Salâh Bey'in yazısı, Salâh Birsel'in şiirinden çoktur. İkisi de aynı dalga boyundadır: Bir yandan "Okşamalar" sürerken, öte yandan "Kikirikname"nin kikirikleri bu dalgadan payını alır.
Salâh Bey Tarihi de uzundur, fakat Salâh Birsel'in şiiri tarihten kısa değildir. O, "yerden bitme coşkular"ın kendisini yanıltmasından korktuğu için, şiirin, tarihin yanında "kısa boylu" görünmesine aldırmaz.
Salâh Bey Tarihi uzundur, fakat ben kısa keseceğim: Bir gün okullarda bu tarih okutulmalıdır. Bu tarihi okuyan çocuklardan şiire yazılanlar çıkacaktır.
Salâh Birsel'in şiiri hakkında edeceğim sözler, hiç kuşkusuz benim boyumu da aşar. İnsan, aşka da, çoğu kez boyunu aşan sularda girmez mi? Öyleyse bu sözler deryasında boğulmamak için, Salâh Birsel'in şiiri cansimidi olsun bize! (Boğulursam duyarsınız: "Ölüyorum gül yetiştir")
Salâh Birsel'in şiiri beni en çok "Haydar Haydar"la vurmuştur:
"Ama Haydar tabip Haydar / Öldürdün beni / Ne bu leylak birikimi" dizeleriyle beni benden alıp, "Tahrirli siyah gözlerin dar boynumda / Biraz dur biraz / Ben güvencinleri sayayım" dizelerine uçurmuş, "Kuşlar uçtu ki ben gördüm / Aman Haydar kibar Haydar / Ozan yanmazsa hezen yanmalı" bahsine gelindiğinde de, beni kendime getirmiştir.
Şairlik bir iddiadır' ya da şairlik, iddialı olmakla mümkündür' kabilinden kimi şairane saptamalar mevcutsa da, Salâh Birsel en azından kendi adına bu iddiaları geçersiz kılan adamdır. 'İddia'nın karşısına' 'mahcup' bir şiir koyulacaksa, o Salâh Birsel'in şiiridir.
"Abanoz" şiirinde bu hâl 'pek mahcup' bir biçimde kendini gösterecektir:
"Bu şiir benim yıldız-poyrazımdır / Issızlarda bir başına büyümüştür /...Terbiyelidir utangaçtır / Üç tüylü oktur". Salâh Birsel'in şiirindeki 'alaysama'yı, zarafet'i ve 'çelebiliği', ondaki 'mahcubiyet'in bir tezahürü olarak görüyorum. Tipkı Varduman kitabındaki ithaf gibi: "Bu kitap kimseye adanmamıştır."
Dünyaya doğru yazıyla yola çıkmış, yelkenini geniş tutmuş, dünyanın olmadık işlerini gördüğünde de şiirin içdenizine süzülmüş bir şairdir Salâh Birsel. Varduman'a eklenen "Salâh Birsel'in Odası" adlı yazıda, 1945 yılında Tahir Alangu'nun söylediğidir:
".... başka bir insanın, bir şairin varlığının farkına vardım. Yüzüne muzipçe geçirdiği, şiirlerin dokusuna gizlenmiş, asil bir tavırla taşıdığı duyarlılığı..." Bu duyarlılık, Salâh Birsel'in şiirindeki acı alaya karşılık düşmektedir. 'Kuzular'ın acısının bitmeyeceği bir dünyayı, 'Çelebi'lere özgü bir alayla ve eski deyim yerindeyse, hicvedecektir:
"Ey kuzu kuzulayan avcı / Bu ne kadar çok Nemrut / Ne kadar az Yunus Emre"
Şimdilerde iyi bir iş yapılıyor: Şairler keşfediliyor. Kayıp, gözden ırak, kendini kaybettirmiş ya da göz önünde duran şairler var keşfedilmeyi bekleyen. İşte Asaf Hâlet Çelebi, Metin Eloğlu, Dağlarca, ve elbette Salâh Birsel. Geçen yıl Behçet Necatigil ödülünü aldığında 'sevinçli bir itirafta bulunmuştu ve şiir yazmaya ağırlık vereceğini söylemişti.
Bunu bir TV programında söylerken izlediyseniz, Salâh Birsel'in sevincine siz de benim gibi sevinmiş olmalısınız. İlk kez bir ödüle bu kadar sevinmiştim. Sanki ödülü arkadaşı Behçet Necatigil'in elinden alıyor ve ona söz veriyor gibiydi. Salah Birsel yine şiir yazacak!
Yazdı da. "Şiir o benim kekliğimdir" dedi. "Aman kıpırdamayın bu ekmek Türkçe'dir" dedi. "Ozanlara vurun ama / N'olur halka dokunmayın" dedi, bir de dedi ki: "Şiir ince nikahtır"
Herkesin bildiğini bir daha söyleyerek yazıyı bitirmeli: Salâh Birsel yalnızca düzyazının Salâh Bey'i değil, şiirimizin de bir beyi. Uç beyi.
HAYDAR ERGÜLEN
Aydınlanmanın Işığında Sanat
İnsanlarımız II, Salâh Birsel, S. 59-61

ŞİİRLERİ