Şu kar beyaz sayfa nasıl da korkutuyor insanı, ellerini kazayla ateşe sürmüş gibi aniden geri çekiveriyorsun, siyah önlüğü ile öğretmenin tek ayak
üstünde durmasını söylemiş ilkokul çocuğusun sanki, utangaç, güvensiz ve de
kızgın, kızgın çünkü elinden gelen hiç bir şey yok artık. Olan oldu ve sen
tek ayak üzerinde durmak zorundasın ; düşmemek için fazladan çaba
sarfetmeli, arkadan gülenleri kaale almamalı, en önemlisi de bir daha bu
duruma düşecek hatayı yapmamalısın..
İşte böyle duygular uyandırıyor beyaz
sayfalar bende, ürkütüyor, çekimserleştiriyor, güvenimi yok ediyor ama bir
yandan da öylesine davetkar ki kızıl saçlı bir güzelin erkeğine göz kırpması
kadar çekici, bir çekmecenin gizli bölmesindeki resmi bulmak kadar gizemli,
en güzeli ise hani şeytanın ağzını burnunu bağlarsın ya bulmak için
kaybettiğin şeyi ve çoğu kez işe yarar ve şöööle bir ohh çekersin garip bir
rahatlıktır o, işte öylesine iç ferahlatıcı ve sakinleştirici bir etki
yaratmakta...Herneyse hiç olmazsa bu satırları yazarak elimi ve ruhumu
alıştırmış oldum biraz, şimdi gelelim asıl ne anlatmak istediğime ...
Bazı kelimeleri çok severim , kulağa hoş gelirler " yosun" gibi ama yosunun
kendisinden nefret ederim. Ayağım değmemeli, deliye dönerim, çığlık çığlığa
bağırırım fazla yumuşak ve sırnaşık bulurum, yosun gibi daha bir çok kelime
var. Mesela "elveda","gözdağı", "metres", "pranga", "efkar" bunlardan bir
kaçı, kulağımda hoş bir tını bırakmalarına karşın anlamları beni ürküten.
Buna karşın bazı kelimeler var ki simgeledikleri kavram çok güzel olmasına
rağmen bir o kadar berbat tesir bırakıyor, "nam", "sadaka", "şeref" 'de
bir anda aklıma geliverenler...
Ya o müthiş kelimeler, gözler kapalıyken
film seyrettirenler, buram buram terleten sıcak günlerde gümüşten bir tasla
yıkanıyormuşcasına içimizi serinletenler, ya da kenarı oyalı çeyiz
sandığından çıkan mendile ağlamanın sıcaklığını verenler, renkli şapkaların
topuklu bağcıklı ayakkabıların, narin fincanlarla içilen çayların,
kurdelaların, faytonların, dantel eldivenlerin, frakların, laternaların, gaz
lambalarının, mumların, Fransız kokularının, pudraların ve en çileden
çıkarıcısı mürekkep ve okka eşliğinde yazılan mektupların diyarına bizi
geçmişe götürenler...Özlem yaratanlar, iç çektirenler, susatanlar,
yeşertenler, yıkılmış taşları bir bir yerine dizenler, ağızda o buruk,
tatlımsı ev yapımı likör tadı bırakanlar... İşte o kelimelerden birini , hani
üzerine pul yapıştırılıp da dolma kalem kurusun diye üflenip arkasından
içine kurumuş bir gül yaprağı koyulup dilin ucuyla ıslatarak zarfı sıkıca
kapatıp, yolun diğer kenarındaki postaneye gidip attığımız "Mektup"u
özlediğimi fark ettim, bu akşam.
Bilgisayarın bu günkü hükümdarlığını henüz ilan etmediği günlerde o
köşklerin, ıhlamur ağaçlarının, Göztepe'sinde tren istasyonunun köşesindeki
kırtasiyeye giderdim, o vakitler vitrininde şeker pembesi kalem kutuları,
tüylü çeşit çeşit oyuncak hayvancıkları bulunmazdı tabi , her şey azdı ama bir
o kadar da çok...Faruk amca dükkanın sahibi , kumraldı , daha o zamanlar,
grilerin arkasından beyazlar köşe kapmaca oynamıyorlardı saçlarında. Kareli
pamuklu gömleklerini genç karısı itina ile ütülerdi. Kasasının arkasında
yüksek taburesinde kitap ve silgi kokularının yayıldığı dükkanında ortada
kömür sobası yakardı. Camekandan dışarı bakan gözleri tüm sakinlerine
aşinaydı Göztepe'nin. Öğleden sonra biten kız okulumdan ayrılırken lacivert
eteğimin altından rüzgar eser , diken diken olurdu tüylerim, kestirmeden
gitmez , Göztepe'yi dolaşırdım eve gitmeden.
Cebimde kalmış üç beş kuruş harçlığımın çoğunu macuncuya vermediysem eğer , hiç aksatmazdım kırtasiyeye uğramayı. Faruk amcam beni görünce hep aynı şeyi sorardı " Nasıldı bu gün dersler? Karne hep beş olacak değil mi" derdi ben de hep aynı cevabı
verirdim ... Kömür sobasının yanından geçerken tüylerim yatışır, tahta
kutucuklarda dizili mektup kağıtlarına yönelirdim.. Sanki çok çeşit
varmışcasına uzun uzun eller , bakardım kağıtlara. Zarflarını da ayrı ayrı
incelerdim ve sonunda içime en zarifini sindirir , kasada öderdim parasını,
yarına hep borcum kalarak.
İstasyonun önünden geçerken yayılan nemli küf kokusunu tren yolu boyunca yürürken ıhlamura terkederdi akşam vakti. Fıstık ninenin, kozalakları yerlerde gezinen köşkünün önünden gerçerek çalıların altındaki büyük taşın kenarına yerleştirdiğim Meltem sigarasını yakardım gözlerden ırak. Boğulurcasına öksürük tuttuğu zaman parçalayarak ayağımla tütünleri ezerdim çakıl taşları üzerinde. Yokuş aşağı soldaki sokağı yokmuş
sayarak geçtikten sonra Zeki Arif Ataergin apartmanının eskiden hiçbirşey taşımayan bahçesinde ayakkabılarım çamur içinde merdivenleri çıkardım.. Apartmanda taze yemek kokuları, radyolarda arkası yarın hikayeleri...
Koridorun sonunda en arkadaydı benim odam , mabedim, saklambaç yerim.. Adeta
hapsederdim kendimi, hayallerimi kurduğum, rüyalarımı gördüğüm, sırlarımı
sakladığım, göğüslerimin büyümesine tanık olan odama... Başucumda romen
rakkamlı altın kaplama saatim, yazlıklarımı denk içinde dolabın üstüne
kaldırdığım dar mekanım, aydınlık ve koskacaman gelirdi o zamanlar.
Kütüphanemde Ömer Seyfettinin "Kaşağı"sı, Yahya Kemal'in "Kendi Gök Kubbemiz"'i Louisa May Alcott'un "Küçük Kadınları"; "Jo" olmakla olmamak arasında geçen, günbegün büyüyen burnumla ergenlik günlerimin odası...
Ha bir de Şefik amcamı anlatmalıyım , beni bu odada yalnız bırakan suç ortağım. Perşembeleri gelirdi, öğleden sonraları elinde bir kutu Cemilzade şekeri ile. Dışı deri kaplı defterimi aldığım gibi odamdan salondaki ahşap masaya yerleşirdim heyecanla.. Kalın kumaştan, naftalin kokan takım elbisesi ile yanıma oturur , damarlı ellerine çok yakışan dolma kalemini iç cebinden itina ile çıkarıp kapağını kalemin arkasına taktıktan sonra, arasına küçük kağıtlar sıkıştırdığı kalın şiir antolojisini açardı, ağır
ağır ahenkle okurdu Han Duvarlarını, Çamlıbelin "Nerdesin'ini"... -Gül bir gün
dedi ki tomurcuğuna.... ile başlar "Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına /
Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgarına.... ile bitirirdi bu kendinden
geçiren saatleri... İçime tohumu atan, halen 98 yaşında, gözleri ile olmasa
da elleri ile okuyan , yol göstericim , canım öğretmenim, Şefik amcam..
Aradan uzun yıllar geçmiş, şairin dediği gibi yolun yarısını geçtiğim bu
eylül gününde ruhum almış başını uzak diyarlara gidivermişti ansızın. İçimde
fırtınalı bir günün azgınlaştırdığı dalgaların kayalara çarpışı, aynı
zamanda da düştü düşecek bir yağmur damlasının yapraktan süzülüşünün
çıkarttığı ses kadar büyük bir dinginlik vardı.Çocukluğumun mektup kağıtları
üzerinde açlılan çiçeklerini özlemiştim.. Aynı şose yoldan, aynı yokuştan
gene Fıstık ninenin köşkünün önünden geçerek bence hala Faruk amcanın
dükkanı olan kırtasiyeye gidecektim, bir sürü oyuncakların arasında kendine
yer bulamamış mektup kağıtlarını karıştıracak, bu sefer ertesi güne borcum
kalmadan gene en zarifini satın alacak ve genç kızlığımın odasında mektubumu
yazacaktım.
Değişen bir sürü şey olmuştu.. Kocaman bahçemizde palmiyeler yakartop
oynuyorlardı ben bıraktığımda, At Kestanesinin meyvaları hala vardı, yerden toplayıp emdiğimiz, yan bahçedeki itfaiyenin önündeki incir ağacı, o.... o... neredeydi ?????
Evcilik oynadığım tüm kızlar evlenmişti, erkeklerden biri şair olmuş, diğeri
ise Karaköy'de tüccar, sek sek için çizdiğimiz kareler silinmiş, Neriman
teyzenin çiçekleri ise hala solmamıştı balkonundan sarkan. Dördüncü kat
dokuz numara, domatesli patlıcan kızartmasının o tanıdık kokusu, annemin
kızıl saçlarına yakışan menekşe gözleri ve koridorun sonunda zamanla
küçülmüş odam.Herşey, yatağım, dolabım, masam küçülmüş yedi cücelerin
diyarındaymışcasına gözümü yanıltıyorlardı sanki...Arka bahçedeki çam
ağacı hep aynıydı , bir değişmeyen o vardı sanırım , hala sitemkar , hala küskün..
İçimi garip bir huzur kapladı, tek derdim birden bire alnımda çıkan ergenlik
sivilcem oluvermişti.. Çantama yerleştirdiğim mektup kağıdını çıkartıyordum,
içi yünden lavanta kokulu yastığımı sırtıma yerleştirip daralmış yatağımda
başlıyordum yazmaya....
Sana yazıyorum... Kağıtlarda çiçek aça aça, elime kalemi, ruhuma aşkı,
gözlerime zevki sunan adam. Kağıdım can buluyor, buğday rengi oluveriyor,
gözleri ela, saçları yele gibi. Almış başımızı gidiyoruz bozkırlar boyunca
dört nala,nehirleri geçiyoruz tahta köprülerden, nilüferli göllerde yansıyan
aksimize bakıp mor dağlardan yankılanan sesimize kulak
veriyoruz. Kelebeklerle oynaşıyor, gök kuşaklarının altından geçip dilek
diliyoruz. Gelinciklere basmadan ilerliyor, evler.. evler.. evler ..hanlar
geçiyoruz. Bakır kaplardan şaraplar içip berrak şelalelerde yıkanıyor,
beyaz sabun kokulu çarşaflarda kırmızı dudaklarla uyanıyoruz sabahlara.Yol
kesenlerimiz oluyor, haydutlarımız.. savaşlara girip girip çıkıyoruz mağrur
başı dik, beyaz atlarımız kızıllarla yarışıyor... Ulu çınarın gövdesinin
gölgesinde oturup şarkılar söylüyor, lir çalıyoruz, çimenleri eğen rüzgar
karışıyor , notalar uzaklara , çok uzaklara gidiyor...
Yaşamı böylesine Flaubert'leştiren, Andersen'in dünyasına dönüştürüveren
benzer ruhlarımız dolanmışken birbirlerine, birimiz güneşin battığı,
diğerimiz de ufkun aydınlandığı tan yerine doğru sürükleniyoruz... Taaa
uzaklarda önce bir nokta, sonra bir çizgi oluyoruz. Bir daha yolumuz
kesişinceye, döşeğimiz soğuyuncaya, bilinmez bir zamanda ıssız bir çatı
altında buluşuncaya kadar vedalaşıyor, ayrılıyor.... kopuyoruz!
Kostantin'in aklının kaldığı, Mahmut'un sefasını sürdüğü,bizimse çok
kullanılmış güzel bir orospuya çevirdiğimiz şehirde ben Taksim'de akordeon
çalan Anahit'in ölümüne üzülürken sen teknoloji devleri ile çarpışıyorsun.
Hayat eski debisine dönüyor...Sabah, kuşluk, öğlen, öğleden sonra , akşam ve
gece yarısı oluyor.. sabah, kuşlık, öğlen.....sabah, kuşluk.....
Ay hep aynı yerde, yaşlı adam hep aynı durakta, soyulmuş cevizci hep aynı
tonda bağırıp duruyor... Islak saçlı kız parasını düşürüyor, bitkin, bedbaht
ve bir ambulansın siren sesi uyandırıyor beni gözlerimin takılıp kaldığı
yerden...İki küçük gümüş kadehten. Kırmızı yanaklarımı, gençliğimin ayak
izlerini,kahkalarımın çoşkusunu bıraktığım şehrimden getirdiğim ütü oymalı
iki küçük kadeh, birinde hala bir yudum içilmiş karanfil likörü sehpanın
üstünde öylece durup duruyor...Hepsi bir düş değildi olamazdı, ispatım vardı
kadehler hala sehpadaydı ama..... şimdi... basbayağı yalnızdım, 12 numarada
oturan yaşlı dul komşum , kar yağarken bomboş kalan lunapark kadar
yalnız.....
Nerdesin??????
Neden başka dünyalarda ağustos böceği olma özlemi? Neden martılara
böylesine bir öykünme? Yaşamı bir yudumda fondipleme, sökülmüş dar gömleği
ucundan tutturarak giymeye devam etme...
Sırt üstü bırak istiyorum kendini mavi sulara, gözlerin kamaşsın güneşten,
bütün sokak lambaları taşla kırılsın ya da duvar ilanlarını sök birer birer,
gizlice için rahatlasın, kalpazanlık yap, güzel bir fahişe ile sarhoş ol
Beyoğlu'nda, sokağındaki evlerin hepsinin zillerine bas ve kaç... Hesapları
ödeme, hesap da verme, çıkar üstüne altın külçeler koyduğun özgür ruhunu
bedeninden, bırak ipleri başkalarının elinde olan uçurtmayı oynamayı, uç uç
böceği ol, kırmızı ol, noktalı ol ,
ÖZGÜR OL , ÖZGÜR OL , ÖZGÜR OL...
AYDAN BEYAZGÜL
( 08 Eylül 2003 / Pazartesi, 22:35 )
