AŞKI ve ÂŞIKLIĞI

"Aşık Ruhsati hayal ve hulyalarını değil, kendi duygu ve düşüncelerini, köy halkının gönül ve ülkü dünyasını dile, tele getirmiş bir âşıktır; bütün şiirleri, duyulmuş ve yaşanmış bir hayatın ifadesidir. Çırağı (Aşık Mesleki); bu güzellemeleri, bu ağırlamaları, bu taşlamaları ustasının ne için ve kim için söylediğini bize birer birer anlattı. Gitgide hikâyeleşmekte olan bu hatıralardan bazılarını (Mesleki) nin ağzında çizgileştirmeğe çalışacağız:"

Âşık Ruhsatî, yaşını, başını almış, evlenecek çağa gelmişti. Deliktaş ağası da onu istediği gibi baş göz edecekti ama, âşıkın gözü tutmuyordu kimseyi:

Meşhur olur Darendenin güzeli
Lâkin hane hane gezeğen olur
Göründe çoktur edalı kızlar
Arkan sıra dudak büzeğen olur
Olursa da olsun bizlere köylü
Üç günlük ay gibi kaşları yaylı

Nihayet Allah gönlüne göre veriyor: Mihri, böylesine güzel bir yörük kızı.. Kendisi gibi anadan öksüz, babadan yetim. O da aynı kapıya kapılanmış.. Ruhsati önce ona acımaktan gayri bir his bes'emiyor. Fakat zamanla, bu duygunun yerinde başka bir duygu tomurcuklanıyor. Galiba bu aşk dedikleri şey:

Severim sunamı canda can gibi
Gözlerinden akar yaşlar kan gibi
Sevdiğimi gördüm bir ceylân gibi
Dizilmiş gerdana teller sabahtan.

İyi ama, belki gülünün ne renkte olduğunu o gülün kendisi de bilmiyor.

Gönül ne dertlere soktun başını
Kimse bilmez ne irenkte gülüm yâr
Dört ırmak almıyor gözüm yaşını
Her dem akar boz bulanık selim yâr

Böyle iki göz iki pınar yaşamak ne güç, ne acı.. Fakat, dün: "Sana öyle bir acıyorum ki.." dediğine bugün dönüp de: "Seni öyle bir seviyorum ki.." demeğe dili nasıl varsın? Hele ağa duyarsa ne der adama!

Ama köy bir avuç, zaman bir kulaç.. bir gün geliyor, bu gül - bülbül efsanesini duyup işitmedik kulmıyor.

Deliktaş ağası gün görmüş, umur görmüş, halden, dilden anlar bir ağa.. Elinde avucunda büyüyen bu iki bahtı karayı baş, göz edip dualarını alıyor, amma, ölümün gözleri kör olsun, çok sürmüyor, Mihrisini elinden alıyor:

Buyursun dertliler gam dükkânına
Hangi çeşit isterlerse bende var
Doksan üçte (Meryem)imi yetirdim
Od dağladı hasret nârı canda var

Ayrılık ateşin çektim, oturdum
Bir derdimi bin deftere yitirdim
Sadakatli yoldaşımı yitirdim
Bakmıyon mu gözlerimde kan da var

Mihri, onun için melek gibi, Meryem gibi bir kadındı: bu acıya dayanılır mı? Fakat ham adamlar bu ahü vahı ona yakıştıramıyorlar. Ruhsati bunlara "aşk ehli" nin halini anlatıyor; "arkasından yetemediğim Mihri için göz yaşları döktüğüme kınamayın" diyor:

Mansur aşkı Hakla kendini dâre
Kement atup asmış deyu kınaman
Ferhat, Şirin için sarp kayaları
Külünk ile kesmiş deyu kınaman.

Eşim gitti yetemedim ardından
Kızıl kanat geçemedim yurdundan
(Ruhsati) de Mihrisinin derdinden
Bulanmış da coşmuş deyu kınaman.

Mezarının başından ayrılmıyor, elinden gelse, elinden tutup getirecek:

Vardım nazlı yârin ziyaretine
Dedim kalk gidelim, dedi varamam
Dedim bu kadar mı vaz geçtin benden
Dedi vaz geçmedim ama varamam.

Dedim kuzulara nasıl dayandın
Dedi evvel Allah sana güvendim
Dedim aşkın ile odlara yandım
Dedi biliyorum ama varamam.

Artık Ruhsati'nin eli işe, güce varmaz oluyor. Zaten şimdiye kadar hangi işe el attı da ondu ki, güvendiği dallar kırılıp gemedi mi? Daha ne diye duracak? Köy köy, kent kent dolaşmayı, "dert ve gam miskini gönlünü" dağ dağ sürümeği düşünüyor: bu kararla çırağı Mesleki'yi peşine takıp yola düşüyor. Köy delikanlıları bir yana, köy güzelleri bile kendi üstlerine bir güzelleme söyletmek için gördükleri yerde etraflarını sarıyor. Fakat her güzel kalbinin eski yarasını sızlattığı için:

Toplanıp toplanıp gelmen yanıma
Zati yürek yaralıca güzeller
Hakkı severseniz girmen kanıma
Gam yükümüz kiralıca güzeller

Bununla beraber gönül almak ve okşamış olmak için bazan onları oldukları gibi tabiî ve kendi zevkine göre samimî olarak öğerdi de:

Senin bu saçların, senin bu buyun
Senin bu kaşların senin bu yayın
Senin bu duruşun, senin bu boyun
Senin bu kolların öldürür beni.

Senin sallanışın, senin gezişin
Senin kirpiklerin, senin süzüşün
Senin bu esrarın, senin sezişin
Senin bu yolların öldürür beni

Senin bu yatağın, senin bu dilin
Senin zülüflerin, senin bu telin
Senin yaz baharın, senin sünbülün
Senin bu güllerin öldürür beni

Hattâ onların şen, şakacı olanlarına çapkın hislerle sataştığı da olurdu:

Ahdi bütün ikrarında berkarar
Söz verip durmayan yâri neyleyim
Rast gelsem tenhada bana bergüzar
Bir buse vermeyen yâri neyleyim

Al yanakta elyan elvan gül açup
Top top olmuş zülüflerden tel açup
Tenhalarda kavuştukça kol açup
Sarılıp sarmayan yâri neyleyim

İki gerdan kırıp belin bükerek
İnce bele Acem şalı çekerek
Kâkülleri sağa sola dökerek
Zülfünü burmuyan yâri neyleyim

Fakat, bu büyük âşık güzele ve güzelliğe karşı doğuştan tutkun olduğu için, bazan bir zülfün teline tutulur, bazan da bir gamze okile vurulurdu:

Ezel bahar yaz ayları gelende
Bülbül feryat eder, güle çevrilir
Konca güller baş kaldırıp duranda
Her biri bir türlü hale çevrilir.

Sevdanın elinden çekerim yası
Bir dem silinmedi kalbimin pası
Sevdiğim giyinmiş türlü libası
Altın kemer ince bele çevrilir

Başım koyup yatsam dizin üstüne
Yavrum naz götürmez nazın üstüne
Yıkmış kaşlarını gözün üstüne
Al yanakta sıra tele çevrilir.

Günlerden bir gün, kendi köy'erine yakın bir yaylada taze açmış güle benzeyen üç kız görüyorlar. Koca âşık:

Biri kirpiğini süzüp geliyor,
Biri tel zülfünü dizip geliyor,
Biri yüreğimi ezüp geliyor,
Ak gül, kırmızı gül, ille sarı gül.

diye inliyor, çırağı Mesleki de:

Nevbahardır yaylalara göçülmüş,
Pîr elinden dolu bade içilmiş
Birbirinden güzel doğmuş, açılmış
Ak gül, kırmızı gül, ille sarı gül.

diye ayni dilden, ayni telden ses veriyor. Sarı gül dedikleri solgun benizli Fatma, Ruhsati'nin dertli gönlüne bir dert daha yazıyor. O günden sonra:

Ben eski derdime derman ararken
Yeni dert yazmada meramın nedir
Özü gamlı yüze güler sevdiğim
Gönlümü ezmede meramın nedir?

diye çırpınıp duruyor. Fatma, bu da bir yaban gülü, Mihri ye de o kadar benziyor ki, hele gözleri, hele gözleri.. Artık sık sık o köye uğruyor. Aşık-ı sadıkın halinden anlayanlar araya giriyor. Fakat kızın babası yükünü yüceye yığıyor; Fatmayı kapıdan dışarı çıkarmıyorlar. Ruhsati bülbül gibi ah ü zara başlıyor:

Müptelâyım bahçesinde ötmeğe
Bülbül oldum güllerine Fatmanın
Özenmiş, bezenmiş halketmiş Mevlâ
Şeker katmış dillerine Fatmanın.

Ben de yalvarırım terzi babaya
Olanca emeğim gitti hebaya
Zalim düşman yine girmiş araya
Toplar kurmuş yollarına Fatmanın

Kerem oldum dağı, taşı dolandım
Sail oldum kapı kapı dilendim
Bahar seli gibi coştum bulandım
Karıştıkça sellerine Fatmanın

(Ruhsati) yim bir acayip hal oldum
Yana yana ocağında kül oldum
Altın idim, gümüş idim, pul oldum
Yana yana hallerine Fatmanın.

Ağanın gönlü oluyor, Fatmayı veriyor ama, sarı gül, büsbütün sararıp solduktan geri... Kaç yıl beraber yaşıyorlar bilmiyoruz. Şimdi o ölüm yatağında ve Ruhsatî baş ucunda umudsuz bir yürekle inliyor:

Eflâtun el katmaz, Lokman karışmaz
Bu yâre Fatmayı alacak dedim
Bir daha göreydim telli cananı
Hasret kıyamete kalacak dedim.

Nedir senin derdin benim bülbülüm
Ne yaman sarardın hey konca gülüm
Geçmiş te karşına gülüyor ölüm
Azrail canınıi alacak dedim.

Ben okudum Kur'ân ile Yasini
Silsinler gönlümün olan pasını
Sana nûş etmişler ecel tasını
Halimiz böylece nolacak dedim.

Elpençe karşında durayım divan
Mor bölüklerine ben oldum hayran
(Ruhsati) karşında aç gözün uyan
Hak sahibi hakkın alacak dedim.

Hak sahibi hakkını alıyor; bahtı kara âşık, onun da ardından sel olup çağlıyor:

Yavrunun vadesi doldu, yıkıldı
Bülbülü gelmeyen güllere döndüm
Gönül şehri viran oldu, yıkıldı
Turnası çekilmiş göllere döndüm

Artık Ruhsatî, bülbülü gelmeyen güllere, turnası çekilmiş göllere dönüyor; ne denir felek insanı güldürmezse güldürmezmiş. Ruhsati de hayatta gülmedik, gün görmedik âşıklardan biri.. Fakat hayata boşuna gelmemiş; öyle bir eser bırakmış ki bize, dünya durdukça duracak; aç, oku ve mestol.

EFLATUN CEM GÜNEY
Âşık Ruhsatî, Hayatı ve Şiirleri, S. 9-16

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI