Değil yalnız Hindistanın, ayni zamanda beynelmilel edebiyat dünyasının en seçkin ve mistik şair ve muharrirlerinden Rabindranath Tagore 1861 yılının
7 Mayısında Calcutta’da doğdu. Ailesinin en küçük çocuğuydu. Babası, modern ve mütekâmil bir dinin lideri olan Maharşi Devendranath, büyük babası da
Prens Dvarkanath Tagore idi.
19 uncu asrın son kısımlarından başlıyarak, yirminci asrın, kendisinden saygı ile bahsettiği bu dâhi şair, ilk tahsilini hususî surette yaptı. 17 yaşında bulunuyordu. Genç ve taşkın ruhunda vaktinden evvel
yeşermiş olgun heyecanlar duyuyor, muhitine, uzağı gören gözle bakıyordu. Dudaklarında yepyeni çeşniler vadeden terennümler vardı.
Devrinin temayüllerine uyarak hukuk okumak üzere Londraya gitti.
Bu 1877 senesine tesadüf eder. Delikanlı Tagore uçsuz bucaksız bir Okyanus kadar geniş olan İngiliz edebiyatını yavaş yavaş tatdı. Bu edebiyattan aldığı zevk ve neş’e okadar engin oldu ki, keçiboynuzunu
andıran hukuk tahsilini (hiç bir esef duymadan) yarıda bıraktı. Hele hürriyet âşıkı, lirik şair Shelley, en büyük tabiat şarkıcısı, ve İngiliz edebiyatının ilk
«Tabiat» şairi Wordsworth, ve nikbin felsefesi ile bütün edebiyat dünyasını kendisine bağlamış olan mistik Browning gibi üç büyük üstada âdeta taptı, onlarda bilhassa Wordsworth’da kendi ifade ve ideallerini buldu.
Ülkesini özliyen şair, gene Hindistana döndü. Tagore, bir çağlıyan kesilmişti. Okuyor, yazıyor, Bengal’ce mecmualara makaleler yetiştiriyordu. Daha toy delikanlı denecek bir çağda, 19 yaşında ilk romanını neşretti. 22 yaşında evlenen şair, büyük bir aşkla sevdiği karısının ilhamile, harikulade kuvvetli eserlerini vermeğe başladı. 35 yaşına kadar da, bu olgunluk
devresinin vesikaları diyebileceğimiz en güzel aşk şiirlerini, çocuk şarkılarını ve küçük hikâyelerini yazdı. Bengale ahalisinin karakteristik taraflarını garib
bir realizmle romantizmin bağdaştığı bir görüşle bize anlattı. Hindistanın o esrarlı, simsiyah gözlü, birer Sfenks kadar heybetli, fakat o nisbette çocuk ruhlu
insanlarını kahramanlaştırdı.
Tagore 1901 yılında Calcuttadan 93 mil ötede
Bolpurda meşhur Şantiniketan mektebinin ilk nüvesini attı. Bu mektepte dersler, bilinen usullerden bambaşka bir şekilde veriliyordu. Tabiatın başıboş çevresinde masmavi göğü, en güzel süslerden daha canlı ve kıymetli yeşil yapraklı ağaçları seyreden, bir kelime ile tabiatla başbaşa kalan çocuklar, tabii insiyaklarile hareket ederek okuyorlardı. Daha garibi, her hareket musikînin kulağı okşayan, gönlü ferahlandıran ahenklerile yapılıyordu.
Tagore’un başlıca ideallerinden birini teşkil eden,
uğrunda canla başla çalıştığı hu mekteb, bugün beynelmilel bir üniversite halini almış bulunuyor.
Tagore, evlilik hayatının saadetini çok tadamadı.
Gençliğinin en heyecanlı en hummalı sıralarında, kendisine «Bahçıvan» eserini ilham eden karısını, arkasından da «Büyüyen ay» daki şiirlerini ona yarattıran iki çocuğunu kaybetti. Bu felâket, şairi sarsdı. Ruhunda ihtilâller kopardı. Bu ihtilâller, yepyeni nağmeli ölüm şarkıları şeklinde edebiyat ve ebediyete geçti. «Bahçıvan» şairi büsbütün yalnız kalmıştı. Fezalara, ötelerin ilerisi ile konuşan, bir peygamber gibi «yükseklerin» vahyini kalbinde duyan şair, adeta dinamikleşti.
1912 de tekrar İngiltereye gitti. Uzun müddet orada kaldı. Bengal’ceden bizzat İngilizceye çevirdiği dini şiirlerini Gitanjali ismile çıkardı. 1913 de bütün külliyatı neşredildi. Avrupa yeni bir deha güneşi ile aydınlanmıştı. Türlü türlü dinlerin, felsefelerin beşiği olan Hindistana bile yeni bir hava getiren Tagore, Avrupa edebiyat dünyasına da, yeni bir edebiyat meş’alesi uzatıyordu. Bu meş’ale Hindistanın esrarlı sadeliği, şairin en olgun fakat her türlü tasannudan uzak lirik, dinî, felsefî şiirlerinin tılsımlı ıtırlarile tutuşdurulmuştu. Ve tabiatile
1913 senesinde Nobel edebiyat mükâfatı ona verildi. Tagore aldığı 8 bin İngiliz liralık mükâfatı, son santimine kadar mektebinin inkişaf ve ilerlemesi
için harcadı.
Artık beynelmilel şöhret olan Tagore’u, bütün edebiyat dünyası tanımıştı. Eserleri bir çok dillere çevrildi. Şair Avrupada dolaştı. Japonyaya gitti. Amerikaya gitti. Amerikada bir seri konferanslar verdi. Bu
dinî konferanslarını (ki bunlar ekseriya dinî akidelerini ve Hindistanın dinî faaliyetlerini inceler) Sadkana (1913) ismile bastırdı.
Tagore’ın yüksek dehasını hayranlıkla karşılayan
İngiltere hükümeti 1915 de ona (Sir) lik unvanını verdi. Fakat 1919 Pençab’da çıkan karışıklıkları bastırmak için İngiltere hükümetinin tatbik ettiği usulleri beğenmiyen şair, protesto makamında
bu unvanını terk ettiğini ilân etti ise de, sonraları kullanmakta bir beis görmedi.
Tagore’ın siyasetle alâkası, ancak ve ancak Hindistanın en iç hayatına taallûk ettiği zaman başlar. Onun, milliyetçilik hareketlerinde siyasî hürrriyeti elde etmeden önce içtimaî inkılâpları nazarı itibara almak icap ettiğine inandığı söylenirse de, bizim telâkkimizce şair, deha halesile bezediği aşk şiirlerinde bile
hürriyeti terennüm eder ve milli esaretinin hüzünlü iniltilerini aksettirir (Bahçıvan VI ve XXV inci şiirler).
Tagore, Tanrı sevgisini bütün derinliği, azametile
bütün varlığında duymuş bir insandır. Onun için eserlerinde Tanrısına karşı olan feryatları, ince bir ruhun pürüzsüz iştiyakları; ona erişebilmek istiyen
bir yaradılışın en huşulu çırpınmalarıdır.
Birçok şarkılar, manzum hikâyeler, dramlar, operetler, romanlar, büyük ve küçük hikâyeler yazan şairin en kuvvetli ve müşahhas yazış tarzı lyrisme’dir.
Öyle bir lyrisme ki içinde bütün cihan, kâinat terennüm eder, çağlar.
Tagore’un şiirleri halkın ruhuna akan, onun müşterek malı olan bir ahenk çağlayanıdır. Tagore’un en mütekâmil hususiyeti, ve eşsiz san’at kudret ve kabiliyeti, büyüklüğü, o her mısrağı bir felsefe kaynağı olan şiirlerini ve yahut fikir, ideal, düşünce, «manzume» lerini en basit, en sade bir şekilde dokuması, yaratmasındadır.
Tagore çocuk ruhunun derinliklerine inebilen, ve oralarda «hadsi» ile istediklerini bulup çıkaran ve bunu sazında ahenkleştiren en büyük san’atkârdır.
Her satırında, «Hintli» olduğunu ince bir güzellikle anlatan şair, hiç şüphe yok ki Hindistanın millî şairlerinin en ön safında gelir. Ona, millî şair derken, eşsiz mısralarında dinî akidelerini, felsefî temayüllerini ve sevgi iştiyaklarını bezeyen kudretini de hatırlarız.
Kısaca; Rabindranath Tagore, Alman şair ve filozofu Goethe kadar lirik bir şair; Hindistanın esrarlı âlemlerini Avrupa medeniyetine tanıtan, sevdiren, en
sade ifadede en karışık mefhumları şiirin tılsımlı ahengiyle hayranlarına anlatan millî bir filozof; bütün varlığında duyduğu ebedî aşkı en güzel terennüm eden, ve nihayet dehanın kevserini kana kana
içmiş olan bir insandır.
Onun için de, ebediyetin malıdır.
İngilizceye tercüme edilmiş olan eserleri:
«Sadhana (1913)», «Gitanjali (1913)», «Büyüyen ay (1913)», «Chitra (1914)», «Posta müdüriyeti(1914)», «Bahçıvan (1914)», «Kabir’in yüz şiiri (1915)», «Meyva toplama (1916)», «Yolunu kaybetmiş kuş (1916)», «Nasyonalizm (1917)», «Şahsiyete dair konferanslar
(1917)», «Hâtıralarım (1917)», «Papağanın talimi (1918)», «Yurt ve dünya (1919)», «Sakuntala (1920)».
İBRAHİM HOYİ
Bahçıvan, S. 5-9

ŞİİRLERİ