Beş altı ay evvel, yüksek rütbeli bir zabit benim de muallim bulunduğum mektebe kızını getirerek bir kaç zümreden son sınıf bakaloryayı vereceğini, onun için sene nihayetine kadar derslere devamına müsade edilmesini rica etti.
Genç kız ilk bakışta acaip bir tesir bırakıyordu. Beyaz bir yüzü, omuzlarına dökülen uzun saçlan, hafif tatlı esmer bir cildi, ince narin mütenasip bir vücudu vardı. Fakat gözleri çok tuhaftı. Donuk ela idiler. İnsan bunlara bakınca hiç bir
şey anlayamıyor, fakat bunların manasız olduklarını da bir türlü kabul edemiyor,
daha dikkatle bakıyor ve nihayet garip bir yorgunluk ve ürkeklik hissiyle başını
çevirmeye mecbur oluyordu. Bu gözler insana korku verecek kadar esrarlıydı.
Derslere bir kaç gün muntazaman, sonra ara sıra, daha sonra da nadiren devama
başladı ve nihayet tamamen kesti. Bu bir kaç gün zarfında konuşmak fırsatı
pek zuhur etmedi. Benim derslerden başkaldırdığım yoktu ve teneffüslerde de
başka çocuklarla konuşmayı tercih ediyordum. Hiç nazar-ı dikkatimi celbetmiyor
değildi, ben sadece biraz çekingen durmak istiyordum. Fakat gitgide mektebe
geldiği günler azaldı ve sonunda o mektebi ben de onu unuttum....
Bir kaç kere sinemada gördüm. Gözleri tekrar nazar-ı dikkatimi celbetti. Dağılırken bililtizam yavaş yürüdüm. Yanımdan geçerken başıyla selam verdi.
Bu bir kaç kere vaki oldu. Bir hafta aklıma bile gelmiyordu, fakat pazar günü oldu mu, o akşam sinemaya gideceğimi düşünerek bir parça olsun sevinmekten kendimi alamıyordum.
Mamafih havalar biraz ısınınca sinemaya gelmez oldu. Ve ben tekrar unuttum.
"Harikulade bir kız bu azizim, dehşet bir şey 0, tepeden tırnağa kadar şiir o!"
Halbuki fevkalade güzel değildi. Çehresi çok, çok mütenasipti, fakat orada
kalıptan çıkmış gibi güzel bir ağız, bir burun dahi aramak faydasızdı...
Bütün çehresiyle gözlerimin önünde tekrar canlandı ve ben o andan itibaren
bir daha bu çehreyi unutmadım.
Bu kızın bir fotoğrafı görülse ihtimal güzel değil denilebilirdi, fakat onun
kendisini gördükten sonra çirkin kelimesi hiç kimsenin dudaklarından çıkamazdı.
Bu kızda anlaşılmayan bir şey vardı. Asıl insanı bağlayan da buydu. Güzel
mi, çirkin mi anlaşılmıyordu. Sonradan kendisiyle konuşunca gördüm ki bu kız
zeki mi değil mi bunu bile anlamak mümkün değildi. Bir muamma, cazip ve
meraklı bir muamma gibi idi bu kız!
Ve ben ki her insanı küçük bir hikâye gibi okuyup geçmeyi büyük adamlığın şanından
addetmek isterim, bu kız bende hayatımın sonuna kadar bitirmeye imkan olmayan muazzam bir kitap tesiri yaptı.
Ve ben o hale geldim ki, bütün kitaplarımı bu anlaşılmaz ve sihirli kitaptan bir satır
okumak için feda edebilirdim. Bu kız kuyrukluyıldızlar gibiydi. Onlar gibi, görünen, parlayan bir kısmı vardı. Fakat kuyrukluyıldızların etrafını saran görünmez gaz tabakası gibi
bu kızın etrafında da görünmeden civarını kasıp kavuran bir hava vardı. O, on adım uzaktan
geçerken insan kendisine teemmüri bir şeyin, adeta sihirli bir rüzgarın şiddetle çarptığını duyuyordu.

Geçenlerde burada bir garden parti verildi. Oraya yalnız onu görmek için gittim. Ve
hakikaten orada bu kızdan başka hiç birşey görmedim.
Birkaç arkadaş uzak bir köşedeydik. Yanımdakiler içiyorlardı, ben gözümle onu arıyordum.
Bir dans çaldı ve o yaşlıca bir zatla dansa kalktı. Boğulacak gibi oldum! Bu ihtimal,
onunla dans edebilmek ihtimali beni kendimden geçiriyordu. Ona temas edebilmek, onu
kollarımın arasına alabilmek, onunla uzun uzun konuşabilmek... Kendimi rüyada zannediyordum.
Evvela dans teklifine cesaret edemedim, bu kadar saadete tahammül edemeyeceğimi
zannediyordum. Aynı zamanda reddetmesinden de korkuyordum.
Fakat sarhoş gibi olmuştum. Bir yudum içmediğim halde bütün etrafım gözümden silinmişti. Ve ben bu karışık, bu puslu ve dumanlı kalabalığın arasında yalnız onu sarih, vazıh ve aydınlık olarak görüyordum. Nihayet dansa davet ettim.
Aman Allahım!... Bu kız adeta insan şekline girmiş bir ahenkten ibaretti. Vücudunun
her hücresi gizli bir musikiye tabiymiş gibi mevzun hareketler yapıyordu. O yalnız raks
için, yalnız dans için yaratılmış gibiydi. Vücudunun bir musiki parçasının havada yaptığı
ihtizazları andıran ihtizazları ve inhinaları vardı. Ve hiç bir bestenin ondan daha canayakm,
daha tesirli olmasına imkân yoktu.
Arasıra uzun bir kahkaha atıyordu ve bu kahkaha, suya atılan bir taşın hasıl ettiği halkalar gibi bütün vücuduna yayılıyordu. Kollarımın arasında tuttuğum bu harikulade vücutta kahkaha dalgalarının nasıl geniş kavisler yaparak dağıldığını, bu vücudu nasıl kıvırıp büktüğünü gördükçe deli gibi oluyordum.
Zahiren çok sakindim. Gülüyor, havaiyattan, onun birkaç gün sonra vereceği imtihanlardan
bahsediyordum. Fakat ben o akşam bir kadeh içmiş olsaydım!...
Fazla değil tek bir kadeh...
O zaman onu öpmekten kendimi men edemezdim. Ve bunu o kadar içten gelen mukavemet edilemez bir ihtiyaçla, o kadar zaruri bir şey olarak yapacaktım ki, kendisi bile
belki hayret edecek, fakat buna mani olmaya kalkışmayacaktı: Kadınlar böyle zamanlarda
insanları o kadar iyi anlarlar ki!... Mamafih o zaman herşey çığırından çıkmış bulunacaktı,
çünkü bütün zahiri sükunetime rağmen kadınlık için bir harp, bir ihtilal sahnesi gibiydi.
Ve ben kendime sahip ve hakim olabilmek için bütün irademi kullanıyordum.
İmtihanlardan çok korkuyordu. Halbuki onu sınıfta bırakmak değil, herhangi bir şekilde
müteessir etmek bile insanın aklına getiremeyeceği bir ihtimaldi. Ben onun bir dakikalık
teessürünü görmemek için gözlerimin kör olmasına dua ederim. Fakat dünya insan
olmayan insanlarla doludur ve onun korkmakta belki de hakkı vardı.
"Bir hafta sonra İstanbul’a gidiyorum!" dedim.
"Ne bahtiyarsınız" dedi.
"Maalesef!.." dedim.
"Niçin?" diye sordu.
"Gerçi, dedim, burasını o kadar çok sevmemiştim, beni buraya bağlayan
bir şey yoktu, bir senelik ayrılık bende İstanbul hasretini adamakıllı
uyandırmıştı ve bir hafta evvel gitsem, çok sevinerek gidecektim... Fakat şimdi... Bu akşamdan sonra... Buradan gitmek bana o kadar zor gelecek ki..."
"Sahi mi?" dedi.
Aman yarabbi! O kadar güzel o kadar içe işleyici bir " Sahi mi?" deyişi vardı ki...
İkide birde, bir sözüme cevap olarak "Sahi mi?" diyor, ve bu kelimeyi bir hastaya verilen
ilaç gibi gözlerimi kapayarak içiyordum.
Sarhoştu. Adamakıllı sarhoştu. Fakat ben bir kadının bu kadar güzel sarhoş olacağını
tasavvur edemezdim. Sarhoşluk insanları çirkinleştirir, halbuki bu kız sarhoşluğu güzelleştirmişti. Ben onu gördükten sonra içki aleyhtarı olanlara güldüm.
Bir kere beni reddetti:
"Yorgunum" dedi." Biraz sonra dans edelim!"
Döndüm, bir köşeye çekildim ve gözlerimi
kapadım. Gözlerimi açtığım zaman onu bir zabitle dans ederken gördüm. Ne olduğumu
bilemedim. Mesele basitti: Yorgun filan değildi, sadece benimle dans etmek istemiyordu...
Bütün gecenin cazibesi, saadeti, neşesi, sihri bir anda yokoluverdi. Düşmemek için
duvara dayandım. Dehşetli bir karışıklıktan başka hiçbir şey görmüyordum. Önümden geçenleri tanımıyor, hatta nerede olduğumu bilmiyordum.
Bu vaziyet epeyce devam etti. Ve galiba bir ikinci dansta birdenbire gözlerimin aydınlandığını hissettim. Derhal kendime geldim ve onun ilk kalktığı yaşlıca zatla bir vals yaptığını gördüm. Önümden geçiyor ve bana bakıyordu. Gözlerinde (Allahaşkına kusura bak
mayın) demek isteyen bir mana görür gibi oldum. -Bu belki de benim kendi vehmimdi ve
sonra hafifçe güldü.
Gece benim için eski neşesini, eski kıymetini, hatta beş on misli fazlasıyla tekrar aldı.
Ve son bir defa dansa kaldırdığım zaman annesinin ısrarıyla o zabiti dansa çağırdığını söyledi.
"Bana gücendiniz mi?" dedim.
"Hayır, dedi, gücenmek için sebep var mı?"
Ve ona ne kadar müteessir olduğumu, ve beni reddettiği için değil kendisini gücendirmiş
olabileceğimi düşündüğüm için müteessir olduğumu söyledim....
Bu geceyi bütün teferruatıyla anlatmak imkansızdı. Bir iki kelime kafi: O gece o gözlerimi kör etti ve kendisinden başka bir şey görmeme mani oldu. Ben bu körlüğü takdis
ederim.
Şimdi, her geçen dakikanın onu benim dimağımda unutulmaz bir hale getirdiğini hissediyor, onun bütün mevcudiyetime yerleşip sokulduğunu anlıyordum.
Hilkatin bu kadar itina ettiği bu nadir mahlukun hiç farkına varılmadan, hiç anlaşılmadan
yaşayıp gitmesi! Hiç kimsenin bilmediği küçük bir orman deresi gibi metruk ve kimsesiz akması ve bir gün habersizce kuruması mümkündür.
Ve bu cinayettir.
Bu mahluk, anlaşılmak, sevilmek ve bahtiyar edilmek için yaratılmıştır.
Onu hiç kimsenin anlayamadığı bir şekilde anlayacağımdan, onun ruhunun kendisinin
bile farkına varmadığı derinliklerine süzüleceğimden eminim. Ve o da benim ruhumda
benim bile bilmediğim şeyler keşfedecektir.
Onu kendi vücudumun bir parçası gibi ve her gün biraz artan bir muhabbetle seveceğimi
biliyorum. Ve onu bir çoklarının aklından bile geçiremeyeceği bir saadete götüreceğimi
zannediyorum. Ona herşeyimi, herşeyimi vermek istiyorum. Onda kendi dimağımın
izlerini, kendi eserimi görünceye kadar vermek... Ve bu benim tarafımdan yapılmış bir fedakarlık değildir. Vermek burada benim için bir saadet olacaktır.
Hülasa:
Ben onun uzak bir işaretiyle derhal hayatımı veririm.
Acaba o...
Bana elini verecek mi?..
"Hayır..."
17 Haziran 1931
Aydın
Yeni yazıya çeviren: Nüket Esen
SABAHATTİN ALİ
Taha Toros Arşivi, 001507697006

ŞİİRLERİ