BİR USTA YENİDEN GÜNDEMDE
SABAHATTİN ALİ

Daha 24 yaşındayken koca dünyadaki sürekli yerini şöyle belirtiyordu:

Bir gün kadrim bilinirse
İsmim ağza alınırsa
Yerim soran bulunursa
Benim meskenim dağlardır.

Evet, Türk yazınının büyük ustası, daha ürünleri kitaplaşmadan önce dağları “mesken” seçmişti kendisine. Sanatçı kişiliğinin ipuçları da vardı bu dizelerde. O, ürettikleriyle bir yol açıcı olacak, yeni yeni gelişmeye çalışan Cumhuriyet Dönemi yazınına, tabandan geniş soluklar aldıracaktı. Anadolu insanı gerçek yaşamıyla, özlemleri, çilesiyle girecekti onun öykülerine, romanlarına. Cumhuriyet, devrimlerle yeni bir yaşam biçimini gerçekleştirmeye çalışıyordu, yazınımız da devrimci doğrultuda gelişmeliydi. Diyordu ki Sabahattin Ali:

“Edebiyat, hiçbir zaman yüksek ruhlu yazarlarm gönül eğlencesi değildir, bir ‘hizmet ve mücadeledir’, insanları ‘daha doğruya, daha iyiye, daha güzele götüren bir mücadeledir.’ Bu mücadelenin hedefine ulaşması için “sanat, bütün ayrıntılarıyla yaşamı kapsamalı, insanda yaşamak, insan gibi yaşamak; daha iyiye, daha yükseğe, daha temize doğru koşarak yaklaşmak isteğini, hatta gereksinimini uyandırmalıdır. ”

Böyle bir anlayışla yola çıkan yazarın, pek çok çevreyi tedirgin edeceği, alışılmışla çatışacağı açıktı. Çarpıcı gerçeklerle karşılaşanlar insan gibi yaşamaya yönelişin, çıkarlarını bozacağı kesimler, elbet kızacak, diş bileyecekti ona. Adını kolay kolay ağza aldırmayacak, kadrinin bilinmesini de istemeyecekti.

Birinci Dünya Savaşının yıkımı, geçim sıkıntıları içinde geçmişti çocukluğu, Çanakkale’deyken de, Edremit’teyken de İlyada'da yer alan, bilge Kaz Dağları, söylenceler anası İda vardı karşısında. Sabah akşam onlara baktıkça değişik esintiler uyanıyordu içinde. İnsanların çıkar boğuşmaları karşısında aydınlık bir bildiri gibiydi dağlar...Geleneksel yaşamıyla, zeytin ağalarıyla, halkı anlamayan yöneticileriyle, küçülüp gidiyordu gözünde kasaba.

Daha güzel yaşamayı özlüyor, düşlüyordu, Kaz Dağı’na, Madralara baktıkça. Bir şeyler değişmeliydi, bilge dağların, insanca yaşama bildirisi gerçekleşmeliydi. Sonraki yıllarda' “dağ” bir özgürlük, bir başkaldırı simgesi olarak girecektir şiirlerine. İlk kitabının adı Dağlar ve Rüzgâr’dır (1934). Kaz Dağları’ndan kopup, yöreyi ortaçağ kokuşmuşluğundan arındıran insana geniş çevrenlerden soluklar aldıran “rüzgâr”la özdeşleşmek istiyordu:

Islıklarım senin gibi inlemelidir
Herkes beni ürpererek dinlemelidir
Rüzgâr! Sana, yalnız sana benzemeliyim.

Halk şiirinin yalınlığı, içtenliği, yeni bir içerikle sürüp gider şiirlerinde...

Özel mektuplarında, öykülerinde döndürüp dolaştırıp “dağlara” getirir sözü, keyifle yer verir dağ betimlemelerine (Çirkince, Hasanboğuldu, Sulfata).

Her çeşit pisliği, rezaleti, haksızlığı yaşayan Kuyucaklı Yusuf, tüm kötülüklere son vermek istercesine, evindeki eğlence alemine kurşunlarını boşaltır, yolda ölen karısı Muazzez’i iki çamın arasına gömerek, karşısında bir umut gibi ışıyan dağlara sürer atını...

İlkokulun son yıllarında, evin geçimine katkıda bulunmak için, ayaksatıcılığı da yapan küçük Sabahattin, yaşamı, içinden tanımıştır, zeytin toplayıcıların yaşadığı İbrahimce Mahallesi’ni, varsılların oturduğu Aşağı Çarşıyı, eğlenceleriyle Bayramyeri’ni, Soğuktulupa’yı, Cennetayağı’nı bilir, ilmek ilmek gözlemlemiştir kasabanın dokusunu. O gözlemlerle yoğurulmuştur Kuyucaklı Yusuf romanındaki Hilmi Beyler, Hacı Ethemler, Bakkal Aliler, Kübralar...

Öğretmen Okulu yıllarında, sınav kazanarak (1928) gittiği Almanya’da, kitaplardır Sabahattin Ali’nin dünyası. Kısa sürede Almanca’yı sökmüş, dünya yazınına açılmıştır. Daha da gelişen düşüncesi, beğenisiyle yazmayı sürdürür. Adını duyurmaya başlar. Gerçekçi açıdan bakarak, aydınlanmacı bir kafayla yorumlar yaşamı, Almanca öğretmeni olarak Aydın'da, Yozgat’da, Konya’da, halkın içindedir.

Daha iyiye, daha güzele, daha haklıya derken, kurbağaları ürkütmeye başlamıştır. Aydın, Sinop, Konya cezaevlerinde “çilekeş” insanlarımızın omuzdaşıdır. Cumhuriyet, yaşamı yenilemeye çalışmaktadır, ama altyapı değiştirilememiş, eğitim yaygınlaştırılamamıştır. Kırsal kesim, hâlâ Ortaçağ karanlığı altındadır.

Değirmen'de( 1935), Kağnı'da (1936), Ses’te (1937), Yeni Dünya'da (1943), daha sonra Sırça Köşk’te (1947) yer alan öykülerde, o güne değin yazınımızın tanımadığı köylülerin, işçilerin, hapislere düşenlerin, ağalar, yöneticilerle çatışanların çarpıcı yaşamları dile getirilmektedir.

Toplumcu düşüncenin susturulmaya, ezilmeye çalışıldığı yıllarda, gerçek halk yönetiminin, “Sırça Köşk”tekileri ürküten, başı öne eğilmeyen savaşımcısı olmuştur Sabahattin Ali.

“Türk Edebiyatının ilk devrimci-gerçekçi hikâyecisi ve romancısıdır.” (Nâ­ zım Hikmet). Kuyucaklı Yusuf (1937), İçimizdeki Şeytan (1940), Kürk Mantolu Madonna (1943); Alman yazınından çeviriler, Faşizmin dünyayı kana boyadığı yıllarda çevrilen, bizdeki faşistlerin yıldırımlarını üstüne çeken Fontamara romanı...

Demokrasi savaşımcısı

İkinci Dünya Savaşı bittiğinde, çok partili yönetime geçme kararı alındı. Ama, halkımızın durumu, Sabahattin Ali’nin yapıtlarında yansıttığı gibiydi: Köylü topraksız, karabilisiz; işçi sendikasız, halk örgütsüz. O ortamda yapılan seçimler sonunda oluşan iktidar, Cumhuriyet Dönemi kazanımlarından ödün vermeye başladı. Laik eğitim kurumlarına, devrimlere saldırılar başladı. Sabahattin Ali, gerçek demokrasiyi savunanların başında yer aldı. Neyi mi savunuyordu arkadaşlarıyla çıkardıkları Marko Paşa gazetesinde: Tam bağımsızlığı, devrimleri, halk egemenliğini... Sömürünün her çeşidine karşı çıkıyor daha güzele, daha haklıya kavuşmanın savaşımını veriyordu.

İşte Marko Paşa’da elli yıl önce yayımlanmış yazılardan bugün ibretle okunacak birkaç alıntı:

“Vatanımızın istiklali üzerine en küçük bir gölge düşmesin, istiklal anlayışımız Atatürk’ün çizdiği yoldan ayrılmasın...” (Ayıp, Markopaşa 1946)

“Nihayet günün birinde yobazlık, kara kuvvet, yeşil sarık, irtica sahiden hortladı. Ama Menemen’de değil, o eline ayağına köstek vurmak istedikleri halkın içinde de değil... Ankara’da ve kendi aralarında.” (Yeşil Sarık, Markopaşa, 1947)

Köy Enstitülerine “komünist yuvası” diye saldırılmakta, teknik öğretim yozlaştırılmakta, klasiklerin çevirisi rafa kaldırılmaktadır:

“Ne inkılapçı insanlar; milletçe yirmi beş senede aldığımız yolu, yirmi beş haftada nasıl da gerisin geriye gidiverdiler. ” (Ne İnkılapçılık, Markopaşa, 1947)

Saldırılar, baskılar, mahkemeler birbirini izliyor, kapatılan gazete değişik adlarla çıkarak savaşımını sürdürüyordu. Ne yazık ki, soluk alamaz duruma getirilmişti Sabahattin Ali. Sonunda yurt dışına çıkmayı düşündü. 20. yüzyılın ortasında düşünceleri yüzünden, namuslu yaşamak istediği için, Dereköy sınırında öldürüldü; hem de en verimli çağında, 41 yaşında. Uzun yıllar adı andırılmadı, ancak olaydan 20 yıl sonra yapıtları yayımlanmaya başlanabildi.

Bir gömütü yoktur Sabahattin Ali’nin, ama kadri bilinmeye, adı saygıyla anılmaya başlanmıştır ve “meskeni” Istıranca Dağları’dır gayrı. Sözü, saz ile ölüme başkaldıran Trakyalı Orpheus gibi, sekiz yıldır düzenlenen Sabahattin Ali Günleri’yle Kırklareli halkı, yeniden yaşatmaktadır onu. Istıranca Ormanları’nda doğal bir anıt gibi, bir Sabahattin Ali Çeşmesi var bugün. Nelerden nelerden sonra, Edremit’te oturduğu evin sokağına, belediyenin ürkek kararlarıyla TYS, bir “Sabahattin Ali Sokağı” levhası çaktı.

Ve şimdi:

Bir belde var Edremit Körfezi’nde,Sabahattin Ali’nin çocukluğunda sabah akşam doruklarma bakarak düşlere daldığı Kaz Dağı eteklerinde; aydınlık bir bildiri, söylenceler güzelliğinde bir ışık fışkırtısı gibi yükselen İda koynunda. Dağın bir doruğuna adı verilen Sarıkız’ın köyü: GÜRE... Açıkhava tiyatrosu olan, ağustosta Sarıkız Şenlikleri düzenleyen aydınlık, bilinçli halkıyla, doğanın üstüne titremeye çalışan Güre...

Bağnazlığın suçladığı, öldürmeye kalkıştığı insan güzeli Sarıkız’ını, ermişlik katına yükseltip, bağrına basan Güre... Ha işte o Güre halkı, şimdi de Sabahattin Ali’yi saygıyla, sevgiyle bağrına basmaya hazırlanıyor. Sabahattin Ali Öykü Yarışması düzenledi belediye bu yıl. Öykülerinin, şiirlerinin, romanlarının özsu kaynağı, kucağını açıyor Türk yazınının büyük ustasına. Sabahattin Ali’nin özlediği bir uyanış, bir bilinç düzeyi bu; “İnsan gibi yaşama, daha iyiye, daha güzele, daha yükseğe, daha temize doğru koşma” bilincinin yükselişi...

Sabahattin Ali’nin bir dizesi değiştirilerek şöyle deniyor yarışma duyurusunda:

“İnsan olmak dokunmuyor onuruma”. Anadolu öykü toprağına Kaz Dağları’ndan bir damla bereket düşürmek amacıyla...”

Çamlarının dibinde İlyada’nın yazıldığı “Bol pınarlı lda”ya; sesi sesine, çağıltısı yapıtlarına karışmış Hasanboğuldu’ya Sutüven’e hoş geldin Sabahahattin Ali. Merhaba Kırklareli halkı!...

Sizi, belediyenizi yürekten kutluyoruz Güreliler..

MEHMET BAŞARAN
Cumhuriyet Kitap, 26 Mart 1998, Sayı: 423, S. 1, 4

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI