AHMED HÂŞİM'E AİT HATIRALAR

Ahmed Hâşim'i Dergâh'ın çıkacağı günlerde tanımıştım. O zamanlar biz, Dergâhçılar İkbal Kıraathanesinde toplanırdık. Yahya Kemal de hemen her zaman buraya gelirdi. Ben ta ilk okumalar çağından beri hayranı olduğum Ahmed Hâşim ile tanışmağı çok istiyordum. Fakat sıkılgan tabiatlı olmam bir türlü onu bizzat gidip görmeme mani oluyordu. Halbuki İkbal'den beş on adım ötede, Düyun-ı Umumiye'de memur olduğunu da biliyordum. Onun için işi tesadüfe bırakmıştım.

Nihayet bir gün arkadaşlardan biri Hâşim'in öğle yemeğinden sonra İkbal'e geleceğini haber verdi. Ben gittiğim zaman onu her vakitki köşemizde, önünde bir nargile, kaşlarını kaldıra kaldıra konuşur buldum. O gün neler söyledi, şimdi pek hatırlamıyorum. Bir aralık İran'dan bahsetti zannediyorum. Mecmuanın adını beğenmemişti, haşhaşi kelimesini daha münasip görüyordu. Arkadaşlardan birisi klişeyi provalarıyle gösterdi, onu da beğenmedi:

"Çok muntazam ... dedi. Acemi bir adama kırık bir kalemle yazdırsaydınız daha iyi olurdu."

Derin, girift çizgileriyle başı, sert bir ağaca oyulmuş hissini veriyordu. Ara sıra keskin bir istihza bu çizgileri birbirine karıştırıyor ve o zaman çehresi bir Afrikalı mabut kadar hoyrat, haşin ve yabancı oluyordu. Konuşurken mübalâgalı ve muttarit el hareketleri yapıyor, fakat cümlelerini ağzından ziyade adeta yüzünün müteharrik çizgileri ve gözlerinin bakışı tamamlıyordu ve bu gözler çehreden müstakil gibiydi.

Ben şiir dediğimiz şey için bu baştan daha güzel bir mahfaza, zeka denen kıvılcım için bu gözlerden daha mükemmel iki menfez görmedim.

İlk bakışta, bütün harekâtında tamamen ferdi olmasını istediği anlaşılıyordu. Hâlinde Yahya Kemal'in o biraz derbeder genişliği, sohbete kendisini kaptırışı yoktu. Gide'in Mallarme için söylediği bir söz vardır: "Garip şey! O konuşmadan evvel düşünürdü ... "

Bu cümleyi eğer o zamanlar okumuş olsaydım, muhakkak Hâşim'i ilk dinlediğim o günü hatırlardım. Orada her şey, söz, hareket başkalarından ayrılmak isteyen bir dikkat ve araştırmanın murakabesi altında idi. Fakat çok çocukça olan mizacı ekseriya bu dikkati aldatıyor ve onu oyunuyle - çünkü bütün bunlarda karşısındakini şaşırtmak arzusunun mühim bir hissesi vardı - hakiki çehresi arasında bırakıyordu.

Sonraları anladım ki, Baudelaire nasıl bütün ömrünce bir isteriyi beslemişse, o da öylece fantezisini beslemiş ve nhayetinde onun esiri olmuştu. Hiç olmazsa böyle görünmek belli başlı "attitude"ü idi. Fakat unutmamalı ki, bu fantezinin altında, en olgun bir zeka, en sağlam bir anlayış ve çok temiz, çok insan bir kalp vardı. Denebilir ki: "Her asil şâir gibi, insanla meleğin arasında idi!"

Zaman zaman çılgın asabiyetleri, haksızca hücumları ve zalim istihzaları olurdu. Fakat bütün bunlara kendisi de biraz sonra gülerdi. Şiirden ve güzelden maada hiç bir şeyin ciddiyetine kail olmamış olan bu insan için hayatın bütün manzaraları, bütün tezahürleri vakit vakit tatlı, ekseriya da acı bir oyundan ibaretti. Hâşim eğer çocukça mizacını yenebilse idi, eminim ki, bu oyuna serbest ve zengin fantezisiyle sadece dışından, kendisini hiç kaptırmadan refakat edecekti.

Kendi zaaflarını gayet iyi bildiği için, bazı insani zaafların üstünde idi. Af ve unutmak en birinci hasleti idi. Onun hâtırasını taziz ederken Yahya Kemal'e hücum etmeği bir nevi dostluk vazifesi addedenler bile oldu. Halbuki Hâşim, ölümünden birkaç hafta evvel Yahya Kemal'den adeta rikkatle bahsediyordu.

En büyük zaafı kendisini hayatta bir "du pe", hiç olmazsa kâfi derecede müsellah olmayan bir adam telâkki etmesinde idi. Bu zaaftır ki, onu zaman zaman kıskanç, huysuz, hoyrat gösterirdi. Halbuki hakikatte kuru ekmeğini ilk rastgeldiğiyle paylaşacak bir yaradılışta idi.

Dergâh'ın çıktığı müddetçe buluşurduk, fakat dost olmamıza birçok mâniler vardı. Biraz da yaşımızın icabı olarak içinde bulunduğumuz hissi hava, onun kolay kolay hoşlanacağı şeylerden değildi. Bu olgun ve hakiki mânâsıyle büyük şâirin, şiiri ve hayatı on sekiz yaşındakiler gibi anlamaması kadar tabii ne olabilir? Mamafih ara sıra bana, mânâlarını ancak birkaç sene sonra, fransız şâirleriyle, bilhassa Baudelaire ve ondan sonrakiler ile epeyce düşüp kalktıktan sonra aniayabildiğim çok şâyân-ı dikkat nasihatler verdiği olurdu.

Yahya Kemal'le danlması üzerine beni de her nedense düşmanlarının arasına kattı, hatta ara sıra Yahya Kemal için sarf ettiği iltifatlardan pay bile çıkardığı olurdu. Onu ziyaret eden arkadaşlar, her gün gelip bunları bana anlatırlardı. Bunlardan bir tanesini, bir kenarına sokulmağa çalıştığım edebiyat sofrasında, hiç suçum olmadan ne hazin vaziyelere girdiğimi anlatmak için yazıyorum.

Gûya Yahya Kemal ile Türbe'deki muhallebicilerden birinde imişiz. Yahya Kemal, Hâşim'in aleyhinde atıp tutuyor, kendisine yaptığı fenalıklan sayarak bana dert yanıyormuş. Ben ikide bir muhallebi kaşığını bir kılınç gibi sallayarak ayağa kalkıyor ve "müsaade edin Kemal Bey, gideyim o herifi öldüreyim" diyormuşum. Yahya Kemal kendisini pek rikkate getiren bu fedakarlığı:

- Otur, kahraman çocuk ... Bir muhallebi daha ye, diye taltif ediyormuş. Böylece üstat ve tilmiz, mukaddes bir gazap içinde karşı karşıya bütün dükkandakileri silip süpürmüşüz.

Bir iki sene sonra, bir Anadolu dönüşünde, bir gün Tünel'de ayağına yanlışlıkla bastığım bir beyden af diliyordum; meğer Hâşim'miş. Öpmek için eline sarıldım ve bana haksız yere darıldığını anlatmak istedim. Fakat o beni: "Dargınlık akran arasında olur" diye payladı ve koluma girerek Löbon'a kahve içmeğe davet etti.

Asıl dostluğumuz birkaç sene evvel Ankara'ya yaptığı kısa bir seyahat esnasında başladı. Lozan Palas'da ziyaretine gittim. Ankara'yı çok beğeniyor, fakat otel odasını yadırgıyordu, - zaten yalnızlığa hiç tahammülü yoktu - böbreklerinden rahatsızdı, üstelik bir cidalden yeni çıkmıştı. Aleyhinde bulunacağı birçok insanlar vardı. Elhâsıl her itibarla onu zayıf bir anında yakalamıştım. O gün birkaç saat konuştuk, bana epeyce açıldı ve bilhassa kendisine "Arap" denilmesinden şikayet etti ve bunda yerden göğe kadar haklıydı.

Hastalığını işittiğim zaman Ankara'da idim. Eylülde İstanbul'a gelir gelmez ilk işim kendisini ziyaret etmek oldu. Gündüz uykusu zamanı imiş, beni caddeye bakan odaya aldı, elime birkaç kitap ve gazete tutuşturdu, uyumağa gitti. Fakat beş dakika sonra "üstat" diye halimi sordu. Kapılar açık olduğu için odadan odaya garip ve fasılalı bir mükâleme başladı. Nihayet dayanaınadı, "zaten senden evvel uyumuştum ... " diye kalktı geldi.

Muhakkak bir ölümden kurtulmuş olmanın verdiği sevinç ve hafiflik içinde idi. Milliyet gazetesi o günlerde Falih Rıfkı Bey'in Roman'ını tefrika ediyordu. Hâşim bu güzel kitapta kendisine ayrılmış satırlardan çok memnun olmuş olacak ki, gelir gelmez bana onları okudu, Alman hastahanesinden şikayet etti, genç doktorlarını methetti, hastalığından ziyade yemek yiyemediğinden ınüteessirdi. Tuz yerine kullanmak mecburiyetinde olduğu kimyevi maddeyi, çok gadr gören bir insan tavrıyle bana da tattırdı. Hakikaten acaip bir şeydi.

O gün akşama kadar onun yanında kaldım, ondan sonra da yolum düştükçe gittim. Almanya'ya gideceğine çok memnundu: "Orada bir böbrek alimi var ... Hem tabii tuza yakın bir madde varmış, burada bulduramadık, gelirken imtiyazını alacağım ... " diyordu.

Bu Almanya seyahatinin, ona bir türlü ayarını muhafaza edemeyeceği bazı serbestiler vermek suretiyle ölümünü tacil edeceğini tahmin edemediğimiz için hepimiz buna seviniyorduk.

Hasta olması, ölümle aylarca göz göze bakışması onu çok değiştirmiş, âdeta bir nevi kemal getirmişti. Artık insan kırmaktan çekiniyor, birisi hakkında kazara sarf ettiği biraz kuvvetli birkaç cümle olursa: "Allah aşkına söylemeyin ... Hem ben onu çok severim" diye kulağına gitmemesi için tedbir alıyordu. Yemek zevki, kendisinde göze ait bir zevk olmuştu. Kendi yiyemediği yemekleri yaptırıyor ve dostlarını davet ediyordu.

Almanya'dan döndüğünden bir hafta sonra görmeğe gittim. Gayet neş'eli idi. Kapıdan müjdeledi :

- Haftada iki gün ete müsaade ettiler. Sonra yeni yazmış olduğu iki mısraı okudu :

Bir kuş düşünür bu bahçelerde
Altın tüyü sonbahara uygun.

Bütün bir mevsimin cevherini bu iki mısraa toplamışsınız, dedim. O gün bana birçok projelerini anlattı. Sadece kıt'alardan mürekkep küçük bir şür mecmuası yapmak istiyordu. Tab'ını benimle Ahmet Kudsi'ye bırakacaktı. Kudsi'nin şiirlerinin basılışını pek beğenmişti. Tıpkı onun gibi olacak diyordu. Seyahat hâtıralarını yazacak, Ovide tercümesi'ni tekrar gözden geçirip bastıracaktı. Maarif Vekaleti hesabına yapmış olduğu bu güzel tercümeyi bana daha evvel göstermiş olduğu için kısmen daktilo edilmekten başka bir işi olmadığını biliyordum. Ayrıca Paul Valery'nin Eupalinos'unu tercüme etmek istiyordu. Birkaç sene evvel Valery'yi sadece şiirleriyle tanıdığı zamanlar pek o kadar sevmemişti. Hatta bir akşam beraberce Kadıköy'üne geçerken, bu şâirden kendisine pek hararetle bahsettiğim için bana biraz kızmıştı. Fakat son zamanlarda nesrini pek beğeniyor, "kitap böyle olmalı!" diyordu.

Ben kendisine Eupalinos'u kısmen tercüme ettiğim halde, sonra vazgeçtiğimi, bence asıl maksat bu kitabı türkçeye kazanmak olduğu için bunu yaparsa son derece iyi olacağını söyledim. Benim müsveddelerimi görmek istedi, ne ben o müsveddeleri bulup kendisine götürebildim, ne de o tercümeye başlayabildi. Halbuki Hâşim'in eliyle bir Valery tercümesi hakikaten güzel bir şeydi. Yazık ki, bütün bu tasavvurları, ölüm kapının arkasından dinliyormuş. Yukarıda naklettiğim beyit bile yarım kaldı.

Hemen her gün kendisini ziyarete giderdim. Evi yavaş yavaş benim için Baudelaire'in Chambre double'undaki sihirli oda gibi bir şey olmuştu. Oldukça ezici bir meşgale içinde geçen günün yorgunluğunu, yarının hain endişelerini onun eşiğini atlar atlamaz unuturdum. İçime şiirin ferahlığı dolardı.

Şimdi Bahariye Caddesine bakan küçük odada, kenarına saksılar dizilmiş geniş pencerenin yanında başbaşa veya bir iki yakın dostla beraber akşamı beklediğimiz saatleri hatırlıyorum. Ses ve sadanın kesildiği, fenercinin, caddenin havagazlarını yakmağa başladığı bu saatler onun müntehap zamanı idi. Muhayyilesi hakiki eb'adını bu saatte bulurdu.

Pencerenin önünde, omuzunda battaniyesi, koltukta bağdaş oturur, komşu evin bahçesindeki palmiyenin belirsiz kımıldanışlarını seyrede ede konuşurdu. Havagazını çok severdi. Bu mavi ve soluk ışıkta hülyavi bir şey, bir taraf bulurdu. Kadıköy'üne biraz da hâlâ sokaklarında havagazı yandığı için meftundu. Onlar caddede yanınca, canlı ve gürültülü neş'esini kısar, rüyasının adamı olurdu.

Bu anlarda Hâşim'in yüzü bütün bir cangıl havası içinde kalıyordu, denebilir ki akşamın onda uzvi bir tesiri vardı. Kim bilir belki de biraz sonra yalnızlıkla, acılar ve vehimlerle dolu gecenin başlayacağını düşündüğü için misafirliğimizi temdide çalışırdı. Fakat hiç bir şey belli etmeden, en tabii çehresiyle ...

Asıl tatlı konuşması bu zamanlarda idi.

Konuşan Hâşim, eski masallarda tanıdığımız sihirbazlara çok benzerdi. Bakışın, müteharrik yüz çizgilerinin, dudak ve ses ifadeleri ile muttarit el hareketlerinin ayrı ayrı tuttuğu, aydınlattığı, mânâsını değiştirdiği, kuvvetlerini azaltıp çoğalttığı beş on kelime, yani beş on sihirli değnek darbesiyle bulunduğumuz yerin havası, eşyanın mahiyeti değişir, dünyamıza Hâşim'in nizamı hakim olurdu.

Evet, bu sihirbaz isterse penceresinin önünde dizili saksıların cılız yeşilliğinde size bir Afrika ormanını seyrettirir, duvardaki resimleri çerçevelerinden taşan canlı varlıklar yapar, bir komşunun evinin, şüphesiz dünyanın her tarafında olduğu gibi oldukça can sıkıcı bir aile hayatına örtülmüş perdelerinden bütün bir Hofmann dünyası yaratırdı.

Söze ilk önce lâalettayin ve hatta biraz güçlükle girer, karşısındakinin alakasına göre canlanırdı. Eğer bu alaka tam ise ve bu insanlar sevdikleri ise bir iki sun'i sıçrayıştan sonra mucize başlardı. İçinde en bâkir imajların şimşekler gibi birbirleriyle çarpıştığı, eşyanın sonsuz bir değişmeğe maruz kaldığı bu hüküm, renk, hava tezatlarıyle dolu konuşma bir rüyaya o kadar yakın ve alelâde sözden o kadar ayrı idi ki, bazı dostlarının bütün gayretine rağmen Ahmed Hâşim'in sözlerinin nakledilebileceğine kani değilim.

Ben onun konuşmasını Mephistopheles'in bir çam masadan muhataplarının ağzına akıttığı sihirli şaraba benzetirdim. Büyü bittiği ve Hâşim sustuğu zaman sadece deminki mestinin lezzetini hatırladık. Şüphesiz ki, hepimizin aklında onun birçok nükteleri ve cümleleri vardır. Fakat bunlar Hâşim'in konuşmasında herkesten ayrıldığı tarafları değil, bilakis birleştiği taraflardır. Hâşim'in o kadar sevilmesi de bunu gösterir. Mamafih bunların bile asıl kudreti sözün kendisinden ziyade, söyleyiş tarzından gelirdi.

Bunu bilmeme rağmen aşağıdaki fıkrayı anlatmağa kalkmam, bazı iğvalara kolay kolay mukavemet edilemeyeceğini göstermez mi?

Bir gün kendisine, Ankara'da bulunan ve sanatla filan pek az alakası olan maruf bir zatın salonunda Verlaine'in bütün külliyatının bulunduğunu söylüyordum. Dalgın dalgın duran Hâşim, birdenbire koltuğundan :

- Aman, Verlaine'i kurtaralım, diye fırladı.

İsterseniz manzarayı tamamlayabilirsiniz.

Şu bakır zirvelerin ardından
Bir süvari geliyor kan rengi.

O gün zaten Hâşim'in en güzel günlerinden biri idi. Biraz evvel bize Büyük Harp esnasında gördüğü Ankara'yı anlatmıştı. Yazık ki, bu harikulâde "evocation"u tekrar edebilmek mümkün değil. Salambo'nun hiç bir sahifesi bu kadar renkli değildir. Bir müddet sonra da yeni bir mecmua çıkarmak arzusundan bahsediyordu. İçimizden biri "Haşhaş" çıkaralım, dedi. Hâşim biraz düşündü:

- Haşhaş ... hayır dedi, artık o devir geçti, ben "rüya" dan bıktım. O bir zamanlardı.

Son derecede hassas ve mükrim bir ev sahibi idi. Biraz yabancı bir misafir karşısında saatlerce çektiği ıztırabı duyurmadan sabrederdi. Dünyada en az tahammül edebildiği şey kötü şâir ve ahmak adamdı. Fakat misafirperver bir ev sahibi sıfatıyle bunlara bile tahammül ederdi.

İkramının bazen tuhaf cilveleri olurdu. Nasılsa kil dediğimiz toprağı yemeğe alışmıştı. Odasında masanın üstünde mavi bir çanak içinde kil eksik olmaz, zaman zaman ağzına atar çiğnerdi. Bütün misafirlerine de ikram ederdi. Reddettiniz mi sizi ancak çocuklarda görülen bir mürailikle kandırmağa çalışırdı:

"Hele bir tadın ... Bakınız ne kadar memnun olacaksınız, ağzınızın içinde sanki bütün bir peyzaj eriyor ... "

Bu cümlelere zeki, alaycı gözlerinin ısrarını, sevimli yüzünü ilave edin, reddetmek imkanının azlığını derhal kabul edersiniz. Sonraları kile, kakule de ilave edildi, artık kahvelerimizi kakuleli içmeğe başladık.

Hemen her gidişte günün yeni bir vak'asıyle karşılaşırdık. Hâşim kedisine kızar ve birkaç çocuğuyle beraber onu kovar. O gün matrud kedinin bütün huysuzluklarını dinlerdiniz, ertesi günkü ziyaretinizde aynı kediyi ayaklarınıza sürünür görünce, izahat verirdi: "Barıştık." İki gün sonra vak'a emektar hizmetçisi ile tekrarlanırdı. Hayvanları çok sever ve onlara kıyamazdı. "Evime canlı giren tavuk, kendi kendine ölmeğe mahkumdur" derdi ve sonra bir tavuk için bu kendi kendine ölmeği pek hazin bulmuş olacak ki, "biçare" diye acırdı.

Ara sıra azil ve nasp hadiseleri de olurdu. Dostlarından birine kızar, onu dostluğundan azleder, hiddeti geçince tekrar eski mevkiini iade ederdi. Şurasını söyleyelim ki, bu azil ve nasp hadiseleri hemen hemen aynı isimler üstünde olurdu. Sonuna doğru bir dost antolojisi yaptığını işittim.

Hastalığın iyiden iyiye kemirdiği bu vücuttan yaşamak sevgisi sonsuz bir kudret senfonisi halinde taşardı. Hasta görünmekten, şikayetten hoşlanmazdı. En dermansız anlarında bile doktorlarını sadece bir dost gibi kabul etıneğe çalışır, misafirlerini güler yüzle karşılamağa ve onlarla hiç bir şey yokmuş, en tabii zamanlarında imiş gibi konuşmak isterdi. Garibi bu ki, muvaffak da olurdu.

Kamil bir insan iradesinin muktedir olabileceği şeylerin azamisini onun hastalığında gördüm. "Bu adam muayyen bir dereceye kadar uzviyetinden gelen ıztıraplarını bile yenerdi" sözünü onun için kullanırız; bu söz ki, muharririnin de itiraf ettiği veçhiyle, beşeri imkanların haricinde zihni bir tasavvur için söylenmiştir.

Frankfurt seyahatnâmesi'nin çıktığı günlerde idi. Çok tehlikeli bir buhran geçirmişti. Doktorlar fazla sürmemek şartıyle ziyaretine müsaade ettikleri zaman Ahmet Kudsi ile beraber gittik. Yatakta ve çok mecalsizdi. Bizi her zamanki iltifatıyle: "Geliniz bakalım, sembolist şâirler... " diye karşıladı. Güçlükle nefes alıyor, sık sık dalıyor, pek az konuşabiliyordu. Bir iki def'a artık öleceğinden bahsetti. Gitmek için ayağa kalktığımız zaman şu mısraı söyledi.

şâirlerin en garibi öldü.

Fakat bizi böyle üzüntü içinde göndermek istememiş olacak ki: "Kim imiş o ölen... " diye alay etti.

Yatağında bir arı gibi çalışıyordu. En son yazılarından biri olan Yemek'i ölümle pençeleşirken yazdı. Hemen her gün elinde veya yanıbaşındaki masa üstünde yeni bir kitap görürdüm.

Yavaş yavaş uzviyetini terkeden bütün hayati kudretleri başında ve sonra da gözlerinde toplandı. Onun gözleri için ne kadar çok söylendi ve yazıldı. Fakat hiç birisi fazla değildi. Mahkum olduğunu en fazla bildiğimiz zamanlar bu gözler harikulâde bakışıyle bize ümit veriyor, bizleri aldatıyordu.

Ölümünü kapısının önünde haber aldım. Evde yakın dostlan ve kendisini o kadar seven doktorları vardı.

Başını ebediyetin yastığında gördüğüm zaman, yıllarca en asil bir endişe ile yaşamış olmanın bir insan yüzüne verebileceği şeylerin ne olduğunu anladım. Ölüm, yüzünün çizgilerini hiç değiştirmemiş, sadece bütün ömrünce mahrumu olduğu bir sükûneti getirerek onu tamamlamıştı.

AHMET HAMDİ TANPINAR
Yeni Türk, Temmuz 1933, S. 867- 872

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI