TÂRİH - İ KADİM

(Hitab) Beşerin köhne sergüzeştinden bize efsâneler terennüm eden; bizi, âbâ-i bîvücûdumuzun cevf-i mâzîde bir siyah ve uzun gece teşkil eden hayâtından ninniler ihtirağ edib uyutan; bize en doğru, en güzel örnek, diye geçmiş zemânı göstererek: Gelecek günlerin geçen geceden farkı yok hükmü yok zehâbı veren; ve cebininde altı-bin yıllık buruşuklarla şüpheler karışık, Seri, mâzîye - yağni rûyâye -, pâyı, âtî deenn heyûlâye sürünen heykel-i kadîd... Onu gâh durdurub manzarımda bîikrâh sorarım eski hâtırâtından. O biraz feylesof, biraz sırtlan, ve bütün gılzatiyle bir hortlak ; ley-i nisyân-ı kabri yoklıyarak muhtenik, paslı bir talâkatle bana başlar birer birer nakle mütevâlî şüûn-i edvârı: Hep felâket, elem yığıntıları! Ne zaman geçse bir ketîbe-i şân, dâimâ rehgüzâra hünefşân bir bulut sâyebâr olur; mutlak başda, en başda kanlı bir bayrak; onu bir kanlı tâc eder tağkıyb, sonra hünîn vesâil-i tahrîb: Mızrak, yay, kılıç, topuz, balta, mancınık, top, tüfek, sapan... Arada kanlı âmirleriyle cünd-i vegâ; sonra artık alay alay üserâ... Mutlaka bir muzaffer, on mağlûb; çiğniyen hakklı, çiğnenen mağyûb. Kahra alkış, gurûra secde: kerem zağf u zilletle dâimâ tev’em. Doğruluk dilde yok, dudaklarda; hayr ayaklarda, şerr kucaklarda. Bir hakıykat: Hakıykat-i zencir; bir belâgat : Belâgat-i şemsîr. Hakk kavinin demek, şeririndir; en celi hikmet: Ezmiyen ezilir! Her şeref yapma, her se’âdet piç; herşeyin ibtidâsı, âhırı hiç. Din şehîd ister, âsüman kurban; her zaman her tarafda kan, kan, kan!.. Söyler, inler, sayıklar; elhâsıl beşerin anlatır ne yolda, nasıl bu sakâmetli ömrü sürdüğünü; görürüm kanların köpürdüğünü, o kadidin o dişlek ağzında. Sesinin kağr-ı ihtizâzında öyle mûhiş bir in’ikâs-ı enin işitir, öyle titrerim ki, zemin sanırım lerzegir-i nefrîndir... İndir, ey mahşer-i cidâl indir perdeler, sahne-i fecâ’atine! Sönsün artık bu dâimi fitne. Hele sen, ey kâdîd-i an’anehâh, yetişir çizdiğin hutüt-ı siyâh!.. Biz sabah isteriz sabah; o uzun geceler nâ’imîne hayr olsun! Kimsin ey gölge, sen ki, mest-i harâb ediyorsun zalâme doğru şitâb?!. Kanlı birşeyle oynamış gibisin; belli, hemnev’imin muharribisin. Kahramanlık... Esâsı kan, vahşet; beldeler çiğne, ordular mahvet ; kes, kopar, kır, sürükle, ez, yak, yık; ne "Aman!" bil, ne "Ah!" işit, ne "Yazık!" Geçdiğin yer ölüm, elem dolsun; ne ekinden eser, ne ot, ne yosun; sönsün evler, sürünsün â’ileler; kalmasın hırpalanmadık bir yer; her ocak benzesin mezar taşına; damlar insin yetimlerin başına... Bu ne vicdângüdâz şenî’a, ne âr? Yere geç satvetinle ey serdâr! Her zafer bir harâbe, bir medfen; ey cihangir, utan şu makbereden Yıkıl, ey köhne taht-i istiklâl; zîr'i kahrında inliyor ensâl! Parçalan, ey şikestefer iklîl, şu yığınlarla ihtiyâç-ı sefil hep senin, işte, hep senin eserin! Göz yaşından yapılma incilerin görsen artık nasıl yosunlanmış... Size mâzî ne hissle aldanmış? Bilsem, ey kargalar ki, âkil-i hün, her karanlık sizinledir meşhûn. Fikre artık yeter tahakkümünüz; yaşanır pek güzel tegallübsüz, Sizi târih eder himâye, gidin, - Gece hemrâzıdır hayâdîdin. - Ve o matmûre i tebâhîde boğulun... İşte en güzel müjde mutasevver dühûr-i âtiyeye; işte hürriyet-i hakıykıyye: Ne muhârib, ne harb ü istilâ; ne tasallut, ne saltanat, ne şekâ; ne şikâyet, ne kahr-ı istibdâd; ben benim, sen de sen, ne rabb, ne ibâd! O zaman ey kadîd-i nahnahakâr, şimdi "Ceng, ihtilâl, uhûd, uhûd, ızfâr..." diye saydıkların kalır meçhûl; birer uğcûbe, yâ hikâye-i gül. Yırtılır, ey kitâb-ı köhne yarın medfen-i fikr olan sahîfaların! Bunu kimden fakat ümid edelim; bu azıym inkılâb-ı hilkati kim, hangi kuvvet te’ahhüd eyliyecek Sahib i kâ’inat... Evet gerçek (!). Sâhib-i kâ’inât olan ceberût, o tekarrübşiken lîkâ-yı samût; o fakat aslı hep bu kavgaların!.. Ey semâ, ey süyûl-i ağsârın: - şimdi mestâne bir sürûd-i heves, şimdi zindangirifte bir kuru ses; şimdi muhrik, ya şûh bir nakarât, bir geniş "Oh!", bir derin "Heyhât!"; bir du’â, bir kasıyde; şimdi halîm, şimdi serkeş bir ihtizaz-ı nesîm; şimdi bir şevke-i garîbâne, şimdi bir levm-i nâşikîbâne, şimdi bir lerze, nağme-i nâküs, şimdi bir sayha-i nakâre vü küs; şimdi aczin sükût-i giryânı, şimdi kahrın sahîl-i şükrânı; şimdi bir hutbe-i cezîl ü vecîz, şimdi şermende bir niyâz ı marîz; şimdi bir hande, şimdi bir hafakan, şimdi dehşetli bir gurîniş olan - mütelâtım tevelvülâtiyle inliyen kubbe-i tehî söyle!.. Söyle, sen her sadâye mağkessin, şu hayâhay içine hangi sesin aksi - fevkında iğtilâfermûd olan - eyvân-ı Kibriyâya su’ûd edebilmiş, ve söyle hangi du’â müstecâb olmuş?.. Ey İlâh-i semâ! Seni âbâ-i dîn olanlardan dinledim: "Bîşebîh ü bînoksan, "hayy ü kayyûm ü kadir ü müte’âl, "bâsıturrızk, vâhibülâmâl, "kahir ü müntakim, alîm ü habîr, "zahir ü bâtın ü semî’ ü basıyr, "müstmendâne sâhib-i nâsır, "zâtı her yerde hâzır u nâzır..." Diye vasf eyliyorlar. En parlak sıfatın "Lâşerîkeleh !"ken bak, şu bataklıkda kaç şerikin var? Hepsi kayyûm ü kadir ü kahhâr. Hepsinin "Lâşerîkeleh!" sıfatı, hepsinin emr ü nehyi, saltanatı; hepsinin bir sipihr-i ilhâmı, hepsinin mihri, mâhı, ecrâmı; hepsinin bir hafâ-yi mescûdu, hepsinin bir behişt-i mev’ûdu ; hepsinin bir vücûdu, bir ademi, hepsinin bir nebi-yi muhteremi; hepsinin cennetinde hûrîler, hepsinin tuğme-i cahîmi beşer; hepsi halkından istiyor, makhûr iki büklüm bir inkıyâd-ı sabûr... Ben ki, hepsinden iştibâh ederim; kime sorsam, diyor ki: "Yok haberim." Kim bilir, belki hepsi vehmiyyât; belki aldanmak ihtiyâç-ı hayât? Kim bilir, belki hepsi doğru da ben bîhaber kendi sehv-i hissimden varı "yok" bilmek istedim, yoku "var". İştibâh... İşte töhmetim, ne zarar? Şübhe, bir nûra doğru koşmakdır; hakkı tenvir ukül için hakkdır Kim bilir, belki bir adem mevcûd; belki ukbâ da var... Fakat bu vücûd, sun’u olmakla süni’-i edebin neye olsun esiri bin derdin? Kim bilir, belki aslımız toprak, onu bir muztarib çamur yapmak - ki, mesâmâtı kanla, yaşla dolu - hangi hâin tesadüfün işi bu? Hem niçin yokdan eyleyib iycâd sonra vermek zevâle istiğdâd? Bunu bir Hâliq irtikâb etmez; - halkeden mahveder, harâb etmez !.. İşte en zorlu hasmın ey Hallâk, seni Arş’inde eyliyen ihnâk, bize vaktiyle zehr-i gayzından verdiğin cür’adır, od'ur bu yılan; bileceksin bu hasmı elbet sen: Şüphe!.. En zâlim, en kavi düşmen. Bize en mugfilâne taslîtın, yâhut en gâfilâne taglîtın. Bak bugün "hud’a, şeytanet, igvâ," seni mülkünden eyliyor iclâ; üflüyor mağbedinde meş’alini, kırıyor elleriyle heykelini. Ve bütün kudretinle sen, meflûc çöküyorsun... Ne in’idâm-ı bürûc, ne savâ’ik, ne bir hübûb i jiyan, ne cehennemlerinde bir galeyân; ne nazarlar habîri mâteminin, en kulaklarda bir tanîn-i hazin... Kopsa bir zerre cism i hilkatten, duyulur bir tazallüm olsun. Sen göçüyorsun da Arş ü Ferş’inle yok tabî’atda bir inilti bile. Bilakis her tarafda kahkahalar, kizbe ancak riyâ ve humk ağlar! 15 Nisan 1321

Tevfik Fikret
( 1867 - 1915 )

Rübâb-ı Şikeste ve Diğer Eserleri, S. 16-30

ESKİ ÇAĞLAR TARİHİ

İşte, der, insanoğlunun geçmiş hayatı bu. Ve başlar bize maval okumaya. Ninniler uydurup uyutur bizi dedelerimizin derin boşluklar içinde, uzun, zifiri karanlık hayatından. Gösterir bize evvel zamanı, tek doğru, en güzel örnek, der. Bakarsın gelecek günlerin farkı yok geçen geceden. Senin tarih dediğin işte budur, alnında altı bin yıllık buruşuklar ve bir o kadar da kuşku. Başı geçmişe bir düşe değer, sürünür ayağı bomboş bir geleceğe, bir deri bir kemik, ayakta zorla durur. Ben hiç tiksinmem ondan, karşıma alırım onu arada bir, anlat bakalım, derim, şu eskilerden. Bir parça feylesofa benzer o, bir parça sırtlana benzer, berbat suratıyla da bir hortlağa. Yoklar mezarını unutulmuş gecelerin, başlar paslı, boğuk bir sesle bir bir bana anlatmaya, sırasıyle, ne olmuş ne bitmişse: Hep yıkım üstüne yıkım, acı üstüne acı! Ne vakit geçse anlı şanlı bir ordu, çöküverir ağır gölgesi bir bulutun, kanlar yağar dört bir yana. En başta bir kanlı bayrak. Kanlı bir taç gelir arkasından. Sonra araçlar sökün eder kan içinde: Balta, topuz, yay, kılıç, mızrak, mancınık, top, tüfek, sapan. Arada, kanlı komutanlar ve savaş birlikleri. En son alay alay esirler geçer. Yenen bir kişiye yenilen on kişi, çiğneyen haklı, yiğnenen hapı yuttu. Yıkımlara, acılara alkış tut, yüksekten bakanlar önünde eğil, insafla birdir aşşağılık ve namussuzluk, doğruluk lafta, yürekte değil, iyilik ayaklarda, kötülük kucaklarda. Bir gerçek var, tek bir gerçek: Eli kolu bağlayan zincir. Bir tek şey var sözü geçen: yumruk. Hak güçlünün, kötünün yanı. Uzun lafın kısası: Ezmeyen ezilir! Nerde bir şeref var, iğreti. Nerde bir mutluluk var, yama. Bir şeyin ne başına inan ne sonuna. Din şehit ister, gökyüzü kurban. Her yanda durmadan kan akacak, durmadan her yanda kan! İşte böyle inler, sayıklar o, anlatır insanoğlunun bu belalı ömrü ne yolda, nasıl sürdüğünü. Bakarım iskeletin kanlar köpürür dişlek ağzında. Duyarım sesinin titreyen kuyusunda yankısını korkunç bir iniltinin, ben de başlarım birdenbire titremeye, toprak da tiksintiyle titremiş gibi gelir bana. Savaşın gürültüsü, patırtısı, indir artık indir bu acıklı sahnenin perdesini! Dinsin sonu gelmeyen bu karışıklık! Sen de, gelenekçi iskelet, yazdığın kara yazılara bir son ver, aydınlığa susadık biz, aydınlığa susadık. Uzun karanlıklar içinde uyumak isteyen mi var? Bizden iyi geceler onlara, bizden onlara iyi uykular! Kimsin, ey gölge, kendinden geçmiş, koşuyorsun karanlıklara doğru? Kanla oynamış gibisin, kırmış geçirmişsin insanoğlunu. Sen buna kahramanlık mı dedin? Onun kökü kan ve hayvanlık be? Şehirler çiğne, ordular dağıt, kes, kopar, kır, sürükle, ez, vur, yak ve yık. Yalvarmalara yakarmalara boş ver, gözyaşlarına iniltilere aldırma. Ölümle, acıyla doldur geçtiğin yeri, ne ekin ko, ne ot ko, ne yosun. Sönsün evler, sürünsün insanlar orda burda, kalmasın alt üst olmayan hiçbir yer, mezar taşına dönsün her ocak, damlar çöksün yetimlerin başına. Bu ne alçaklık böyle bu ne namussuzluk! Hey bana bak, başbuğ musun ne? Yerin dibine bat, cakanla gösterişinle! Her başarı bir yıkım bir mezarlık, işte bir yavrucak yatıyor şurda, ey cihangir, onu gör de utan! Devril, bağımsızlığın eskimiş tahtı, devril, nice acılar verdin bütün insanlara, inim inim inlettin bütün insanları. Parçalan, kararmış tac, tuz buz ol, hep senin yüzünden yoksulluğu insanların. Göz yaşından incilerin nerde hani? Nasıl da yosun tutmuşlar, bi görsen! Eski çağlar nasıl kanmış size? Ey kan içen kargalar, bütün karanlıklar sizinle dolu! Artık yeter fikri susturduğunuz, yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın. Hadi gidin tarih korusun sizi, - haydutlara en iyi sığınaktır gece -, gidin, yok olun siz de o mezarlıkta. İşte müjdelerin en güzeli, işte en gerçek özgürlük düşümüzdeki gelecek çağlarda: Ne savaş, ne savaşan, ne salgın, ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen, ne yakınma, ne de zulmün kahrı, ne tapılan, ne tapan, ben benim, sen de sen! Ey soyulan iskelet, kimse bilmeyecek o zaman, kimse bilmeyecek senin sayıp döktüklerini, savaş ne, karışıklık ne, zafer ne, anlaşma ne? Belki duyulmadık bir öykü, belki korkunç bir masal. Çok sürmez köhne kitap, fikri gömen sayfaların bugün olmazsa yarın yırtılacak. Ama kim yapacak dersin bu işi? Bu öyle büyük, öyle kocaman bir devrim ki, hangi güç kalkar, ben yaparım der? Yerlerin ve göklerin sahibi mi? Tamam, işte oldu şimdi! Yeri göğü elinde tutan o kibirli, o somurtkan ve dokunulmaz. Bütün bu kavgalar onun yüzünden değil mi? Gökyüzü, sen söyle, yüzyıllarca sel gibi akan su, - şimdi esrik bir ağzın türküsü, kuru sesi zindandaki bir adamın, iç açan bir söz ya da yakan bir söz şimdi, bir geniş "oh! ", bir derin "eyvah! ", bir yakarış, bir övgü, Şimdi tüy gibi bir rüzgâr, Şimdi ağzın bir kasırga. Dokunaklı bir yakınma şimdi, sabredemeyen bir başa kakma, bir titreme, bir çan sesi, bir savaş davulunun gümbürtüsü, için için ağlamasi çaresizliğin, kahrın iyilikbilir kişnemesi, bir söylev, apaçık, gürül gürül, Şimdi utangaç ve hasta bir yalvarış, bir rahatlık bir iç sıkıntısı, Şimdi korkunç bir haykırma - bütün bu karman çorman gürültü patırtıyla inleyen boş kubbe, sen söyle! Sen ki her sesi yankılayansın, söyle, bu bir sürü boş çabalama içinde, daha yukarlardaki şu tanrı katına hangi sesin yankısı varabilmiş ki? Hangi dua kabul olmuş bugüne dek? Dinlerim seni, göklerin tanrısı, din ulularından dinlerim seni: "Ne benzer var, ne noksanı, canlı ve ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve yüce. Odur veren yiyeceği içeceği, düşleri gerçek yapan o, bilen, haberi olan, kahreden ve öç alan, açık, kapalı her şeyi duyan ve anlayan, el uzatan yoksullara ve çaresizlere, her zaman her yerde bulunan ve her yeri gören..." Seni böyle övüp duruyorlar işte. Oysa senin en üstün özelliğin ne, "Ortaksız" oluşun değil mi? Kaç ortağın var şu bataklıkta, bir bak. Topu ölümsüz ve her şeye gücü yeten ve kahreden. Ve topu ortaksız ve tek. Ve topunun buyruğu yasağı ve saltanatı var, ve topunun yukarlarda bir gökyüzü. Bütün ordan gelir yüreğe doğan. Topunun güneşi, ayı, yıldızları var, ve topunun görünmez bir tanrısı. Topunun adanan bir cenneti var, ve topunun bir varlığı, bir yokluğu, ve topunun saygıdeğer bir peygamberi. Ve topunun cennetinde körpecik güzel kızlar yaşar. Ve topunun cehenneminde birer lokmadır insancıklar. Tanrılar ne derse onu yapacak halk, sabırla ve kahırla olacak iki büklüm. Ama tanrılar ne derse onu yapacak. İnanasım gelmiyor bunların hiçbirine. "Ne bileyim?" diyor kime sorsam. Hepsi bir kuruntu mu bunların yoksa? Belki aldanmak yaşamanın bir gereği. Belki de hepsi de doğrudur, kim bilir, belki ben hiç bir şeyin farkında değilim, karıştırmaktayım "yok"la "var"ı. Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı? Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru. İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan. Belki de yok olacağız bir gün topumuz birden. Kimbilir, öbür dünya belki de var. Madem bu beden o ölümsüzün işi, ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde? Hadi diyelim aslımız toprak bizim, sen gel onu kederden bir çamur yap. - her yeri kanla, göz yaşıyla dolu - insaf be, bu kadarı da olur mu? Sen gel hem yoktan var et, sonra da ettiğini boz, kötüle. Hiç bir yaradandan ummam bunu: Yaradan yok eder, ama perişan etmez! En zorlu düşmanın işte, tanrı, boğmak ister seni ulu katında, çok iyi tanırsın sen o yılanı, onun kızgın zehrinden bir vakitler bize bir tadımlık vermiştin hani. Kuşku! En zalim en güçlü düşman. Bunu ya bildin ya koydun kafamıza, ya da bilemedin işin nereye varacağını. "şeytanlık, düzen, sapıklık" denen şey var ya, bugün yerinden yurdundan edecek seni o. Tapınağında ışıklarını söndürüyor, elleriyle parçalıyor heykelini. Sense, iler tutar yerin kalmamış, göçüp gidiyorsun olanca gücünle. Burçlarında yıkılmalar falan hani? Nerde hani gümbürtüsü yıldırımlarının? O kızgın soluğun hani nerde? Ne cehennemlerinde bir kaynama var? Ne büyük acını gören bir göz. Ne de kulaklarda dokunaklı bir çınlama. Oysa bir ufak parçası kopsa insanın, bir sızlanma olur, duyulur bir ağlaşma. Sen Yeryüzü ve Gökyüzü'nle göç gir de, bir inilti bile duyulmasın ortalıkta. Tam tersi, kahkahadan geçilmiyor. Zaten yalana ağlasa ağlasa, bir ikiyüzlüler ağlar, bir de ahmaklar.

Sadeleştiren: A. Kadir

Tevfik Fikret, Eski Çağlar Tarihi

Şiiri sesli izlemek için tıklayınız.




ŞİİR PARKI