
ŞİİRE DAİR
Bir gün Yahya Kemale şu gülünç suali sorduklarını işittim: «Ne zaman şair olduğunuza inandınız...» Yahya Kemal hiç tereddüd etmeden «Türkçeyi hissetiğim zaman!..» cevabını verdi. Hiçbir söz onun şiirini bu kadar iyi izah etmez. Onda dilin intuition’u yüksek bir şuur haline gelmiştir. O kadar ki, bazı şiirlerinde bizi sadece dilimizin dehasile başbaşa bırakmış hissini verir. Onun san’atı, tabiatın zarurî unsurlarından başka bir süs kabul etmiyen bazı mimarî üslûbları gibi çıplak bir san’attır. Çıplak bir san’at kıymetli ve sağlam maddelerle olur. Bunun içindir ki Yahya Kemal şiire, söze mermerin salâbet ve parıltısını vermekle başlar.

Yahya Kemal eski şiirimizin hakikî mucizesidir. Çünkü bu şiirin ölümünden en aşağı yarım asır sonra onun belki de en güzel eserlerini verdi. Onun san’atı, Orphee’nin sazı gibi bütün bir geçmiş zaman zevkini ahiretin kapılarından geriye çağırdı. Bu bir yeniden dirilmedir, onun için aramızda eskinin devamı olarak yaşıyanlar onun gazellerini pek anlıyamazlar. Onlar bu zevki bu kadar saf görmeğe alışmış değillerdir. Yahya Kemalin herhangi bir gazelini Nef’i veya Naili Kadim’in dinlemiş olmasını çok isterdim; ancak onlar birbirlerini anlıyabilirlerdi.

Bundan birkaç sene evveldi: Bir akşamüstü ona Modada rasgeldim. O sırada yazmakta olduğu bir şiirini okudu. Sıra bitmemiş bir mısraa gelince durdu, iki elinin baş ve şehadet parmaklarını görünmez bir maddeye şekil veriyormuş, çok nadir ve kıymetli bir şeyi düzeltiyormuş gibi oynatmağa başladı. Anladım ki oluşunun son haddine gelmiş olan mısra bütün uzviyetinden kopa kopa şimdi bu parmakların ucuna gelmişti ve orada son şeklini bulmağa çalışıyordu. Biraz sonra bu usta elden bir beyaz güvercin veya şimşeklerin kardeşi bir kartal gibi kanatlanacaktı.
Bir sigara paketinin arkasında, yahud beşlik bir defter sahifesinin üstünde ve yarım saat içinde bir manzumeyi bitirmekle öğünenler, ne bu sabrı, ne de bu olgunluğu anlıyabilirler. Böylelerine her şey denilebilir. Fakat velûd adam denemez, çünkü eserleri kendilerinin değil, etraflarındaki mutavassıt seviyenindir. Klişe duygu, klişe hayal, klişe ahenk onların ağızlarında kendiliklerinden birleşirler. Eserlerinde bazan şiire de tesadüf edilir. Fakat bu şiir herhangi bir seyyale gibi uzviyetlerinin maniasını - çünkü onlarda herşey şiir için bir maniadır - iradeleri olmadan geçen bir tesadüftür. Çok defa böyle bir mucizenin kendilerinden doğduğunu bile ferketmezler, fakat bir kere de öğrendiler mi bütün ömürlerini bilmeden eriştikleri bu tepeye tekrar tırmanmakla geçirirler.

Bir şairin büyüklüğünü anlamak için yaptığı şeyler kadar bozduğu şeyleri de hesablamak lâzımdır, hakikî san’atkâr bozarak yapar. Kendinden evvel mevcud olan his ve hayal tarzlarını aynen kullanan san’at eseri ölü bir eserdir. Onun için her şair kullanacağı kelimeleri evvelâ lügate bâkir olarak iade eder. Bununla beraber her eserde az çok ölü bir taraf vardır ve hazin olanı en yeni eserler bile çok defa bu ölü taraflarile kendilerini sevdirirler. Halk edebiyatı ağzının şiirimizde son zamanlarda kazanmış olduğu rağbet biraz da okuyucuyu çocukluğundanberi alıştığı kıymetlerin dışına çıkarmaması değil midir?.. Şöyle zahmetsizce, yarı rüya halinde, alışılmış ve güzel bulunmuş şeylerin gözönünden geçmesi... Yani birçok tembellik ve biraz hodbinlik.

Yahya Kemalin Deniz manzumesi neşredildiği zaman kendinden evvelki neslin ileri gelenlerinden biri ona (güzel amma, bir şeye benzetemedim...» demiş. Bu gülünç tenkid çok mühim bir ruh halinin en doğru ifadesidir. Bir şeye benzetemediğimiz, yani sadece kendisi olan eserden başka bir şeye benziyenlerden daha kolayca lezzet alıyoruz. «Sizi eski sevgilime veya karıma benzediğiniz için seviyorum...» tarzında bir aşk ilânına tahammül edebilecek pek az kadın tasavvur edilebilir. Halbuki şair, ressam, romancı... Birçok san’atkâr başkalarına benzetilmek suretile sevilmeğe kendiliklerinden razı oluyorlar.

Yeni ile güzelin arasını iyice ayırmak lâzım. Her yeni behemehal güzel olmaz. Fakat her güzel olan insana yeni gibi görülür. Bunun sebebi güzele alışmaklığımızın imkânsızlığıdır; güzeli unutabilir, görmiyebilir, ihmal edebiliriz, fakat ehlileştirmeyiz. Beaudelalire’in ezbere bildiğim filân veya falan manzumesini başka bir tab’ında adeta yeni gibi okuduğum olmuştur. Güzel bir haddir, ötesine geçilemez. Halbuki yeninin, daha yenisi, daha daha yenisi vardır. Çünkü yeni gündeliktir, ve en sahih manasında maziye benzer, yani daha formüle edilmeden eskiyebilir. Halbuki güzel değişmesi için, insanlığın gömlek değiştirmesi, bütün had ve kıymetlerinin altüst olması lâzımdır, Nurullah Ataç «şiir budur veya şudur diyen yeniye düşmanım» diyor.
Bence her san’atkâr bu manada biraz yeniye düşmandır. Çünkü yaratabilmek için kendisini hududlandırmağa, muayyen kıymetler üzerinde şahsiyet ve san’atını ayarlamağa mecburdur. Aksi takdirde eser vermek için lâzımgelen istikrarı bulamaz, daha ağır başlı bir lisanla söylemek lâzımgelirse hayatın fermanferma izafiliği içinde san’atkâr kendisine bir nevi mutlak tesisine mecburdur; bizim anladığımız manada fildişi kule de budur. Yoksa hayatı inkâr değil. Her an yeninin peşinde koşan bir şahsiyetin değil eser vermesine, hatta doğru dürüst teşekkül etmesine bile imkân ve zaman yoktur. Son zamanlardaki şiirimizde istenirse yenilik aşkının insanı nerelere kadar götürebileceğini gösterecek güzel misaller bulunabilir.

Bâkir ve son derecede saf şiir... ifadesi ve izahı kabil olmıyan şeyler... Yani düşüncenin imkânsız bir enstantanesi... Bunun yazılabileceğine pek az kaniim. Bu belki başka san’atlarla, meselâ bir nevi musiki ile elde edilebilir. Keza aktörsüz, insanî manada hareketsiz, sadece ışığın oyununa terkedilmiş, günün şafak veya gurup gibi uc saatlerinden birini veren, yani uzviyetimiz üzerinde ve nisbî bir tecrid içinde aydınlığın tesirlerini tecrübe eden bir tiyatro sahnesi, hatıranın ve mukayesenin dışında kalmamız şartile kısa bir zaman için belki bize bunu verebilir.
Fakat bu ifadesi ve izahı kabil olmıyan şeyler nedir?
Çocuğun ve hayvanın insanda tekrar canlanması, ilk çağlara dönüş, ruhun kabli bir mevcudiyete istihalesi, kendi müteharrik ve şuurlu varlığımda bir ağacın dalgın ve şuursuz sükûnetini kurmak için duyduğum hasret, bütün tecrübe ve bilgilerini terkettiği bir anda ruhun kabuğundan çıkarılmış bir kaplumbağa hayret ve ıstırabile eşyayı ve etrafını yoklaması, etimizin, kanımızın ve hasselerimizin aklın ve hatıranın istibdadından kısa kurtuluşlarındaki donuk parıltıları ki geceleyin gördüğümüz rüyanın kendisi değil, fakat onun şaşırtıcı sür’ati, yahud teşekkülü anında çok telkinkâr bir musiki gibi ona refakat eden ve çok defa uyandığımız zaman içimizde bir keder, bir hasret, bir korku halinde bulduğumuz acayib ve isimsiz duygu ve saire...
Her şiir bunlarla veya bunlara benzer şeylerle başlar ve bütün bu karışık, ifadesi imkânsız görünen haller dilin ağına düşer düşmez biricik imkânlarına bürünürler; ifadesi kabil olan şeyler olurlar.

Şekle inanıyorum, çünkü kurduğu zaruretler ve getirdiği zorluklarla o bana, kendimi tahakkuk ettirmek imkânını veriyor. Onu ararken kendimi buluyorum. O beni ayıklıyor, temizliyor ve derinleştiriyor. O benim hareket sahamdır, bu üç veya dört kıt’a içinde ben muharebelerimi veriyor, zaferlerimi kazanıyor ve ric’atlerimi idare ediyorum. Ve her defasında çok esaslı bir şeyi, bir oyuna riayet etmeği öğreniyorum.
Sözümü başkalarının sözünden ve sükûtumu başkalarının sükûtundan ayıran odur.
AHMET HAMDİ TANPINAR Taha Toros Arşivi, 001581351010
 ŞİİRLERİ
| | | | | |