SERGEY YESENİN

Stefan Jeromskiy, 1907 ya da 1908 yılında Kapri'de Bulgar yazar Petko Todorov'la bana, bir vesileyle Krakov'a gitmiş ve burada yolunu şaşırıp kaybolmuş bir köylü çocuğunun hikayesini anlatmıştı. Çocuk kentin sokaklarında uzun süre dolaşıp duruyor, alışkın olduğu geniş tarlalara bir türlü çıkamıyormuş. Sonunda kentin onu bırakmak istemediğini hissederek yere diz çöküp dua etmiş ve ulaşmak istediği kırlara kendisini nehrin götüreceğini umarak köprüden Visla'ya atlamış. Boğulmaktan kurtarmışlar ama her yanı paramparça olduğu için ölmüş.

Sergey Yesenin'in ölümü, bu kısa hikayeyi aklıma getirdi. Yesenin'i ilk kez 1914 yılında görmüş, Klyuyev'le birlikte şimdi anımsamadığım bir yerde rastlamıştım ona. On beş on altı yaşlarında bir delikanlı gibi görünmüştü. Mavi gömleği, kısa paltosu ve parça parça derilerden dikilmiş çizmeleriyle, kıvırcık saçları, açık ten rengiyle bana hepsi aynı yüz çizgilerindeki asilzade çocuklarını resmeden Samokiş-Sudkovskaya'nın yavan kartpostallarını anımsatmıştı.

Mevsim yazdı, bunaltıcı bir geceydi, üçümüz önce Basseynaya'da yürüdük, sonra Simeonovskiy Köprüsü'nden geçtik, köprünün üstünde durup kapkara suya baktık. Ne konuştuğumuzu anımsamıyorum, galiba savaştan söz ettik; savaş başlamıştı o sıralarda. Yesenin bende gösterişsiz ve biraz da koca Petersburg'da kendisine yer olmadığını hisseden yolunu kaybetmiş bir çocuk izlenimi uyandırmıştı.

Bu tip temiz pak çocuklar, Kaluga, Orel, Ryazan, Simbirsk, Tambov gibi sakin kentlerin insanlarıdır. Bu kentlerde onları pazaryerlerinde tezgâhtar, marangoz yanında çırak, meyhanelerde dansçı ve şarkıcı, en iyi durumda "eski dindarlık" yanlısı, zengin olmayan tüccarların çocukları olarak görebilirsiniz.

Daha sonra serbest, parlak, insanı şaşırtacak kadar samimi şiirlerini okuduğumda bu şiirleri, bir gece vakti Simeonovskiy'de yan yana durduğum ve granit gibi sıkışıp kalmış nehrin siyah kadife karanlığına doğru dişlerinin arasından tükürdüğünü gördüğüm, şu gösteriş olsun diye tablo gibi giyinmiş çocuğun yazdığına inanamamıştım.

Altı yedi yıl sonra Yesenin'i Berlin'de, A. N. Tolstoy'un evinde gördüm. Kıvırcık saçlı, ufak tefek çocuktan çok parlak gözler kalmıştı geriye yalnızca fakat bu gözler bile olağanüstü parlak bir güneşin altında rengini atmış gibiydi. Bu gözlerin üzüntülü bakışı insanların yüzlerinde kararsızca, kâh meydan okur ve küçümser, kâh güvensiz, şaşkın ve kuşkulu dolaşıyordu. İnsanlara karşı pek dostça duygular beslemiyormuş gibi geldi bana.

Çok içki içen biri olduğu da belliydi. Gözkapakları şişmişti, gözakları kızarıktı, yüzünün ve boynunun derisi gri bir renk almıştı ve açık havaya pek çıkmayan, az uyuyan insanlarda olduğu gibi solgundu. Elleri ise sürekli hareket ediyor, parmakları bir trampetçinin parmakları gibi ayrık duruyordu. Telaş içinde, önemli bir şeyi unutmuş, hatta unuttuğu şeyin ne olduğunu da anımsamayan biri gibi dalgındı.

Yanında İsodora Duncan ve Kusikov vardı.

Yesenin, Kusikov için:

"O da şairdir," dedi hafif ve kısık bir sesle.

Son derece rahat bir delikanlı olan Kusikov, bana Yesenin'in yanında gereksiz biri olarak göründü. Elinde berberlerin en sevdikleri çalgı olan gitar vardı ama çalmayı bilmiyordu galiba. Duncan'ı bu görüşmeden birkaç yıl önce sahnede izlemiştim. O zamanlar hakkında bir mucizeden söz eder gibi yazılar yazılıyordu, bir gazeteci ise "Onun şahane vücudu şöhretin alevleriyle yakıyor bizleri," demişti.

Ancak ben çılgın dansları sevmem, anlamam da. Bu kadının sahnede kendini oradan oraya atması da hoşuma gitmemişti. Hatta yarı çıplak olduğundan çok üşüyor ve ısınmak, soğuktan kaçmak için koşuyor diye üzüldüğümü bile anımsıyorum.

Önce biraz bir şeyler yiyip, votka içtikten sonra Tolstoy'un evinde de dans etti. Dans, sanki Duncan'ın yaşının ağırlığıyla şöhret ve sevgiden şımarmış vücudunun zorbalığı arasındaki savaşı yansıtıyordu. Sözlerim bir kadını aşağılamak için değil, yalnızca yaşlılığın ne lanet olası bir şey olduğunu göstermek için söylenmiş sözlerdir.

Yaşlı, vücudu hantallaşmış, çirkin kırmızı yüzlü, tuğla kırmızısı bir giysiye sarınmış, buruşmuş, solmuş bir demet çiçeği göğsüne bastırarak dönüyor, daracık odada kıvrılıp bükülüyordu, tombul suratında ifadesiz bir gülümseme donup kalmıştı.

Avrupa'da binlerce estetik, plastik sanat uzmanı tarafından göklere çıkarılan bu ünlü kadın, bir yeniyetme gibi ufak tefek, Ryazanlı bu olağanüstü şairin yanında, onun için gereksiz olan ne varsa hepsinin en mükemmel timsali olarak görünüyordu. Bu düşüncem, önyargılı, ayaküstü uyduruluvermiş bir şey değil; hayır, size zor bir günün izleniminden söz ediyorum. Bu zor günde onu seyrederken, şairin şu derin iç çekişlerinin anlamını nasıl hissedebilir bu kadın diye düşünüyordum:

Ne güzel olurdu bir saman yığınına gülümseyerek,
Ayın yüzüyle saman çiğnemek!

Ya şu acı alaylar bu kadın için ne ifade edebilir:

Silindir şapkayla dolaşıyorum, kadınlara göre değil
Budala bir ihtirasla yürek yaşayacak güçte değil

Silindir şapkayla rahat, kederimi hafifletip,
Altın yulaf vermeliyim kısrağa.

Yesenin, Duncan'la konuşurken el kol hareketleri yapıyor, dizleriyle ve dirsekleriyle hafifçe dokunuyordu ona. Duncan dans ederken o, masanın arkasında oturmuş şarap içiyor, göz ucuyla Duncan'ı izleyip, yüzünü buruşturuyordu. Şu acıma sözleri belki de tam bu dakikalarda oluşmuş ve dizelere dökülmüştü:

Sevdiler seni, kirlettiler...

Sevgilisine, artık alıştığı, korkmadığı fakat yine de onu boğan bir karabasana bakar gibi baktığını düşünmek de mümkündü. Kafasına sinek konmuş dazlak bir adam gibi birkaç kez başını salladı.

Sonra Duncan, yorgun, esrik bir gülümsemeyle şairin yüzüne bakarak dizlerinin üstüne düştü. Yesenin elini onun omzuna koydu ama başını sertçe çevirdi. Yine bana öyle geliyor ki, hem sert hem de acıklı olan şu umutsuz sözcükler bu dakikada alevlenmiştir içinde:

Böyle mavi kıvılcımlar saçarak ne bakıyorsun?
Yoksa suratına bir tokat mı istiyorsun?
... Sevgilim, ağlıyorum,
Affet... affet beni...

Yesenin'den şiir okumasını rica ettiler. Hiç nazlanmadan kabul etti, ayağa kalktı ve Hlopuşa'nın monologunu okumaya başladı.

Kürek mahkûmunun haykırışları ilk başta yapmacık görünmüştü.

Delirten, çıldırtan, kanlı sis!
Nesin sen? Ölüm mü?

Fakat kısa bir süre sonra Yesenin'in sarsıcı bir sesle şiir okuduğunu hissettim, onu dinlemek, gözlerimi yaşartacak kadar acı veriyordu. Şiir okumasını artistik, ustaca ya da böylesi bir okuyuş diye adlandıramam. Bu sıfatların hiçbiri okumanın niteliğini ifade edemez. Şairin sesi biraz hırıltılı, biraz keskin, biraz yırtılır gibi çıkıyordu ve bu da Hlopuşa'nın taş gibi sözlerinin altını en kesin çizgiyle çiziyordu. Kürek mahkûmunun isteği, olağanüstü bir içtenlik, inanılmaz bir güçle çeşitli tonlarda art arda tekrarlanıyordu:

Bu adamı görmek istiyorum!

Ve korku muhteşem bir tavırla aktarılıyordu:

Nerede o? Nerede? Yoksa yok mu?

Bu küçücük adamın bunca büyük bir duygu gücüne, bunca mükemmel bir ifade gücü olduğuna inanamıyordu insan. Okurken, kulaklarının rengi grileşecek kadar solmuştu. Ellerini şiirin ritmine uymayan bir şekilde sallıyordu ama öyle gerekiyordu, şiirin belli bir ritmi yoktu, taş gibi sözlerin ağırlığı durmadan değişiyordu. Sanki bu sözlerin birini ayaklarının altına, öbürünü uzak bir yere, üçüncüsünü nefret ettiği birinin suratına fırlatıyordu. Ve hep hırıltılı, yırtılan bir ses, kararsız el kol hareketleri, sallanan bir vücut, acıyla alev alev yanan gözler: Her şey o anda şairin çevresindeki ortamda olması gerektiği gibiydi.

Pugaçov'un üç kez yinelenen sorusunu mükemmel okudu:

Delirdiniz mi?

Yüksek sesle ve öfkeyle, sonra sakin, ama daha ateşli:

Delirdiniz mi?

Ve nihayet çok hafif bir sesle, umutsuzlukla soluğu kesilerek:

Delirdiniz mi?
Kim söyledi size mahvolduğumuzu?

Tanımsız güzellikte bir sesle sordu:

Ruhunu yük taşır gibi mi taşıyorsun yoksa?

Ve kısacık bir aradan sonra iç çekti, umutsuz, veda edercesine:

Canlarım benim...
Güzel dostlarım...

Beni öyle heyecanlandırmıştı ki, boğazımda bir şey düğümlendi, hıçkıra hıçkıra ağlamak istedim. Ona övücü hiçbir söz söyleyemediğimi anımsıyorum, sanırım onun da bu sözlere gereksinimi yoktu.

Yedi yavrusu alınıp nehre atılan köpeği anlattığı şiiri okumasını rica ettim.

"Eğer yorulmadıysanız..."

"Şiirden yorulmam," dedi ve kuşkuyla sordu:

"Köpek şiirini seviyor musunuz?"

Rus edebiyatında hayvanları bu kadar ustaca, bu kadar içten bir sevgiyle yazan ilk kişi olduğunu söyledim.

"Evet, bütün hayvanları çok severim," dedi Yesenin dalgınca.

Clodel'in Hayvanlar Cenneti'ni biliyor musunuz diye sorduğumda yanıt vermedi, başını ellerinin arasına aldı ve "Köpeğin Türküsü" şiirini okumaya başladı. Şu son dizeleri söylediğinde:

Döküldü köpeğin gözyaşları
Altın yıldızlar gibi karlara

Onun da gözlerinde yaşlar belirmişti.

Bu şiirden sonra elimde olmadan Sergey Yesenin'in bir insan olmaktan çok, doğa tarafından salt şiir için, S. Sergeyev-Tsenskiy'in dediği gibi, bitmez tükenmez "kır hüzünlerini," dünyadaki bütün canlılara sevgiyi ve özellikle de insanın layık olduğu merhameti ifade etmek için yaratılmış bir organ olduğunu düşündüm.

Ondan sonra elinde gitarıyla Kusikov'un, dansıyla Duncan'ın gereksizliği, can sıkıcı Brandenburg kenti Berlin'in gereksizliği, kendine özgü bir yetenekte, kusursuz Rus şairinin çevresindeki her şeyin gereksizliği daha da çok hissedilir oldu.

Kaygılı düşüncelere dalmıştı. Duncan'ı, sanırım Ryazan'lı kızları da okşadığı gibi, sırtını sıvazlayacak okşadıktan sonra:

"Gürültülü bir yere gidelim," dedi.

Akşam lunaparka gitmeye karar verildi.

Antrede herkes üstünü giyindiği sırada Duncan, erkekleri içtenlikle öpmeye koyulmuştu.

"Ruslar çok iyi," diyordu Duncan bozuk Rusçası ve duygulu sesiyle. "Ah, böyle bir şey olamaz!"

Yesenin kaba bir kıskançlık denemesinde bulundu. Duncan'ın sırtına vurup:

"Yabancıları öpme bir daha!" diye bağırdı.

Bunu çevresindeki insanları salt yabancı diye adlandırmak için yaptığını düşündüm.

Korkunç bir debdebe içindeki lunapark Yesenin'i canlandırmıştı. Arada bir gülerek garip aletlerin birinden öbürüne koşuyor, kartondan yapılmış çirkin bir maskenin ağzına top sokmaya çalışıp eğlenen, ayaklarının altında sallanan merdivene inatla tırmanmaya çalışan ve dalgalanan zemine ağır bedenleriyle düşen saygıdeğer Almanları seyrediyordu. Epeyce basit, anlamsız eğlence vardı, her taraf pırıl pırıldı. Her yerde gümbür gümbür "şişmanlar için müzik" diye adlandırılabilecek şerefli Alman müziği çalınıyordu.

"Çok şey yapmışlar ama özelliği olan bir şey yaratamamışlar," dedi Yesenin ve hemen ardından ekledi: "Yermiyorum."

Daha sonra hızlı hızlı konuşup "yermek" fiilinin "ayıplamak" filinden daha iyi olduğunu söyledi.

"Kısa sözcükler çok heceli sözcüklerden her zaman daha iyidir," dedi.

Yesenin'in eğlenceleri izlerken gösterdiği acelecilik yapmacık bir acelecilikti ve insanoğlu, tez vakitte unutmak için her şeyi görmek ister düşüncesini hatırlatıyordu. İçinde alacalı bir şeyin uğultuyla döndüğü yuvarlak bir büfenin önünde durup aynı acelecilikle sordu:

"Ne dersiniz, şiirlerim gerekli mi sizce? Genel olarak sanat, yani şiir gerekli mi?"

Soru alabildiğine isabetliydi. Lunapark, Schiller olmadan da neşe içinde yaşamayı sürdürüyordu.

Fakat Yesenin sorduğu sorunun yanıtını beklemeden:

"Gidip şarap içelim," dedi.

Neşeli insanların sıkış tepiş oturdukları restoranın geniş terasında yine sıkıldı, dalgınlaştı, kapris yapmaya başladı. Şarabı beğenmedi:

"Ekşi, yanık tüy kokuyor üstelik. Kırmızı Fransız şarabı isteyin."

Ne ki, kırmızı şarabı da isteksiz, yasak savar gibi içti. İki üç dakika gözünü dikip uzaklara baktı; gökyüzündeki kara bulutlardan oluşma bir perdenin önünde gibi görünen bir kadın, bir havuzun üzerine gerilmiş halatta yürüyordu. Havai fişeklerin ışığıyla aydınlanan kadının üstünde ve arkasında sanki roketler uçuyor ve bu roketler kara bulutların içine dalıp sönüyor, ışıkları havuzun suyuna yansıyordu, bunun güzel bir şey olduğu bile söylenebilirdi ama Yesenin:

"Hep daha korkunç şeyler peşindeler ama yine de sirki severim. Ya siz?" diye mırıldandı.

Şımarık, çalımlı biri izlenimi bırakmıyordu, hayır, buraya, eğlenceli olduğu tartışılır bu yere, görev icabı ya da dindar olmayanların kilise ziyaretleri gibi "ııezaketen" gelmiş birini andırıyordu.

Gelmiş ve onu hiç ilgilendirmeyen bu görevin, başkasının tanrısına ettiği bu ibadetin tez vakitte bitmesini bekliyordu sabırsızca.

Not: İlk kez "Krasnaya Gazeta"da (5 Mart 1927 akşam baskısı, sayı 61) ve daha sonra M. Gorkiy'nin Anılar Öyküler Denemeler kitabında yayınlanmıştır. ("Kniga" yayınevi, 1927). 1927 yılından itibaren toplu eserlerin her basımına girmiştir. "Kniga" tarafından çıkarılan bütün eserlerin on dokuzuncu cildinde, yazarın müsveddesiyle (A. M. Gorkiy arşivi) karşılaştırılan metin esas alınmıştır.

Çeviri: Ayşe Hacıhasanoğlu

MAKSIM GORKIY
Edebi Portreler, S. 347-354

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI