I.
Derken bir de bakıyorum dört yıl geçmiş aradan. Birden şaşıyorum. İnanmaz inanmaz bir kere daha bakıyorum tarihe. Doğru. Tam tamına dört yıl.
Demek, diyorum, Cahit Sıtkı öleli dört yıl olmuş ha. Bunun "nasıl olur?"u
yok. Önümdeki tarih böyle söylüyor. Kesin ve kati.
O'nun ilk hastalandığı günü biliyorum. O acı, yürek paralıyıcı hastalık
serüvenini çok yakından izlemiştim. Viyana'ya gönderdiğimiz günü biliyorum.
Ankara Garı'ndan tabutunu aldığımız günü, ellerimizle toprağa verdiğimiz
günü. Hep, hep biliyorum bunları. Birini bile unutmamışım.
Bu geçen dört
yıl için nice şeyleri unuttum. Biri bile aklımda yok. Hiçbir izlenimi kalmamış bende. Ama Cahit Sıtkı deyince, iş değişiyor. O'nunla ilgili bildiğim ne varsa, olanca diriliği, tazeliğiyle yaşıyorlar. Söylediklerini duyuyorum. Yürüyüşünü, gülüşünü görüyorum. Bir "ölü"nün bunca canlı oluşuna aklım ermiyor
bir türlü. Şaşıyorum. Demek, diyorum, yaşıyor. Sonra bir bir, bin emekle dü
zenlenmiş şiirleri dikiliyorlar önüme. Bu son yargımı doğruluyorlar. Bakıyorum, şiirlerinde dipdiri bir Cahit Sıtkı, olanca canlılığıyla yaşıyor. Kimi üzgün,
kimi umutlu, kimi âşık.. Ama yaşıyor.
Doğrusunu isterseniz, söz Cahit Sıtkı'ya gelince, öyle tarafsız yargılara
varmak, incelemeler yapmak benden çok öte bir iş oluyor. Dedim ki önce, kendi
kendime, nesi var Cahit Sıtkı'nın? Otuzbeşyaş'ı var bir, Düşten Güzel'i var iki,
Sonrası var üç, Ziya'ya Mektuplar'ı var dört.. Çeşitli yazılarını da el altında bu
lundurduğuma göre, aradan da bir dört yıl geçmiş madem, oturur bir güzel
incelerim O'nu. Hem iyi de olur. Yalınkat bir değerlendirmenin ötesine geçmiş
olurum. Sonra birisi çıkar, yaptıklarımın eksik gedik yanlarını da o tamamlar.
Ya da işi baştan ele alır, daha iyisini yapar. Gerekmez mi bu? İyi olmaz mı?
Olur elbette:
Kitapları dizdim önüme, dergileri açtım. Cahit Sıtkı "Hop” dedi çıktı
karşıma. Masamın üstüne oturdu. Gülümsedi. O'nun yüzünden hiç eksilmiyen,
yitmiyen bir hüznü vardı. Gülerken de vardı. İşte, o bildik hüzünle karışık bir
gülümsemeyle geçti karşıma. Hadi bakalım, tarafsız bir incelemeye yönelebi
lirsen yönel. Tarafsızlığımı yitiren O değil. Bir suçu yok. O'nun suçu hiç olmadı
sanıyorum. Suç bende. Cahit Sıtkı deyince, akan sular duruyor. O'nun gerçek
den birbirine kaynaşık, kişiliğiyle sanatçılığı alıp sizi bir başka yerlere götürüyor.
Baktım olacak gibi değil. Benim işim değil bu. En iyisi O'nunla, geçmiş
bir fırsat elime, oturur bir güzel söyleşirim. Dinlerim O'nu. O'nu dinleyince
kendimi de dinlemiş olurum. Birlikte güleriz, birlikte ağlarız, birlikte yakınırız.
Her zaman bu olmaz ki.
Cahit Sıtkı, hep o tükenmiyen anlayışı, iyiliği içindeydi. Gülerek başını
salladı. Doğruladı beni.
II.
Ziya Osman Saba'nın - o bir başka iyi kişinin, iyilikler ozanının- düzenliliği
olmasaydı, biz Cahit Sıtkı'nın birçok konulardaki düşüncelerini nasıl öğrenecektik ki? O'nu hiç görmemişler, konuşmamışlar, bunca okuru, geleceğin
edebiyat tarihçileri, incelemecileri ne yapacaklardı ? "Ziya'ya Mektuplar"ı her
elime alışımda bunu düşünürüm. O mektuplardan, Cahit Sıtkı'yı çok yönlü
olarak daha da iyi tanımamız mümkün oluyor. Nerden bilsin Cahit Sıtkı, yazdığı mektupların yıllarca saklanacağını. Bütün düşündüklerini, yaptıklarını,
yaşantısını o en çok sevdiği dostuna, gerçekten "vefalı" dostuna, Ziya Osman'a
bir bir, yıllarca yazmış. O mektuplarda, şiirin Cahit Sıtkı için vazgeçilmezlik
derecesini bir iyice görüyoruz. Şiir tutkusu, titizliği, hemen her mektubunda
belli. O mektuplar, Cahit Sıtkı'nın yazmadıklarını açıklıyor. Daha iyi anlıyoruz
O'nu. Çünkü Cahit Sıtkı öyle çok konuşan bir kişi değildi. Az konuşurdu. Mektuplarmdaki düzen içinde konuşmazdı.
Tâ 1933'lerde "şiirde teferruatı filân sevmediğimi bilirsin. Kabil olduğu
kadar condenser etmeli.." diyor. "İstiyorum ki, her şiirde bütün bir hayat te
celli etsin. Hissolunsun ki, şair onu yazarken, göğsünden bir şeyler koparmış
ve o şiirin içerisine koymuş..." diyor. Bir bu dediklerini, bir de şiirlerini düşünün.
Cahit Sıtkı'nın, aradaki uyuşmayı, birliğini daha iyi kavrarsınız. Gerçekten,
Cahit Sıtkı'nın şiirinde kendi ”göğsünden bir şeyler koparmış” olduğunu du
yarsınız.
1939 yılında, "Başka, başka, başka şeyler yazmak lâzım” diyor. Bu büyük
bir tutkuyu göstermez mi? Yaptığıyla, yazdığıyla yetinememenin belirtisi değil mi bu? O, hep şiirde "mükemmel"i düşünmüş, gücünü de küçümsememiş,
inanmış kendi gücüne, öyle söylemiş, öyle yazmış.
1940 da, "Mükemmele varmak gayretimin bir vakıa olduğunu biraz sonra
göreceksin, kollarımın şiiri kucaklamak için açılmış olduğunu verifier edeceksin." diyor Ziya Osman'a. Gene aynı yılda yazdığı bir mektupta şöyle bir tüm
cesi var: "Hâsılı, Ziyacığım, başladı bitmez bir şiir hasretim var." Gerçekten,
Cahit Sıtkı'nın bu '"şiir hasreti" ölünciye dek sürmüştür, gerçekten bitmemiştir.
Ankara'daki evinde, Tıp Fakültesi Hastanesinde yatarken sık sık kendisini
yoklamağa giderdim. Her gidişimde ona bir, birbuçuk saat şiir okurdum. Bık
madan, usanmadan, her seferinde ilkin dinliyormuş gibi daha önceleri hiç duymamış, ya da sanki o şiirleri kendisi yazmamış gibi bir istekle dinlerdi. Kendi
şiirlerini de, Orhan Veli'nin şiirlerini de öyle dinlerdi. Şiire bitmiyen bir susuz
luğu vardı. Sanıyorum, o susuzluğunu da gideremeden gitti.
Gene 1940'da Paris'ten yazdığı bir mektuptan şu tümceleri dikkatle okuyalım. Bu tümcelerde Cahit Sıtkı'nın şiir tutkusunu daha belirli olarak görebi
liriz, Diyor ki:
"Hâlâ şiir banlueue'sünde olduğumuza göre, derhal ilâve edeyim,
serbest yazmak Oktay Rifat'la mubaheselerimin neticesi değildir. Zaten Oktay'ın ve Orhan'ın şiirleriyle, Sıla şiirimi karşılaştırırsan, aradaki farkl derhal
görürsün. Benim serbest vezin anlayışım büsbütün başkadır. Gerek eski aruz
vezniyle yazılmış nispeten serbest şiirler, gerek Nâzım'ın serbest vezni, gerekse
Oktay'ın ve Orhan'ınkiler, hepsinde gene vezinli kafiyeli şiire benzemek gayretleri vardır: mısraların kesilişinde, takdim tehirlerde ve hattâ bazan lüzumsuz
suniliklerde. Halbuki benim istediğim şey, içten geleni en tabiî, en külfetsiz lisanla kâğıda geçirmektir.
Hoş, bence asıl mesele, söylemek istediğimiz şeyi,
kullandığımız dilin imkânları dahilinde en mükemmel şekilde söylemektir.
Mükemmeliyet ne aruzun, ne hecenin, ne de serbest veznin inhisar altına aldığı
bir nesnedir. Mükemmeliyet, şairin, kullandığı dilden azamiyi koparmasıdır.
Zaten kafiye, vezin filân bu mükemmeliyet iradesinin emrinde çalıştıkları nis
pette elzemdirler, yoksa daima değil. Bütün bunlardan artık hep serbest yazacağım mânasını çıkarma. Onu da yazarım, onu da yazarım."
Sonra da şunları söylüyor Cahit Sıtkı: "Aslolan Şey, kelimeleri yaşatmak
tır, sen onlara hayat verdikten sonra gerisine karışma."
" ... Çünkü şiir; daima
en ummadığımız yerdedir.”,
"Elimde, Türkçe gibi güzel bir silâhım var, mâneviyatım sağlam mı sağlam, hüsnüniyetimden şikâyetim yok, içimde homurdanan ifriti amana getirmemek mümkün mü?"
"Biliyorum ki, sanatkârlığın
ilk şartı, olmamış bir meyvayı koparmamak ve beklemek sabrını gösterebilmektir."
Cahit Sıtkı'nın Ziya Osman'a yazdığı mektupların hepsi bir çeşit "şiir
üzerine denemeler”dir. "Güzel şiir yazmak işimize, herşeye rağmen devam etmek
lâzım" diyor. Ölünciye dek değil ama eli kalem tuttuğu sürece bu güzel işini
gerçekten sürdürmüştür Cahit Sıtkı. Bu dileğini mektuplarında sık sık tekrar
ediyor. 1941'deki bir mektubunda da, ' 'İşte böyle Ziyacığım, diyor, ayakta
oldukça yazacağız."
Burhaniye'den gene 1941 'de yazdığı bir başka mektubunda da: "Devam et Ziyacığım, diyor, ekmek kadar, su kadar, yemişler kadar,
gökler ve bulutlar kadar, bizim şiirlerimizin de bir gün kadri bilinecektir. Bu
husustaki emniyet ve itimadının sağlam ve sarsılmaz olmasını isterim." İşte
aynı düşünceyi, bir başka türlü söyleyişi: "Bu can bu tende oldukça, Türkçe
diliyle daha ne güzel, ne yeni, ne harikulâde şiirler yazacağız. Öyle değil mi?
Öyle yapalım ki Ziyacığım, Türkçe bizden hoşnut olsun. Gerisi kolaydır."
1942'de yazdıkları da, başka türlü değil. O, bitmiyen "şiir hasreti", tutkusu daha da güçlenerek sürüyor: "Biz, "güzel"i arıyan adamlarız, bazan yanıldığımız olabilir, mümkündür. Fakat bu aşkımızdan ve bu yoldaki gayretlerimizden haberi olmıyanların uluorta yürütecekleri fikir, elbette ki, bu av partisini yarıda bırakmamıza sebebolamaz, olmamalıdır."
"Bilmem, benim niyetim, Türkçedeki bütün ses imkânların yoklamaktır,
hiç akla gelmiyecek şeylerin şiire girebileceğini ve girdiğini müstakbel yazıla
rımda görürsen, bendeki bu "olana kanaat edememek" hâletine âşina olduğun
için herhalde şaşmazsın."
Yalnız bu, "olana kanaat edememek” bile, Cahit Sıtkı'daki şiir tutkusunu
yeterince göstermiyor mu ?
Şimdi, Cahit Sıtkı'nın şiirlerini şöyle bir hatırlayın. Ya da açıp okuyun.
Hemen her mısrada, her sözcükte O'nun "Türkçe gibi güzel bir silâh"ı nasıl
yerinde, başarıyla kullandığını görürsünüz. Şiirlerinde, kişiyi büyüliyen, saran
sır, işte bu elindeki "Türkçe silâhı"nı iyi kullanmasından geliyor. Şiiri, yaşan
tısının en güçlü nedeni saymasından geliyor. Cahit Sıtkı'nın en büyük aşkı şiirdi.
Öbür aşkları sonradan gelir. Yaşama aşkı, şiirden sonra gelirdi. Mektuplarının
birinde, "'ölmemek bile istiyorum” diyor. O, hep ölüm üstüne şiir yazmıştır
ama bakmayın siz, ölümü istediğinden, yaşamaktan bıktığından değildir o.
Yaşamayı Cahit Sıtkı'ca sevmek oldukça çetin bir iş. O hep yaşasın isterdi.
Ölümden sık sık söz açışının ilk nedeni budur. Öyle ki, Cahit Sıtkı'daki bu ya
şama tutkusu, ölüm şiirlerinde bile, ölümü bir yaşama güzelliğine kavuşturmuş
tur.
III
Sonra, bu böyle gider. Bir kere Cahit Sıtkı'yla ilişki kurdunuz mu, O'nu
dinlemeğe koyuldunuz mu, anlamaya, çözmeğe başladınız mı, öyle kolay kolay
sonu alınmaz ki.
Cahit Sıtkı'yı anlatmak, elbette bir küçük yazının işi değil. Hele benim
harcım hiç değil. Benimki, anmak. Yalnız anmak. Sevgimi yenilemek. Hepsi bu.
”Türkçeyi hoşnut eden”, ustamız Cahit Sıtkı'nın dördüncü ölüm yıldönümünde de, tükenmiyen sevgilerimizle, yitikliğinin gerçekten onulmaz acısını
duyarak O'nu anıyoruz.
SUNULLAH ARISOY
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Ekim 1960, S: 109, S. 17-20

ŞİİRLERİ