1858 Nisanının ilk günlerinden birinde, beş çifte bir kayık Fransız Elçisi Bay Thouvenel’in eşiyle, eşinin yeğeni La Baronne Durand de Fontmagne’ı, Keçecizade Fuat Paşa’nın, Kanlıca ile Çubuklu arasına düşen, dünya gözünün eşini görmediği yalısına getirmiştir.
Paşa üçüncü Hariciye Nazırlığındadır. Sadrazamlığı daha sonra, Sultan Aziz çağında yüzünü gösterecektir.
Mayısın onunda Paris’te Eflak-Buğdan yönetiminin birleştirilmesi konusunu tartışmak üzere toplanacak konferansa katılmak için bir iki güne değin yola çıkacaktır. Bu nedenle 1500 kese (*) yolluğu cebe indirmiştir.
Ayrıca her ayda 20.000 frank aylık alacaktır. Paşanın oğlu Âmedi görevlilerinden İzzetlü Nazım Bey, Sadrazam Ali Paşa’nın damadı Salahattin Bey, Ali Beyefendi ve Viyana Konsolosu olup bir süreden beri İstanbul’da bulunan Davut Efendi de Paşa’ya bu toplantıda destek olacaklardır. Bunların da her birine 35.000 kuruş yolluk sunulmuştur. Diyeceğim, konuklar Kanlıca’ya birkaç gün sonra gelseler Paşa’yı yalısında bulamayacaklardır. Ama onları bugün buraya çağıran da Paşa’dır.
O çağdan kalma bir fotoğrafiye bakacak olursak yalının bir set üzerine kondurulmuş olduğunu görürüz. Kıyıya, sağlı sollu iki merdivenden inilir. Yalı, ikisi biraz girik olmak üzere beş kanattan oluşur. En büyüğü, öndeki üç kanadın ortasındakidir. Sağ yakada iki kanatlı bir köşkle, arkada, koru içinde, bir üçüncü köşk daha vardır. Dahiliye Nazırlığı Evrak Müdürü şair Ali Haydar Bey’in yazdığı bir şiirden - o zamanlar kim ki devlet görevlisidir, şairdir - yalının büyük bir balkonu olduğu anlaşılmaktadır. Haydar Bey yalının altında bir de çağlayan olduğunu söyler. Ne ki o, çağlayan lafını ağzına almaz da, çağın eğilimine uyarak kaskad der.
Çevre, silme ağaçtır. Burada istediğiniz bitkiyi bulabilirsiniz. Keçecizade, Hekimbaşı Salih Efendi gibi bahçesinin doktorudur. 50 altın aylıklı bir bahçıvanbaşısı da vardır ki Fransalıdır.
Yalının arkasında bir limonluk - görenler ölü iken dirilir - ta tepelere değin uzanır. Bahçe de renk renk çiçekler ve çimlerle süslüdür. Güllerle yaseminler de başı çeker. Ağaçlar arasındaki inişli çıkışlı yollar da çakıltaşlarıyla kaplıdır. La Baronne’un anlatmasına göre Fuat Paşa’nın hanımı buralarda yürürken bir halayık kendisine yastıklık ediyor, bir yandan da hanımının, çok bol olduğu için ikide bir düşen beyaz ipek çoraplarını düzeltiyordur.
Paşa’nın eşi ufak tefek, çıtkırıldım bir hanımdır. İki konuk ona o gün yallah yallah 35 yaş vermişlerdir. Ortağı filan olmayışına da büyük değer göstermişlerdir. Ev sahibesi onları ikinci kapıdan - içkapıdan - karşılamış ve
övgü yağmuruna tutmuştur. Konuklar söylenenlerden bir şey anlamamışlarsa da ev sahibesi bir aralık elini öyle bir oynatmıştır ki bununla kendilerini yalının içine buyur ettiğini çakmışlardır.
Yalıya bir merdivenle çıkılmaktadır. Merdivenlerde hanımın kemerine tutuşturduğu eteğinin kuyruğu iki yana açılınca La Baronne saydam bir kumaş altında gizlenen pembe bir ten görür gibi olur. Türk kadınlarının pembe tenleri üzerine daha önce kulakları yeterince dolu bulunduğundan da gerçek bir Türk kadınıyla karşı karşıya olduğuna varır.
Uzun bir koridoru aştıktan sonra çiçek ve kuşlarla dolu iki salondan geçip hareme ulaşırlar. Burada eşyalar alçak, yumuşak ve çok dingindir. Geniş divanlar, oturunca insanın içine gömüldüğü kocaman yastıklar vardır. Duvarlar da sedirlerle çevrilmiştir. Bunların baş tarafı, öte yana göre daha
yüksektir. Köşelerde de üstüne vazo ya da bakır kaplar konmuş mermer
etajerler yer almıştır.
Sofra kurulunca Fuat Paşa da hareme geçip onlara katılır.
Burada La Baronne : “Fuat Paşa’nın gelişiyle konuşmalar tatlı bir havaya büründü” diyecektir.
Doğrusu Fuat Paşa’nın ağzı laf yapmasını bilir. Tarihçi Abdurrahman Şeref ’in demesine göre o, bir ayağı üzerinde bin lafın belini büker. Hazırcevaplığına da hiç diyecek yoktur. Hocapaşa büyük yangınından sonra sokakların düzenlenmesine, caddelerin genişletilmesine kalkışan Paşa, yol üzerindeki türbe ve medreseleri yıktırmaktan da çekinmemiştir. Halk, o
üstünden bir türlü silkeleyemediği alışkanlığına uyarak ileri geri söylenmeye,
Paşa’ya lanetler savurmaya başlayınca bir tanıdığı öyle der:
- Divanyolu’nda türbeleri yıkılan Köprülü Mehmet Paşa ile Firuz Ağa’nın ruhlarından korkmak gerekir.
Fuat Paşa da hiç duraklamadan karşılığını diker:
- Köprülü’nün gönlünce davrandığımdan onun ruhu bundan şad olur. Firuz Ağa’ya gelince, benzerlerini benden önce sadrazamlıkta bulunanlar öldürdüğünden ondan da korkum yok.
Keçecizade bir başka gün de yeni açılan caddelerle kaldırımları öven bir diyavoloya şunları söyler:
Evet, o kaldırımlar bize atılan taşlarla yapılıyor.
Fuat Paşa cılız, uçuk benizli, seyrekçe beyaz sakallı ve uzun boyludur. Yalnız seraskerken yapılmış bir resmi vardır ki onu bir hayli enli gösterir. Gelgelelim, Chalmelle Lafour adlı bir frenk yazarı onun şişmanca, yerden bitme, pancar yüzlü, kalın dudaklı biri olduğunu söyler. Bu da İbnülemin’in şu yargıyı yapıştırmasına yol açar:
- Frenklerin ulusumuz üzerine alıp verdikleri bilgilerin pek çoğu yanlışlarla yüklüdür.
Biz dönelim yine soframıza.
La Baronne’u bugün Fuat Paşa’dan başka, karısı da büyülemiştir.
Yabancı yazar - ki Kırım sonrası İstanbul’unu anlatan bir günlüğü vardır - konuklarının yemesi içmesi için böylesine koşuşturan bir ev hanımını ilk kez görüyordur. Hele onun yüzüklerle süslü ipince parmaklarıyla tavuğu parçalayıp kendilerine sunuşu, vaşşşş, aklını uykuya yatırmıştır.
Yemekten sonra Hariciye Nazırı, konuklarına gelinini de tanıtır:
Gelinim Çerkez’dir. Oğlumuzla evlendirmek için alıp yetiştirdik.
Görüyorsunuz, bizim kölelik anlayışımız sizinkinden çok ayrı.
Gülbiz adındaki gelin o sıralar güzelliği ve dıbır dıbırlığıyla Tüm İstanbul’un amanını kesmiştir. Türklere özgü giysisinin altında yüksek ökçeli samanrengi pabuçları boyunu bütün bütün havalı yapıyordur.
Gülbiz Hanım Keçecizade’nin küçük oğlu Kâzım Bey’le evlidir. Mahdum bey bir süre Mekteb-i Harbiyye’de okumuş, sonra Paris’e gönderilip orada da savaş bilimiyle ilgili okullardan geçirilmiştir. Cevdet Paşa onun için şöyle der:
- Kibarzadeler içinde daha bu denli bilgili ve iyi ahlaklı bir kişi yetişmemiştir.
Memlekete dönüşünde kendisini binbaşı olarak bulan Kâzım Bey’i, babası Mekteb-i Harbiyye Nazırı Hüseyin Paşa’nın yanına yamamak isterse de Serasker Paşa buna karşı çıkar:
- Kâzım Bey binbaşılığı ile yardımcılığa getirilirse buyruğu altında albaylar bulunması gerekecek. Bu da tutulan yola uymaz.
Bu engelleme üzerine Keçecizade, oğlunu askerlikten çekip çıkarmayı düşünürse de Sadrazam, kendisini yatıştırır. Sonunda Kâzım Bey de Taksim’deki Topçu Kışlasına atanır. Ama Serasker Paşa’nın kendisini çöpe saymasının acısını içinden bir türlü atamıyordur. 1860 yılında da, bir gün kışlada görevde iken, bu acıdan ölüp gidecek, babasını da, ömrünün geri kalan günlerinde zehirli bırakacaktır.
Buraya bir başka ölüm haberi de sıkıştırsak mı, sıkıştırmasak mı? Hadi sıkıştıralım da anaların ne oğullar doğurduğu belli olsun.
Yine 1860 yılındayız.
Vak’a-i Hayriyye’de - 1826 yılında - Humbarahane’deki erleri Saray-ı Hümayun’a götürüp Sancağı Şerif’in korunmasını üstlenmiş olan vezir eskilerinden Dede Paşa - ki o hayırlı olaylarda Humbaracıbaşıdır - bu yıl 102 yaşında iken yalnızlık ülkesinden sonsuzluk evrenine göç etmiştir. Kimileri, Paşa’nın öldüğünde 102 değil de 105 yaşının taşıyıcılığını yaptığını
ileri sürünce de İstanbul’un gizli ve açık tarihçileri arasında büyük tartışmalar çıkmıştır.
Şimdi sıkı durun. Önemli bir haberimiz daha var. Kocasının ölümünden sonra Gülbiz Hanım, kayınpederinin evinden ayrılmış, Hıristiyanlığı kabul ederek, İstanbul’da Belçika Elçiliği görevini yüklenmiş Van den Bosch’un kolunda - bak yosmaya - Avrupa’ya gitmiştir. La Baronne daha sonraki yıllarda ona Paris’te rastlayacak ve doğulu kadınlara özgü sessiz
güzelliğinden bir şey yitirmediğini şaşırarak görecektir.
Peki ama biz Kâzım Bey’in askerlikten ayrılmasını önleyen sadrazamın kim olduğunu söylemedik. Efendim, o sadrazam Mütercim Rüştü Paşa’dan başkası değil. Sadrazamlığı da 24 Aralık 1859 Cumartesi günü başlamıştır. Biz ondan iki gün önce Dolmabahçe Sarayına uzanalım ki bu işin tan atma zamanını yakından görelim.
Perşembe günü ki, aynı zamanda cumâda-l-ulâ ayının yirmi yedisidir, Sultan Mecit, Sadrazam Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa ile Keçecizade Fuat Paşa’yı Saraya çağırtarak, Rusya İmparatoruna gönderilecek nişan ve armağanları göstermek istemiştir. Huzura ilkin Kıbrıslı girer. Armağanları seyreder. Laf gümrüklerden açılınca da, hay bu adam ne görgüsüz, şu tümceyi yumurtlar:
- Merhume Valide Sultan gümrükten de rüşvet almıştır.
Hünkâr bu söze çok burkulur. Bir şey der mi, demez. Fuat Paşa’yı da içeri aldırır. Ona da armağanları gösterir. Onlar gittikten sonra da hareme geçer. Geçer geçmez de patlar:
- Bu adam benim ölmüş validemden ne istiyor?
Ertesi cuma gününden tezi yok, Kıbrıslı’dan mührünü aldırtır, daha ertesi gün de Meclis-i Tanzimat Reisi Rüştü Paşa’yı sadrazam eyler.
Mehmet Emin Paşa da, büyük fitiller almayı unutmadan, mühür için gelen Mabeyinci’ye şunları bağırır:
- Efendimiz beni çocuk oyuncağı mı sanıyor?
Bunu işiten dostlar Kıbrıslı’yı kınar:
- Böyle söz de söylenir mi?
Kıbrıslı da şu açıklamayı yapmak gereğini duyar:
- Zatı Şahane perşembe günü bana pek çok dua etti. “İşler senin vaktinde iyi gidiyor. Rahatım. Tanrı seni eksik etmesin.” dedi. Ertesi gün de bakın ne iş etti. Onun için söyledim. Ben çocuk oyuncağı değilim.
Bize yeniden Kanlıca’daki yalıya dönmek düşüyor. Gerçi Rüştü Paşa’nın Bebek’teki yalısından açmadık ama daha onun sırası gelmedi. Bugün bizim işimiz Fuat Paşa’yla.
Mevsimlerden yaz. Aylardan da ramazan.
Bahçenin dört bir yanında iftar sofraları.
Ağaçlar renk renk fenerlerle donatılmış.
Kimilerinde mahyalar da asılı.
Sofraların sakız gibi beyaz örtüleri ve peçeteleri var. Yemiş ve yeınek tabakları antika olup gelene gidene merhaba çekiyorlar. Çatallar, bıçaklar da
Osmanlı Devletine göre. Gümüş şamdanlardaki fanuslardan süzülen ışıklara belenmiş konuklar yandımalamadım basmalarının renk cümbüşünde yüzüyor.
Paşa’nın oturduğu sofra 24 kişilik. 12 kişilik iki sofra daha var ki onların da başında Paşa’nın iki oğlu. Bunlardan başka Kâhya Efendi’nin değnekçiliğini üstlendiği bir sürü küçük sofra.
Keçecizade yemeği ağır ağır yer. Bunun büyük bir yararı olduğunu söyleyerek konuklarını da bu işe kışkırtır. Ama kimsenin cigarasına karışmaz. İsteyenler sofrada da cigara tüttürebilirler.
Bahçenin bir köşesinde de halılar, namaz seccadeleri, hasırlar. Akşam ve teravi namazları burada kılınacak. Aptes tazeleyecekler için de gümüş leğenlerle ibrikler alesta.
Fuat Paşa’nın üstünde asker giysisi. Yaveri ekremlik kordonu da eksik değil. Yanılmayın, teraviden sonra hareme geçecek, hem yarım saat kadar dinlenecek, hem de üstündeki asker giysilerini çıkarıp sivilleri giyecek.
Paşa gerisin geri selamlığa döndüğü vakit de Karagöz ya da ortaoyunu takımlarını hazırlanmış bulacaktır. Hayali Mehmet Efendi çağın en büyük ustası olduğu için - bunları Semih Mümtaz S. anlatıyor - Karagözü o oynatır. Oyunları kadınlar da - kafes arkasından - izlediklerinden nükteler ve sözcük oyunları sınırı aşmaz.
Kadınlar içeri çekildikten sonra ise sanatçılar bir oyun daha çıkarırlar ki bunda, bu kez, İstanbulluluğun bütün inceliğini, bütün kopukluğunu gösterirler.
Yalıda sofralar hiç boş kalmaz. 1280 yılının Muharrem ayında (18 Haziran-18 Temmuz 1863) Sultan Aziz’in de bir akşam yemeğe gelmişliği vardır.
Akşam yemeklerinden elçiler, yabancılar da pek eksik olmaz. Bunlar ramazanlarda, teravi namazı kılınırken, ağaçların altında Müslümanları göğü yere indiren bakışlarla seyrederler. O sırada eşleri de haremde aynı işi yapıyordur.
Osmanlı Hükümetinin yarı resmi yayın aracı olan La Turquie gazetesini yönetmek için 1867 Martında İstanbul’da bağdaşa geçen Charles Mismer de hemen hemen her cuma yalıda yemek yemektedir.
Bu, Mismer’in İstanbul’a gelişinden iki ay soııra, bir gün Keçecizade’nin, bir konu üzerinde düşüncesini almak üzere keııdisini, sabahın sekizinde yalısına çağırmasıyla başlamıştır.
0 gün, zavallı Mismer, er-horozda bir sandal kiralayarak, Boğaz’daki akıntılarla iki saat boğuştuktan sonra, yalıya tam vaktinde ulaştığı halde Paşa onu öğleye değin bekletmiştir. Öğle vakti çatıp da karnı iyice zil çalmaya başlayınca Mismer artık dayanamamış, bir uşakla Paşa’ya şu pusulayı iletmiştir:
"Dört saatten beri yüce buyruklarınızı beklemekteyim. Kabul edilip edilmeyeceğimin lütfen bildirilmesini rica ederim."
Bundan sonrasını bırakalım da Mismer anlatsın:
- Paşa’nın yerinde bir başkası olsaydı, dostça da olsa bu uyarımdan ötürü beni bağışlamazdı. Ama Paşa uyarıma beni öğle yemeğine alakoymakla karşılık verdi. Bu olaydan sonra artık bekletilmez ve her cuma Paşa’nın sofrasında yemek yer oldum. Çalışma ya da konuşmalarımız, çokluk gece saatlerine değin sürerdi. Zeki ve uyanık kişilerle dostluk kadar iyi bir şey olamaz. Çünkü basit düşünceliler durum ve eşyanın sadece yüzeyini ve kaba yanını görebilirler. Oysa zeki insanlar, birtakım yöntemler ve yasalar elde edebilmek için o durum ya da eşya üzerinde derinleşirler, onların içine girmeye çabalarlar.
Aynı yılın ekiminde Fuat Paşa - o sıralar beşinci kez Hariciye Nazırlığındadır - La Turquie gazetesinin yönetmenini Girit’e giden Sadrazam Ali Paşa’nın yanına “Fransızca kâtibi” olarak verir.
Boğazı büyük bir kişi olan Mismer, Girit’te Sadrazam Ali Paşa’nın sofrasında da neşesini bulur. Sadrazamla birlikte Girit’e gelmiş olan Ticaret ve Nafia Nazırı Kabûli Paşa, lstabl-i Amire Müdürü Ferik Rauf Paşa, Hariciye Nazırlığında bulunmuş ve Berlin Kongresine Osmanlı Devleti delegesi olarak katılmış olan Sisam Bey’i Karatodori Efendi, eski Girit Valisi Adossidis Efendi, 1865 yılında İstanbul’da koleranın at koşturduğu sıra Fuat Paşa’nın bulup ortaya çıkardığı Doktor Sava Efendi -ilerde Vali ve Hariciye Nazırı olacaktır - Sadrazamın damadı Selahattin Bey de her akşam Ali Paşa’nın sofrasında bir araya gelirler. İlkin iştah açmak için zeytin, havyar ve benzeri çerezler çıkar ortaya. Mismer’e de şarabını dayarlar. Ama kendisinden başka kimse içmediği için o da içmemeyi yeğ tutar.
Sofranın düzeni alafrangadır. Ramazanda ise büyük yemek masası yerine dörder kişilik sofracıklar kurulur. Çatal bıçak yerine de herkes kendi parmaklarını kullanır. Çorba, pilav ve hoşaf için de gümüş kaşık yerine tahta kaşık yeğlenir.
Mismer Türk yemekleri önünde suyu kesilmiş değirmene döner. Hele tavukgöğsü oldu mu, ikisine, üçüne birden saldırır. Bu arada da Âli Paşa’nın sorduğu her soruyu karşılamaya çalışır. Çünkü onun bir görevi de budur.
Bilmem çok mu anlatıyoruz, az mı anlatıyoruz?
Yalnız bugünkü “bunluk” sözcüğünün yerine kullanılan “buhran” sözcüğünün de Fuat Paşa yalısının bir ürünü olduğunu söylemeden geçemeyız.
Yıl 1850. Bir gece tarihçi Cevdet Paşa başta olmak üzere devlet ileri gelenleri Paşa’nın yalısında toplanmışlardır. Memleketin para durumunu belirtecek bir rapor yazacaklardır. Hazine tam bir kriz halindedir. Ama Türkçede bu Fransızca crise sözcüğünün bir karşılığı da yoktur. Orada bulunanların tümü saatlerce kafa patlatır. Sonunda “buhran” terimi benimsenir. Padişaha sunulacak rapora da şu başlık atılır: Hazine-i Maliyyenin Hal-i Buhranı.
Bir mayıs sabahı Cevdet Paşa bu yalıya yine gelmiştir. Çünkü Koca Reşit Paşa ayın ikisinde Padişah’a: “Maslahatın bir derecesi vardır ki, oraya gelince kulunuz çekilmek zorunda kalırım.” diyerek dördüncü sadrazamlığından ayrılmıştır.
Ayrılma nedeni Fransız maslahatgüzarının Babıâli üzerindeki baskısıdır. Buna, Kastamonu’ya sürülen Damat Mehmet Ali Paşa’nın - ki Reşit Paşa’nın ondan büyük can düşmanı yoktur - iki hafta geçmeden bağışlanıp, yeniden İstanbul’a getirtilmesi de eklenebilir ama gerçek neden maslahatgüzardır. Paşa’nın yerine, o sıralar, Viyana Konferansı dolayısıyla Viyana’da bulunan Ali Paşa geçecektir. Paşa da onun yerini alacaktır. Niyeti, Fransızların Osmanlı işlerine karışmasını öbür devletlere şikâyet etmektir.
Cevdet Paşa’nın böyle ala sabah Fuat Paşa’ya koşması da burdan gelmektedir. Paşa’dan, artık sadrazam eskisi olan Reşit Paşa’yı bu işten döndürmek üzere, ağırlığını koymasını rica edecektir. Bir gece önce Reşit Paşa’nın oğlu Ali Galip Paşa ile de görüşmüş ve bu karara birlikte varmışlardır.
Keçecizade de bu sızlanmaya karşıdır. Cevdet Paşa’yı dinledikten sonra, sandalına atladığı gibi soluğu eski sadrazamın Emirgân’daki yalısında alır. Uygun bir dille onu düşüncesinden çevirmeye çalışır. Kesin bir karşılık alamazsa da Paşa’yı iyiden iyiye yumuşatır.
Birkaç gün sonra - haziran başlarında - Emirgân’daki yalıya İngiltere Elçisi Sir Canning de damlar. Canning nisan ve mayıs aylarında bir Kıbrıs yapıp - o yıl Moskoflarla Kırım’da savaşan Osmanlılar yanında Fransalı, İngiltereli ve Sardenyalı da vardır - İstanbul’a gelince Reşit Paşa’nın sadrazamlıktan ayrıldığını haber almış ve Paşa İngiltere politikasından yana olmakla hemen o an kanı kurumuştur.
Canning’de yalıda eski sadrazama aynı öğütleri yineler.
Çaresiz kalan Reşit Paşa da yolculuğunu geriye atarak - ki kısa bir süre sonra Konferans kendiliğinden dağılınca sorun kökünden çözümlenecektir - fakiri, yani Cevdet Paşa’yı, muştuyu Fuat Paşa’ya bildirmek üzere yeniden Kanlıca’ya yollamıştır.
Bunlar 1855 yılı olaylarıdır.
Aynı yılın haziranında Reis’ül-ulema Fındıkzade Efendi - ayın yirmi ikisi çarşamba günü - ömür eteği kısaldığından toprağa verilmiştir. Pintiliği ile ün salmış bir kişidir. Bilimden nasibi de azdır. Buna karşılık. satrançta üstüne çıkacak kimse pek yoktur.
Ey okur, tirenkete yelkenini Hızır Reis gibi ınolameze ederek, yani yarım boşa alarak buralara değin geldik.
Artık izin ver de kıyısaraylara, köşklere, kasırlara, yalılara, koylara daha çok borda etmeden, Boğaz’ı bir atmaca gibi Yıldız Tepesinden tarayan Sultan Hamit’i ekranlarımıza getirelim.
Çünkü Boğazı şehzadeler, kadınefendiler, paşalar, damad-ı şehriyariler, Babıâli hulefası, mahdum-u sadaretpenahiler, bankerler, tatlısu frenkleri, kokonalar, madamalar ve nice nice balonlu kişiler yazmışsa Abdülhamit de resimlemiştir.
Hem bir yerin üstünde padişah gözü yoksa, o yerin durumu neye varır?
(*) Bir kese 500 kuruş. yani beş altındır.
SALÂH BİRSEL
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, Aralık 1978, C: XXXVIII, S: 327, s. 636-644

ŞİİRLERİ