İKİNCİ Meşrutiyet denilen kuyrukluyıldız - İstanbul göklerinde ne kadar kaldığı belli değildir- 24 Kasım 1908 Cuma günü Ercüment Ekrem Talu'yu Boğaz vapurunda yakalamıştır.
Hazret, o vakitler, babası Recaizade Mahmut Ekrem'le Büyükdere'de oturuyor, cumaları dur durak tanımayan bir kurumda çalıştığı için de, işine iniyordur. Bu yüzden alasabah Büyükdere'den vapura binmiş ve Yeniköy'e vardığında o harlı ve korlu haberle burun buruna gelmiştir.
O yıllarda İstanbul'da topu topu iki gazete çıkıyordu (*): İkdam ve Sabah. Ercüment Ekrem on parayı uzatmış, iskelede vapura atlayan gazeteciden bir Sabah almıştır.
- O ne!
Evliya Çelebi sağ olup bütün ömrünü Talu'nun ağzından çıkan bu çığlığı yazmaya verseydi, bin harmandan başak, türlü nimetlerden azık toplardı da yine onu yazıp söyleyemezdi. Teşekkür ona ki, Saint-Germain Prensi gibi kaç yüzyıl yaşadığı bilinmeyen, ama 1839'da, Sultan Mecit'in melik olduğu yılda Bebek'teki bir yalıda görünen, 1919'dan sonra da İzmir, İstanbul, Ankara sokaklarında fotografisini gezdiren Salâh Birsel'in sesalma makineleri çığlığı o anda, islim üzerine posta etmiştir.
Genç yazara çığlık attıran gazete haberi öyle imdat işaretleri kaldırmaktadır ki onu okuyan herkes gazeteyi yavaşça yere bırakmakta ve kalkıp vapurun başka bir yanına gitmektedir. Hiç kimse bu tehlikeli ve civelek duyuruyu yanındakine göstermeyi göze alamıyordur. Biz şimdi o haberi okurlarımıza banttan dinletelim ki hayırlı bir haberin insanları nasıl ürküttüğü bir kez daha anlaşılmış olsun. Şu var ki, bu haber - doğruluğu ve tehlikesizliği anlaşıldığı anda - İstanbullulara pek şıngırlı dakikalar yaşatmış ama Padişah-ı Alempenah'ın bendeler ve paşalar güruhunu karga ve kuzgun gibi sinerek ve topal köpek gibi sekerek gelip gider eylemiştir.
Doğrusu, bu haberi izleyen günlerde yada yıllarda toplumda büyük değişiklikler olmuş, tek kişinin elinde toplanan erk çok kişilerin eline geçmiştir. Nedir, o çokları yöneten de yine tek kişi -Talat Paşa- yada iki kişi -Talat ve Enver Paşa- yada üç kişi -Talat, Enver ve Cemal Paşa olmuştur.
Şimdi dönelim yine Ercüment Ekrem'i okuduğu gazeteden doğru kalkan fırtınaya. Gerçi okurlarımız sözünü ettiğimiz olayın ne olduğunu çoktan çakmışlardır ama olayın o günkü gazetede nasıl limanlandığına merakları kalkmıştır. İlkin şuna dikkati çekelim ki, 1876 yılında, ilk Meşrutiyet'te düzenlenen, sonra Abdülhamit'in nurlu elleriyle tarihin tozlu raflarına kaldırılan Anayasa Mithat Paşa ve arkadaşlarının bir yapıtı ise de gazete onun bütün musluk ve tesisatını Sultan Hamit'in kurduğunu ilan ediyor ve bunu şu sözlerle Türk halkına iletiyordur:
- Cümle-i tesisatı Hazreti Padişahiden olan kanuniesasi...
Bundan sonra ise Anayasanın yeniden yürürlüğe sokulacağı belirtilip bütün iller ve özerk ülkelerde milletvekili seçimine geçileceği açıklanıyordur. Sultan Hamit seçim hazırlıklarının başlatılmasını da buyurmuştur ki bu da gazetede -eyvah haber de burada son bulmuştur- şu sözlerle sunulur:
- Hazırlıkların yapılmasına irade-i şehinşahişerefsünuh ve sudur
buyrulmuştur.
Şu, tarihe geçmiştir ki Ercüment Ekrem İstanbul'da vapurdan çıkar çıkmaz doğru İkdam gazetesine koşar. Orada gazetenin sahibi ve Ahmet Mithat'ın kardeşi Ahmet Cevdet, Hüseyin Cahit Yalçın, Necip Asım ve daha kimi kodamanlar toplanmışlar, olayı sevinç içinde havaya fırlatıp fırlatıp tutuyorlardır. Ercüment Ekrem haberin doğruluğuna iyisinden inan getirir. Otuz üç yıl ulusu ters yumrukla kroke durumunda tutan Abdülhamit Rumeli'nin baskısı önünde gerilemiş, Meşrutiyet ikinci kez boyun eğmek zorunda kalmıştır.
Geldik şimdi bu yana, Recaizade Mahmut Ekrem Beyin evi Büyükdere sırtlarındadır. 1906'da binbir ateşle kavrulan yürekceğizine Boğaz'ın tuzlu ve buzlu suyunu basmak için -İstinye'deki yalı daha önce satılmıştır- buraya, Vakit gazetesi sahibi Filip'ten aldığı köşke konmuştur, iki yıldır Devlet Şurasındaki görevine de gitmiyordur. Hele curnalciliği herkesçe bilinen bir tızmantırıl it oraya kapılandırılınca bu kendisini bütün bütüne oradan soğutmuştur. Sadrazam Ferit Paşa'ya yazdığı bir dilekçe ile emekliliğini ister. Oğlu, o günleri şöyle anlatacaktır:
"Emeklilikle artık emeline erişecekti. Kitaplarını bastıracak, pek sevdiği Osmanlı gençliği için çalışacak, Talim-i Edebiyat'ı düzeltecek ve bütünleyecek, Darülfünun'da, Mülkiye'de edebiyata yetenekli gençleri çevresinde toplayarak, çevresine çekerek çalışmasını onların ilerlemesine verecekti. Sanırım bu düşüncelerini bir iki tanıdığına da açtı. Sultan Hamit'in kulağına gitti. Yöntemine uygun olarak işlem gören dilekçe kendisine sunulduğu vakit onu tuttu. Babam buna çok kızdı. Mabeyne başvurdu. Abdülhamit, bunun üzerine, yakınlarından birisiyle şu sözleri iletti:
"Ben kendilerini pek önemli görevlerde kullanacağım. Daha görgü ve bilgilerinden yararlanılacağı bir zamanda devlet görevinden çekilmeye kalkışmalarına pek üzüldüm. İstemiyorlarsa Şura'ya gidip gelmesinler ama emeklilikten vazgeçsinler." Babam da çaresiz, Padişah buyruğuna uydu."
Meşrutiyet ele geçirilince Büyükdere halkı, İstibdat'ta Mülkiye ve Galatasaray Sultanisindeki öğretmenliğinden uzaklaştırılan Üstadın oturduğu tepeye tırmanmaya üşenmemiştir. Üç gün, akın akın Ekrem Beyi alkışlamaya, ellerini öpmeye koşmuştur. Ona gösterilen bu saygının temelinde Abdülhamit'in suratına indirilen bir şamarın tadı da yatmaktadır. O da, yaşaran gözleri, titreyen sesiyle bu özgürlük tutkunlarına teşekkür ediyor, onlardan bağışlanmasını diliyordur. Yalnız Üstadın yüzünde hiç değişmeyen, ortalık yere bir lam elif gibi gelip çöken bir anlatım vardır ki her dakika:
"Nijad, sağ olup da bu özgürlük bayrağını görmeliydi!" diye yayın yapmaktadır.
Üstadın körpe yaşlarda ölen oğlunu düşünmediği gün yok gibidir. Aşiyanından -O yıllar aşiyan sözü pek eller üstündedir- her gün Nijad'ın gömülü olduğu Küçüksu'ya doğru tıpın-tıpır bakışlar fırlatıyor, geçmişte, onun varlığı ile dolu mutlu geçmişinde, bir köşeye sıkışıp kalan anıları ortaya çıkarmaya çabalıyordur. Bir yandan da Nijad için yazdığı kitabın ikinci cildini oluşturuyordur. Yorgun günün akşamında ise, elinde baston, bir saat, iki saat Boğaz'ı tepeden görüntülemeye çıkar.
Halit Ziya: "Dolaşmak onun belli başlı işidir" diyecektir. Eski yazlarda, Büyükada'da Karanfil Sokağında otururken de günün büyük bir bölüğünü, Ada'nın tenha yollarında, tepelerde, çamların arasında saatlerce dolaşarak geçirmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Kışın Şişli'de konak tuttuğu yıllarda da Tünel'den Şişli'ye değin taban teptiği çok olmuştur. İstinye'de ise, sık sık sandal gezileri yapmış, Kalender, Göksu ve Kanlıca'ya sarkmıştır. Ne ki, Büyükdere tepelerindeki bu gezi onun usundan Nijad'ı çekip çıkaramıyordur. İçin için gözyaşları döküyordur hep. Ercüment Ekrem Meşrutiyet'in üçüncü gecesinde babasının Nijad'ı düşünerek hüngür hüngür ağladığını da söyleyecektir.
Nijad'ın yine gündeme gelmesinin nedeni Üstadın, o gün yeni kurulacak kabinetoda nazırlık önerisi almış olmasıdır.
Her sevinç Nijad'dan doğru esen bir rüzgadır.
Ne ki, yazarımız nazırlığa kollarını açmayacaktır. Sadrazam da ona şöyle bir tel çekecektir:
- Ulus sizi istiyor. Onun dileğine karşı çıkmayınız.
Ulus sözü Ekrem Bey'in bütün bentlerini yıkar.
Dürüst, yiğit devlet adamlarını oluşturan o yılmaz ama zulüm görmüş topluluğun ulusun isteği karşısına nasıl dikilebilir! Onu gücendirebilir mi? Ulus, kendisine güvendiğini dile getirdiğine, onu Babıâli koridorlarında, gazete sütunlarında, okul odalarında açığa vurduğuna göre - bu sözler Ercüment Ekrem'indir - o da yorgun ve argın varlığını ulusun yoluna dökerek, elinden geldiğince onun yükselmesine çalışacaktır.
Sonunda eveti bastırır.
30 Temmuz 1908 Perşembe gecesi gelen ikinci bir tel Evkaf Nezaretine atandığını, ertesi cuma günü selamlık törenine katılması gerektiğini bildirir.
Üstadın bu selamlık işine aklı pek yatmamıştır. Bir an görevden çekilmeyi düşünürse de bunun belki bir kabineto bunalımına yol açabileceğini hesaplayarak üstünde durmaz. Abdülhamit'i yıllar yılı görmemiş, bayramlaşma törenlerine de gitmemiştir. Dahası, onun ayak tozuna hiç yüz sürmemiştir. O cuma, ister istemez, selamlık törenine katılır. Sultan Hamit, camide, bu yeni Evkaf Nazırı ile karşı karşıya geldiği vakit şunları paralayacaktır:
- Gördünüz mü Ekrem Bey, emekliliğinizi yeğlemediğim ne kadar yerinde olmuş! Sizi bu makama getirdim.
Üstad Padişahın bu sarakasına da bozulur. Evkaf Nezareti böyle cuma günleri Padişahın yanında bulunmak yükümlülüğünü yarattığına göre oradan alınıp Maarif Nezaretine verilmesini rica eder. Bu yerde sonradan sadrazam ve paşalığa çengel atacak Darülfünun müderrislerinden Hakkı Bey vardır.
Bu, Üstadı 22 Eylül'de Maarif Nazırı olarak görmemize engel değildir. Aman be, iki ay daha geçince Üstad Maarif Nazırlığından da ayrılır. Bu kez ayan koltuğuna
kayrılmıştır. Hakkı Bey de yeniden eski nazırlığına döner.
Geldik bu kez 1914 olaylarına.
İsterseniz, adı anılan ve sayılan ayrıntıları bir yana itip bütün topumuzu, tüfeğimizi zamanın durdurulmasına yöneltelim. Yoksa 31 Ocak 1914 gününe yuvarlanacak olursak Recaizade'yi kalabalıklar dünyasından yalnızlıklar dünyasına uğurlamak zorunda kalırız.
Trablusgarp ve Balkan savaşları yazarımızı iyisinden çökertmiştir. İmparatorluğun dağılıp ufalanma evreleri her gün gönül pıtpıtlarıyla izlenmiş, üzüntü ve sıkıntı değirmen deresi gibi akmıştır. Yıllar öncesinde tanıdığı, önü gülpınarı, başı bülbül yuvası İstanbul'un zigoto bir görünüme bürünmeye yüz tutması da Araba Sevdası yazarının kendi kendini kemirmesine neden oluyordur. Ercüment Ekrem, onun ölümünden sonraki aylarda şöyle diyecektir:
- Babam Çerkesköy bırakışmasının imzalandığı günden ölmeye başladı.
Hey, benim ciğerköşem, biz akıp giden zamanı yallah yallah 1914 0cağının on altısında çömelimize getirebiliriz. Çünkü o gün çok lakırdı ve çok görüntü döktürülmüş, bunlar da zarpadak, nasılsa açık kalmış kameralarımızdan içeri dalıvermiştir.
16 Ocak, Perşembeye düşer..
O gün, sabahın köründe, Ercüment Ekrem'in yattığı odanın kapısı gümbür gümbürlenir. Ortalık hizmetçisi, ilk sözü şöyle keser:
- Beyefendi rahatsız oldu, sizi istiyor.
Oğul, babayı pek bitkin bulur.
Hastanın kollarına ağrı gelmiş, soluğu daralmıştır.
- Evladım bu illet beni götürecek, biliyorum. Kesik kesik konuşuyordur. Yüzünde de acının doğurduğu titreşimler, gerilimler. Gün boyu, durumu daha da ağırlaşır. Gece gelen doktor umudunu yitirmiştir. Evdekileri kaçamaklı sözlerle avutmaya çalışır. Ne var, ertesi sabah hastada iyilik belirtileri başgösterir. Soluklar biraz düzene girmiş, ağrı da azalmıştır. Bu, evdekilerde umut uyandırır.
Öğleye doğru, Recaizade oğluna yüksek sesle Peyam gazetesinin edebiyat tefrikasını okutur. O
hafta Ali Kemal'in "Ömrüm" adıyla yayınladığı anıları vardır. Mülkiye'den, Recaizade'nin öğretmenliğinden, Muallim Naci ile sürtüşmesinden açıyordur. Oğul okurken, baba da gözlerini kapamış, geçmişte kalan olayları, düşünden izliyordur. Okuma işi sona erince bu kez anılara Recaizade yapışır. Bir süre Mülkiye'den, o zamanki öğrencilerinden açar. Sonra gramofonda Tanburi Cemil'in iki taksimini dinler.
Recaizade hasta yatağına düştüğünden beri - Aralık ortalarıdır bu - torunu Muvakkar'ı yanına bırakmıyorlardır. Oysa son yıllarda Üstad'a neşesini bulduran tek varlık dört yaşındaki yavrudur. Ona:
- Mon ami! diye sesleniyordur. Nijad'a olan sevgisini bir parça olsun torununa ayırmıştır. Çocuk da büyükbabasını çok seviyor, onu görmeye can atıyordur. O gün de odanın önüne gelmiş, kapıyı karıştırmaya başlamıştır. Recaizade yavrunun içeri alınmasını ister. Muvakkar girer. Büyükbaba - torun iyiden iyiye oynaşırlar. Evdekiler büyükbabanın hastalığı atlattığına inanmışlar mıdır?
Akşamüstü doktor Rifat Bey yine gelir. Hastanın durumu oldukça düzelmiştir. Ne var, soluk alırken hançeresinden bir hırıltı çıkıyordur ki hiç de gidiciye benzemiyordur. Rifat Bey buna kulak asmaz. Eğer biraz terler, ve uyursa sabaha daha iyi olacağını söyleyerek gider.
Ercüment Ekrem'in, Hikmet Hamdi Bey adında bir halaoğlu da vardır. Doktor olan bu yeğeni Recaizade, oğlundan ayırmadan sever. Ne olur, ne olmaz diye Hikmet o gece bitişik odada yatacaktır. Ev halkı on bire değin hastanın yanında kalır. On birde Recaizade onları: "Beni bırakın uyuyacağım, siz de gidin dinlenin" diyerek savar. Ordakiler de birer, ikişer odalarına çekilirler.
Dikkat, dikkat, Ercüment Ekrem ertesi gün eşinin çığlığı ile uyanır. Alasabah babasının hizmetine koşan eşi onu ölü olarak bulmuştur. Meşbedi Aslan Peşinde yazarı daha sonraki günlerde o sabahki duygusunu şu sözlerle anlatır:
- Keşke hiç uyanmasaydım.
Söylenmiştir, Ercüment Ekrem' in babacığı, arkadaşı, dostu, akıl
hocası, sığınağı artık dünyada palamar ve demir tutmuyordur. Gelgelelim ki gelgelelim güneş de dağların ardından yüzünü göstermeye ve sümbül, karanfil, mandilya, dam koruğu, taşkıran, boğa dikeni, çakırotu, beşparmak, hanımeli, saparna, kayın, çam, ardıç, mürver ve kartoplarını ışıkla yuğmaya başlamıştır bile. Bulutlar ise dağ keçisi gibi ordan, oraya sıçrıyor, keklikler, bıldırcınlar, tilkiler, kunduzlar, kertenkeleler, tosbağalar karınlarını gökyüzüne açıyorlardır. Az biraz sonra, sokaktan bir laterna da geçer. Ercüment Ekrem pencereye yaklaşır, gözlerini evlerinin karşısındaki okulun bahçesine diker, öğrenciler şen ve kıpırkıpır çığlıklarla zıplayıp duruyorlardır. Genç yazarımız içinden şunu geçirir:
- Doğa, dış dünya benim yasıma gülücüklerle karşılık veriyor.
Şimdi de gelip dayandık sözün ağırına.
Doğada olsun, toplumda olsun acı ve sevinç yanyana durur. Yada acının bittiği yerde sevinç başlar. Aklı uykuya yatıran olayların ardından çokluk Sivas şalları, Semerkant seccadesi yada Pendibuhara halıları döşenmiş bahçelerden havalanan ebabil kuşları gönlümüzün yalımını parlatırlar.
Recaizade'nin yapıtlarına, özellikle de Araba Sevdası'na bakacak olursanız orada her şeyin hoptereleyli rengine boyandığını görürsünüz. Üstadın yaşamını dolduran acılar, romanda göz aydınlığına, şataraban peşreve, yada yaşama sevincine - bütün büyük yazarlar böyledir - dönüşüvermiştir.
Buraya Recaizade'nin bir şiirini de oturtmak yerinde olacaktır. Çünkü onun dizeleri de pık-pık havaya fırlamaktadır. Üstelik biz de şiirsiz sözümüzü şiire bulaştırmış oluruz ki, ömrümüzün sonunda başımız eğik düşmemiş olur.
Unutmadan söyleyelim ki Recaizade bu şiiri yaşlılığında, içinin acılarına beden acılarının da eklendiği bir sırada yazmıştır. Şiirin adına da Fransızca esmer ile sarışın anlamına gelen brune et blonde sözcüklerini kondurmuştur.
Şairimiz şiirinin kapılarını Fransızca ronde, vagabonde, seconde, onde ve monde sözcüklerine de açmış ve ond sesiyle bir
dalga etkisi uyandırmak istemiştir. İşin tuhafı bu Frenkçe sözcükler şahtane işveger, saffet, dilşikar, vefaperver, şad, verd, asfer, serbaz, çüst gibi koyu Osmanlıca sözcüklerin yanına uzatılmıştır. Denilebilir ki, pirimiz, üstadımız bununla da Osmanlıca ile Fransızca arasında bir adım aralık olduğunu işaret kaldırmak istemiştir.
Şimdi yeniden dikkat edilsin.
"Esmer ve Sarışın" şiirini yayına alıyoruz.
Ama durun, durun biraz.
Bu ne biçim iştir ki, şiir, az önce masanın üstündeyken, birden ortadan yitmiştir. O mu gitmiştir, biri mi onu yürütmüştür. Her yer tıklım tıklım şair olduğu için pek kestirilememiştir. Gerçi, derdi günü, gözleri başkalarının yazdıklarında olan kimi büyük ozanlar karakola çağrılarak, bilgilerine başvurulmuşsa da, göğüs yumuşatıcı bir karşılık alınamamıştır.
Bu konuda iki söylenti dalgalanmıştır. İstanbul Radyosu kapıcısının anlattığına göre, öğle paydosunda, kürdan bacaklı, muşmula suratlı bir adam yayının yapılacağı odaya girmiş, bir dakika kalmış, kalmamış, ok gibi fırlayıp gitmiştir. Yaygın olan söylenti budur.
Kahveci çırağından fırlayan söylentiye göre ise, gelenler bir değil, iki kişidir. Muşmula Suratlının yanında bir de Sanşo Pansa vardır. Yayın odasına da bu Sanşo girmiş, öteki dışarda beklemiştir. Bu iki söylentiyi karşılaştıran Yayıncı ise kapıcının sözlerini yeğ tutmuştur. Ama o da, kendi deneylerine dayanarak, adamın muşmula suratlı değil, şamama suratlı olabileceğini ileri sürmüştür.
Uzun lafın kısası, durumun işe yararlılığını yumuşatmak için ne yapılmışsa sonuç alınamamıştır. Teşekkür yine ona ki, Salâh Birsel yani Aslan Yürekli Rişar dört kadırga, beş çektiri, üç karavella ve iki mavuna ile Bostancı'dan çıkıp Köprü'ye varmış, şiirin başka bir kopyasını, son dakikada yayına yetiştirmiştir.
Gerçi bu kez de, edebiyat işleri , yüzünden kendilerini ömür boyunca aylık gelire bağlatan kimi kişiler bu kopyanın Recaizade ile bir alış-verişi olmadığında direnmişlerdir ama biz, bu savın doğruluk derecesini araştırmaya vakit
bulamadığımızdan Salâh Birsel'in aport ettiği şiiri olduğu gibi okurlarımıza sunuyoruz. Hem bir şiirin kendisi yok da kopyası varsa daha ne istemeli? Ya şiirin kopyası da olmasaydı, o zaman ne yapardık! Şu da gözden uzak tutulmamalıdır ki topumuz, zaman zaman, kimi şiirler karşısında şöyle sızlanmışızdır:
- Ah, bu şiirin kendisi yerine, kopyası olmalıydı.
Işık yandı.
Hadi iş başına.
O şiir ki, neşeli mangır şanında yazılmıştır, söylesinler ve bilsinler, şudur:
Birbirinin eşi iki kızkardeş
İki kızoğlankız ki vefaperver
Sarı gül biri ince ve üzünçlü
Öbürü bir zanbak ter ve taze
Biri armut yüz öbürüyse ronde (1)
Görkemli ve nazlı brune (2) ve blonde (3)
Biri anadan doğma şair
Buruk şiirler yazar
Hepten burcu burcu bir çolpan
Amanın gelgeç sevdasıyla tozar
Öbürü tıpkı küçük bir vagabonde (4)
Sevecen ateşli brune ve blonde
Biri şuh ve oynak sözde bir Carmen
Biri saflıkta Marguerite sanki
Biri atak çevik kıkırdak şen
Biri duygulu düşlerle yaşayan
Hoş çelişki sunar bununla seconde (5)
Kırıtkan çıtıpıtı brune ve blonde
Sarı pırlantadır biri lekesiz
Öbürü bir inci parlak ve beyaz
Anlatmaya kalksam onları bir bir
Kalemim her ne yazsa ışık yazar
Güzellik ve işve saçan iki onde (6)
Değer ve paha biçilmez brune ve blonde
Biri aşk yolunda bir savaşkan
Kâh kâh güleç yada somurtkan
Öbürü şenlikli şarkılar söyler
Her vakit şad her vakit mutlu
Bilmemiş bilmesin bu kızları monde [7]
Birbirinden güzel brune ve blonde
Bu şiirden sonra fakir de derim ki:
"Bu bölüm de Büyükdere'deki. dörtyıldızlı esmerler ve sarışınlar konusu olduğu için yazıldı."
(*); Bizim bilgimiz Ercüment Ekrem'den geliyor. Abdurrahman Şeref Tarih Musahebeleri'nden bu gazetelere Tercüman-ı Hakikat'ı da ekler.
(1) değirmi
(2) esmer
(3) sarışın
(4) delişmen
(5) ikincisi
(6) dalga
(7) insanlar
SALÂH BİRSEL
Taha Toros Arşivi, 001582373010

ŞİİRLERİ