Şehrin içi dize kadar çıkan bir sıvı ile doludur. Belki de bu balçıktır ama insanları, atları, arabaları, ağaçları, taşları boyayan bu siyah çözeltinin ne öncesi ne de sonrası yoktur.

Ayaklar uzun yıllar kıyı sularında kalıp balık kulağı katmanlarıyla kaplı kayalar gibi bu yapışkan topraklardan yük taşır. İri nar büyüklüğünde taşlar böyle balçık denilen sakızla beraber insanın ayağından sallanır, sonunda ayağını kaldırmaktan aciz kalarak istemeden ellerini devreye sokup kendini bu cömert toprağın bereketli hediyesinden kurtarmaya başlarsın.

Bütün bunlara rağmen geldiğime pişman değilim. Dürüst olmak gerekirse, bu yolculuk olmasaydı belki de dolu dolu ve stresli bir yaşam deneyiminden mahrum kalacaktım. Lambanın camı yoktur. Böyle bir lambayı özleyenler var.

Ordu - Bu büyük ve karmaşık organizmayı organize etme ve sürdürme zor görevine rağmen, tedarik işi nispeten iyi kurulmuş. Yeteri kadar erzak var. Burada düşmanların neler yaptığını sana yazarak anlatmam mümkün değil. Onları ancak konuşarak anlatabilirim. Şehir şimdi yavaş yavaş canlanıyor, gitgide nüfus artıyor, mağazalar açılmaya başlıyor hayat normal akışına dönüyor.

Anar'ın doğum gününe gelemezsem, lütfen o günü kutlayın. Cijim'e benim adıma söyle, 14 martı boş bırakmasın. Toplanın lütfen. Siz size olsanız da Anar'ımı bir güzel sevindirin. Ben evde olmasam da benim için bir sandalye ayırın, bırakın boş kalsın. Ben hayalimde o toplantıda olacağım.

Selvinsky burada. Konuştuk, birbirimizi tercüme edeceğiz. Şimdiye kadar "Bahtiyar" şiirimi tercüme etti. Sana göndermedim, yeni bir "Bahtiyar" yazdım:

Rüzgâr karı serpeler Bahtiyar
Ak giyinmiş tepeler Bahtiyar
Keman çalan kimdir o, Bahtiyar
Rüzgârdı, ya teldir o, Bahtiyar

Yarın bitirebilirsem Ahmed Jamil ile göndereceğim. "Edebiyat gazetesine" ver. Bitiremezsem daha sonra göndereceğim. (Anar dört yaşındayken. N.R)

Burada gündüz çalışmak mümkün değil. Bugün bir şişe bulduk. Ancak piltası yoktur. Belki yarın pilta da buluruz o zaman damat gibi dolanacağım."

1936-37'de İspanyol halkı faşist rejime karşı bir ölüm kalım mücadelesine girişmişti. Dünyanın dört bir yanından özgürlüğü ve ilerlemeyi seven insanlar, İspanya'nın özgürlük uğrunda verdiği bu mücadeleyi takdir edip ona her türlü maddi ve manevi desteği vermekten çekinmediler. Azerbaycan şairleri İspanya'da faşizme karşı yapılan savaşlara kayıtsız kalmamış ateşli şiirler poemalar yazmışlardır.

Sovyetler Birliği kendine has bir hümanizmle İspanya'da cephede baba / anasını yitirmiş çocukları kabul etti ve onları özenle yetiştirdi.

O yıllarda Resul tatile Yalta'ya gitti. Oradan yazdığı mektuptan bir bölümü okuyuculara sunmak istiyorum:

"Ayın 27'sinde burada dinlenen yazar Marshak ile Mischora öncülerinin huzurevine gittim: Orada İspanyol çocuklar vardı. Aralarında Ingalesio adında bir çocuk vardı. Ben onu yazı ile tasvir edemeyeceğim. Onun gözlerinde olan hasret ve hüzün bulutlarını görmek lazım. Ben o malum kabalığımla bu sorunun ne gibi dramatik bir cevabı olabileceğini düşünmeden:

'Evinize mektup yazıyor musun?' diye sordum.

Zavallı çocuk gözleri dolarak:

'Yok,' dedi 'bizimkilerin nerede olduğunu bilmiyorum.'

Belki de bu çocuk hiç bir zaman öz anasını (teyzesi cephede ölmüştü), kardeşlerini göremeyecek"

(1938-ci yıl, 2/Xl. Kırım, Yalta)

Resul'ün hayata, sanata, edebiyata ve şiire dair yazdığı pek çok mektup vardır. İleride ömrüm yeterse (*) bu mektupları düzene sokmayı ve zaman zaman basında yayınlamayı, bu mektuplar vasıtasıyla yakın geçmişteki hayatımızla genç nesli tanıştırmayı kendime borç bilirim.

(*) Ne yazık ki şair Nigâr Refibeyli, eşinin vefatından 100 gün sonra yaşama veda etmiştir. Ruhu şad olsun.

NİGÂR REFİBEYLİ
http://rasulrza.musigi-dunya.az/xatireler/xt4_1.shtml

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI