İKİ MÜNEKKİT TİPİ
Kardeşim Bekir Sıtkı'ya

Şunun şurasında beş-altı hikâye, roman yazarımız var. Beş-on tane de daha pek tanınmamış, ama tanınmışlar ayarında hikâyecimiz. Hepsi de kendi hallerinde, büyük büyük laflar etmeyen, "Hikâyeciliğimiz Avrupa ve Amerika'dakinden hiç de aşağı değildir" diyen üç-beş pek müsamahakâr münekkide aldanmadan, bu memleketin şimdiye kadar hiç sevilmemiş, ilgi görmemiş, yerlerinin, insanlarının hayatıyla, olaylarıyla haşır neşir...

Bu hayatı yaşamaya, bu insanları sevmeye ve anlamaya doğru yönelmiş alçakgönüllü, -alçakgönüllü olmayıp da ne yapacaktık ya- aczimizi yenmeye çalışarak, kuvvetimizi sevgide arayarak yazan kişileriz. Yol gösterenimiz olursa sevinçten deliye döneriz. En küçük sevgi sözüne canımızı verecek hale geliriz. Kitaplarımız binden fazla satarsa kimbilir belki de hafifçe kimseye göstermemeye çalışarak yatağımıza girdiğimiz zaman böbürleniriz.

Şunun şurasında işte böyle, birkaç kişiyiz. Azıcık överlerse seviniriz. Çok överlerse anlarız pis numaralarını. Merak etmesin kimse, yutmayız.

Benim şu yazıda konu olarak almak istediğim üç münekkit tipi var. Bir tanesi kalkıp; şu yazı bundan ötürü kötüdür, bu hikâyeci şunu savunduğu için bu hikâyesi beş para etmez, demek cesaretini göstermez. Pis pis, sinsi sinsi, kısa kısa medih kılıklı, çaktırmadan alay ederek tenezzülen dört satır lütfeder; alınsanız ayıp olur, sevinseniz enayi olursunuz. Bunlar harcı âlem cinsindendirler.

Bir ikincisi yeni türediği için biraz müşahhas hale sokayım:

Bir zamanlar yazılarım hakkında güzel güzel laflar eden bir arkadaşım vardı. Gene de arkadaşımdır ya! Görünce gene, "Vay! Canım! Nerelerdesin? Çoktan görüşmüyoruz. Ne var, ne yok?" diyen ilk ben olacağım belki.

Amma da riyakârsın ha, demeyin sakın. Ben bir çeşit samimiyim. Bunun başka türlü olmasına da lüzum yok.

Evet, bu arkadaş yalnız benim yazılarımı sever, okur, güzel güzel laflar etmezdi. Orhan Kemal'i de okurdu. Bekir Sıtkı'yı da okurdu; İlhan Tarus'u da, Vüsat Bener'i de, Orhan Hançerlioğlu'nu da. Onlar için de güzel laflar ederdi. Sevinirdim. Böbürlenmeden dolaşır, kafam, onunla görüştükten sonra yeni yeni hikâye mevzuları aramaya çıkardı.

O zamanlar yazı yazardı ama edebiyattan başka meslekte olduğu için meslegine ait yazılar yazardı. Fırsatını buldu. Edebi yazılarını da neşretmek imkânı eline geçti. O sıralarda bir akşam buluşmuştuk. Bir İspanyol hikâyesi okumuş, methetti durdu. "Bizde daha böyle hikâye yazılmamıştır"ı bastırdı. "Yok. yok. Bizde böyle hikâyeler yok. Bir hikâyeden bütün bir İspanya... Her şeyi ile bütuün bir İspanya. insanın gözlerinin önüne seriliyor

Birdenbire Orhan Kemal, bendeniz, İlhan Tarus, Orhan Hançerlioğlu falan, gözden bir tek Ispanyol hikâyesiyle düşiivermiştik. Bir tek İspanyol hikâyesi çanımıza ot tıkayıvermişti.

Olur mu böyle şey. diye düşündüm. Olur- du demek.

Bir tek İspanyol hikâyesi, okunup etki al- tında kalınıyor, daha dün sevdikleri unutulabiliyordu. Unutulabilmekten geçtim. Yerden yere çalınıyordu.

O akşam Türk hikâyeciliğini tutUp tutup yere vurdu. Ne diyebilirdim? Küçülmüş, küçülmüştüm. O İspanyol hikâyesi ile, mecliste söz konusu olan Türk hikâyesi -hikâyeci ismi zikredilmeden- alaşağı edildiği için Türk hikâye- sini müdafaaya girişmek kendimi müdafaaya girişmek gibi olacaktı. Çarnaçar "Orası Cervantes'in memleketi" diyebildim. Günahı herkesin yaptığı gibi bir Cervantes yetiştirmediği için "vur abalıya!" dedim; Türk milletine yükle- dim.

Ben haksız mıydım. bilmem? Ama o haksızdı. Bir tek hikâye ile bir yazar hakkında hüküm verilemezdi. Bir tek hikâye, hiçbir zaman bir memleketin en karakteristik hususiyetlerini veremez a, verse bile bunu anlayabilmek için en aşağıdan İspanyolca bilmek lazımdı. Beyefendimizin İspanyolcayı İspanyoldan iyi bildiğini kabul etsek ki bilmediğine eminim -bu hikâyeyi Fransızcadan okuduğuna kalıbımı basarım- o zaman da hiç olmazsa o İspanyol hikâyecisinin meziyetlerini, bizimkilerin kusurlarını birer birer dostça, bizden iğrenirmiş gibi haller almadan, bizi bütün bütüne küçük görmeden, birkaç hafta evvel bizim de hikayelerimizi sevdiğini unutmadan, hiç olmazsa, hüsnüniyetimizi göz önünde bulundurarak ders vermeliydi. O zaman acı acı sevinirdik.

Hadi böyle yapmadı. Bir mecliste Türk hikâyeciliğini ortaya sürerek beni kastedip beni üzmek istedi diyelim. Bir hafta sonra bir mecmuada bu sefer o İspanyol hikâyesini ele alarak, Türk hikâyeciliğini hiç ortaya sürmeden, ortaya sürmeye layık bulmadığını anlatırcasına, anlaşılmaz bir şeyler yazdı.

Yazımı okurken hep şimdi bir Bekir Sıtkı hikâyesi ile o İspanyol hikâyesini mukayese edecek, işe yarar, dişe dokunur laflar edecek diye bekledim.

Bunu yapmadı. Sıkı mı yapsın? O zaman bütün züppeliği meydana çıkacaktı. O zaman kendisine önem verilmesini istediği sırıtıverecekti. Halbuki bu vaziyette hiç sırıtmıyordu.

Artık ona gayet güzel İspanyol hikâyeleri okuduğu için saygı duyacaktık. Bizimkilerini de bir gün beğenirse yaşadık diye bekleyecektik. Güzel oyunbazlık! Ama güzel çatmak değil. Çatınca güzel çatmalı, doğru çatmalı, namuslu çatmalı ki faydası dokunsun. Yoksa gönlümüzü kırmaktan, bizi umutsuzluğa düşürmekten bir şey kazanılmaz.

Kendim de Türk hikâyecisiyim elbet. Ama yalnız kendim için değil Orhan Kemal gibi, İlhan Tarus gibi, Bekir Sıtkı gibi, V.O. Bener gibi, Hacıhasanoğlu gibi, Tarık Buğra gibi, Orhan Hançerlioğlu gibi, Haldun Taner gibi, Yaşar Kemal gibi benden çok genç hikâyeci arkadaşlarımın hikâyelerini bir tek İspanyol hikâyesine değiştirtmem. Değişen olursa sepetinin kaç portakal aldığını oturup mukayeseli surette hınçsız bir şekilde yazmasını isterim.

Ama yazamaz, yazmayacaktır. Yaz derlerse. gülümseyecektir. Bize acır gibi bir hal alacak "Yazıktır çocuklara!" diyecektir.

Bir münekkit tipi daha var. Ona da içerliyorum. Bu da tutturmuş; vay efendim 90 sayfa değil; 300 sayfa olmalı imiş. 90 sayfa doyurmuyormuş. Amerika'daki hikâyeciler böyle yazıyormuş. Bu hikâye daha uzamalı imiş. Güzel bir roman olurmuş.

Methedilmeyi isteyenin Allah belasını versin! Yerin insan gibi. Mırın kırın etmeyin. Bu hikâyede bir şey var mı, yok mu? Sahiden pek mi kötü? Niçin? İşin burasını anlatın. Anlatın ki biz de anlayalım, okuyucu da anlasın. Hikâyeci ve okuyucu dediğin aynaya bakan her adam gibidir. Hiç aynada yüzünü görüp de şöyle gözünün önüne getiren insan gördünüz mü? Yoktur. Hikâyeci de kendi yazısını göremez. Hatta basit okuyucu da pek göremez. O da hikâyeciye benzer. Bize bizi gösterin de anlayalım. Hem iyilik etmiş olursunuz. Vazgeçe- riz belki bu sevdadan.

Gene bu münekkit tutmuş, bilmem şu romanın kahramanını kendine o kadar yakın hissetmiş ki, bu kahraman o kadar bizdenmiş ki günlerce tesiri altında kalmış; onun için roman güzelmiş. Bu tenkit değildir arkadaş!

Sana benzemeseydi kötü mü olacaktı? Kahraman Türk olmasaydı o roman okunma- yacak, tesiri altında kalınmayacak mıydı? Üs- telik sonradan o romanı okuyunca anlıyorum. Münekkit galiba romanı da okumamış. Kendi- ne çok yakın buldugu o kahraman; sinsi, kor- kak, adi, dalavereci, düzenbaz, ortalığı birbiri- ne katan bir herif.

Şaka mı ediyor bu münekkit bey? Kendisi hiç de öyle bir adam değildir. Ben kendisini tenzih ederim.

(Varlık, 1.6.1952)

SAİT FAİK ABASIYANIK
Sait Faik Bütün Eserleri 9, S. 177

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI