Gecenin geç bir saati… Telefon uzun uzun çaldı. Tahminlerim arasında o da vardı. Koşup açtım, yanılmamışım karşımda o… Sevgili İlhan ağabey… Bodrumdan arıyor: Sesi biraz kısık, biraz yorgun:
“Merhaba Tekin nasılsın?”
“İyiyim sesinizi duymak ne güzel, siz nasılsınız İlhan ağabey”
“Oldukça iyiyim sol dizimde biraz ağrı var… Neyse geç onları da ne zaman geliyorsun Bodrum’a, sen onu söyle”
“Bir iki hafta içinde orada olurum ”
“Geç kalma, bak Nisan’ın sonuna yaklaşıyoruz”
“Tamam, İlhan ağabey”
“Son yazdığın şiirleri de getirmeyi unutma”
“Olur İlhan ağabey, bir haftaya kalmaz oradayım, gelince görüşürüz”
O hiç dilinden düşmeyen sözcükle:
“Harika, “
“İyi geceler İlhan ağabey”
“İyi geceler”
Hep böyle olurdu, yirmi yıla yakın yazları üç dört ayımı geçirdiğim Bodrum Yalıkavak’taki evimden İstanbul’a döndüğümde İlhan ağabey ile sık sık telefonda konuşurduk. Ama nisan mayıs ayları yaklaşınca beni daha da sık arardı. Bilirdim neden sık aradığını… İstanbul’dan Bodrum’a havalar çok ısınmadan dönmemi isterdi. Bu aylarda daha çok kırları dağları bayırları dolaşırdık…
Bodrum benim için bir bakıma İlhan Berk demekti. Onunla bir başka güzelleşir bir başka anlam kazanırdı Bodrum. Yaklaşık on beş yıl yaz aylarında gün geçmez beraber olurduk. Herkesçe bilinen, Turgutreis, Türkbükü, Gümbet, Ortakent Yalıkavak, Gümüşlük gibi yerleri yıllar içinde o sokak senin bu sokak benim karış karış dolaşmıştık. Ama asıl bunların dışındaki Peksimet Dereköy, Dağbelen, Karaköy, Yakaköy, Çiftlikköy gibi küçük yerleşim birimleriydi gittiğimiz ve de en çok mutlu olduğumuz yerler.
Nasıl mutlu olmasın ki İlhan ağabey… Börtü böcek oradaydı. Yüzyıllık evler, kayalar, otlar oradaydı. Gitgide azalıyor da olsa portakal mandalina bahçeleri oralardaydı. Üstelik deniz’i de oralardan seyre dalmanın keyfine diyecek yoktu.
Behçet Necatigil’in “şiirimizin uç beyi” dediği İlhan ağabey baktığı her yerde dokunduğu her şeyde şiir arar şiir bulurdu. Onun yaşam biçimiydi şiir. Yanılmıyorsam Turgut Uyar da bir söyleşisinde “Şiir olmasaydı İlhan Berk mutlaka onu icat ederdi” demişti. Onunla olmak şiirle olmaktı bir bakıma. Cumhuriyet dönemi Türk şiirine yaşam buyu tanıklık emişti.
Tüm şiir akımlarını izleyen, bir bölümünün içinde olan bazılarına da öncülük eden, ayrıca dünya şiirini de adım adım izleyen bir usta idi o. Bir zamanlar ona boşuna Türk şiirinin Walt Whitman’ı dememişlerdi. Son günlerine kadar şiirini hep yenileyen, değişik atılımlarla hep çoğaltan yanıyla bence 90 yaşında en genç şairlerimizdendi.
Onun Türk şiirindeki konumunu, otuzlu yılların sonunda yayımladığı ilk kitabından başlayarak günümüze değin geçirdiği evreleri çok iyi bilmek gerekir. Belli bir ustalığa erişip de aynı ustalığı sürdüren şairlerin dışındaydı,hep yenilikler değişiklikler peşindeydi o.
Onunla şiiri ve yaşamın güzelliklerini paylaşıyor olmak benim için ne büyük şanstı. O yüzden Bodrum benim için bir bakıma İlhan Berk demekti. Şimdi o yok. Azalıyorum, azalıyorum… hep eksik kalacak gibi geliyor bir yanım…
O son telefon konuşmamızdan kısa bir süre sonra İstanbul’dan Bodrum’a döndüm Yalıkavak’taki evime uğrayıp doğru İlhan ağabey’in Bodrum Şalvarağası sokak’taki evine yollandım. Yolda o çok sevdiği otlu böreklerden aldım. Devamlı çalıştığı kütüphanesi ile evin arka girişi arasındaki her zaman oturduğumuz o ünlü taş avluda beni bekliyordu…
Geçen yaza göre çok ama çok farklı bir İlhan Berk buldum ilk bakışta… Avurtları daha da çökmüş yorgun ve bitkin bir hali vardı. Sarmaş dolaş olduktan sonra üzüntümü gizlemeye çalışarak sağlığını sordum.
“Fena sayılmaz, yalnız sol dizim çok ağrıyor, yürümekte güçlük çekiyorum” dedi
“Umarım yakında düzelir”
“Evet doktorlar 20 gün dediler, 20 gün sonra rahat yürüyebilmişim”
“Umarım daha kısa sürer”
“Ben de onu bekliyorum bir an önce düzelsin de, Frankfurt Kitap Fuarı’na yetişebileyim”
Aslında yakınlarından aldığım duyumlar hiç de iç açıcı değildi. Prostat kanseri diğer organlara da yayılmıştı, böbrekler iyi çalışmıyordu. Bu durumu kendisi pek bilmiyordu. Bazı yakın arkadaşlarının hiç duymak istemediğim “Kışı zor çıkarır” sözü kulaklarımda yankılanıp duruyordu.
Bana yine okumamı istediği kitaplar hazırlamış, dergiler biriktirmişti. Türkiye’nin değişik yörelerinde çıkan sanat ve edebiyat dergilerin tümüne yakını İlhan Ağabey’e gelirdi. Hepsini titizlikle gözden geçirir sonra okumam için bana verirdi. Ben de okuduktan sonra onları birlikte tartışırdık.
Gidip bana ayırdıklarını salondan alırken masasına şöyle bir göz attım. Hiç vazgeçemediği kurşunkalemleri, defterleri, masada “hadi gel bizi yaz “ diye kendisini bekler gibiydiler.
Ev’i her zamanki gibi tertemiz ve düzenliydi. Bu defa mutfakta çay yapma görevini üstlenmeme sesini çıkarmadı.
Çok incelikli bir insandı İlhan Ağabey. Evine gelenlere ne kadar genç de olsalar ikramı hep kendisi yapardı.
Mutfağını da öylesine temiz tutardı ki imrenirdim doğrusu. Bir iki defa yemeğimizi yiyip tam evden çıkarken geri dönüp yıkamayı unuttuğu tabakları yıkayıp yerli yerine koyduğunu hiç unutamam. Eşi Edibe Hanım’ı kaybettikten sonra oğlu ve gelininin kendisine büyük bir özenle kol kanat germelerine, her şeyiyle ilgilenmelerine karşın birtakım işlerini kendisi yapmaktan haz duyardı.
Titizliği giyimine de yansımıştı. Modaya da uyardı. Birlikte alışveriş yaptığımız dükkânlarda defalarca alacaklarını giyip çıkarır hiç üşenmeden tam istediği gömleği pantolonu buluncaya kadar ayna karşısında denerdi.
O gün bir süre daha yanında kaldıktan sonra tekrar buluşmak üzere Yalıkavak’a dönmek için izin istedim. Ama hemen dönmedim, daha doğrusu dönemedim Yalıkavak’a. Azmakbaşı civarında arabamı park edip o hep yıllarca beraber yürüyüş yaptığımız yollardan geçmek geldi içimden.
Ne çok anılarım vardı bu yürüyüşlerle ilgili, ne çok şeyler anlatmıştık birbirimize. Çok da iyi bir dinleyiciydi İlhan ağabey.
Benim uzun yıllar yurt dışında bulunduğumu bildiğinden, değişik ülkelerdeki anılarımı sık sık anlatmamı isterdi. Ben anlattıkça “ bunları öyküye dönüştürüp mutlaka kitaplaştırmalısın” diye önerilerde bulunurdu. Öykülerimi “Gizdüşümler” ve “Babamın Bıyıkları yoktu” adları altında kitaplaştırmamda bu önerilerin çok payı olduğunu söylemeliyim.
Çoğu akşamları İlhan ağabey ile evinden başlayıp, çarşı içinden geçtikten sonra sahil boyunca yürüyerek Marina’ya varırdık. Benden daha hızlı yürürdü. Arada dönüp “Hadi hızlan nerelerde kaldın” uyarıları yapardı. Marina’ya vardığımızda oradaki barda ayaküstü birer bardak şarap içerdik. Daha sonra civardaki restoranların birinde yemeğimizi yer, üstüne balık çorbası içmeyi hiç ihmal etmeden aynı sokaklardan yürüyerek eve dönerdik.
Bu yürüyüşler sırasında yöre esnafından tanıyanlarla selamlaşır ayaküstü hal hatır sorardı. Bu insanlardan çoğunun da İlhan Berk’i şair yönüyle tanıdıklarını pek sanmıyorum. Birkaç kez içlerinden bazılarının İlhan Ağabey yokken bana sokulup “Önemli bir adam ama ne iş yaptığını bilmiyorum” dediklerini anımsıyorum.
Birkaç defa da birlikte gittiğimiz bazı toplantılarda dikkatle bakan gençlere dönüp “Siz İlhan Berk isminde birini tanıyor musunuz?” diye sormuştu. Gençlerin yanıtları ise ne yazık ki “Hayır” olmuştu. Böylesine durumlarda kahkahayı basar o dilinden hiç düşmeyen “harika “ ya da “müthiş bir şey” sözünü kullanırdı.
Günümüzün yozlaşan kültür ortamında bu gençlere mankenlikten şarkıcılığa ya da türkücülükten aktörlüğe geçenlerin Bodrum’un hangi otelinde kiminle birlikte olduklarını sorsak kuşkusuz bilirlerdi. Ünü Türkiye dışına da taşmış olan bu usta şairi gençlerin bilmemelerine ben hayıflanıp dururken beni yumuşatmak da ona düşerdi. Türkiye’nin her yöresinde edebiyatı çok iyi bilen, edebiyatın içinde olan kendisine çok değer veren okur kitlesi olduğunun bilincindeydi. Bu ona yeterdi.
Öte yandan Cevat Şakir, Neyzen Tevfik, Adnan Menderes, Zeki Müren gibi ünlülerin Bodrum’un bazı caddelerine isimlerinin verilmesi ya da heykellerinin dikilmesi gibi Bodrum Belediyesi ve bazı kurumların da aynı yaklaşımla İlhan Ağabey’i onurlandırmak istediklerini çok iyi biliyordum. Pek sıcak bakmadığı bu konuyu ne zaman açsam geçiştirme yoluna giderdi.
Akşam gezilerimizi haftanın iki üç günü yapardık. Bu yürüyüşleri bir spor olarak düşünürdü. Sabahları ise son zamanlarına kadar deniz kenarındaki evinden kıyıya iner en az bir saat kadar yüzerdi.
Çoğu kişi tarafından bilinmeyen bir yanı ise futbol merakı idi. Önemli maçları hiç kaçırmaz, televizyon başına geçer sonuna kadar izlerdi.
Hiç unutmam bir akşam İstanbul’dan gelen müşterek dostlarımızla bir restoranda yemek yiyorduk, yemek ortasında İlhan ağabey birden kayboldu. Doğal olarak bir ihtiyacı olduğunu düşünmüştük. Ama zaman uzadıkça uzadı, İlhan ağabey ortalarda yok… Merakımız iyice artmıştı. Sonunda aramaya koyulduk. Bir de ne görelim, restoranın mutfağında komilerin aşçıların arasında televizyonun karşısına oturmuş heyecanla canlı yayındaki futbol maçını seyrediyor.
Bunlar teker teker sinema şeridi gibi gözlerimin önümden geçerken kulağımda yankılanan “Kışı zor çıkarır” ve bir de “Bir an önce düzelip Frankfurt Fuarına Yetişsem” sözleriyle Yalıkavak’a döndüm.
Sonraki ziyaretime Cumhuriyet Gazetesi’ndeki güzel yazılarını sıkça okuduğumuz Şebnem Birkan’la birlikte gittik. Son yıllarda çoğu zaman Şebnem’in de katılmasıyla üçlü dolaşırdık.
Durumu daha da kötüydü. Ama aklı hep Frankfurt Kitap Fuarındaydı. Yine o taş avludaydık. Bir ara destekle kalkıp yürüme denemeleri yaptı. Avludaki çeşmeye kadar gidip geldi. Bize dönüp “Nasıl yürüyorum çocuklar?” dedi. Bizler umutlandırıcı, birkaç güzel söz söylemekle yetindik
Her zaman olduğu gibi yine masa kitaplarla doluydu. YKB nın son çıkardığı bütün çalışmalarını içeren o kalın kitap önündeydi. Yine şiirden, şiirin bilinçaltı ortamlarda oluşması gereğinden söz etti. Şiirde anlama karşı oluşunu o çok benimsediği Freud’un şu sözleri ile ilişkilendirdi:
“Bilinçaltına ne zaman insem orada benden önce bir şairin dolaşmış olduğunu görürüm”.
Daha sonra oğlu Ahmet Berk de bize katıldı. Yorulmuştu, dinlenmesi gerekiyordu. Baba oğul’u başa başa bırakarak evden ayrıldık.
Meğer İlhan Ağabey’i son görüşümüzmüş o gün. Kısa bir zaman sonra kaldırıldığı Bodrum Devlet Hastanesi’nde 28 Ağustosta onu kaybettik.
Haberi duyar duymaz azaldığımı hissettim.
30 Ağustos cumartesi günü Adliye Cami’inde ikindi namazından sonra Gümbet’de, Türbe mezarlığında çok sevdiği eşi Edibe hanım’ın yanında toprağa verilecekti.
Edibe Hanım’ın 2001 yılında aramızdan ayrıldığı gün belleğimde hep capcanlı durur. O yaz sabahın erken bir saatinde İlhan ağabey beni aramıştı:
“Tekin şu anda ne yapıyorsun?”
“Yalıkvak’ta evimdeyim ağabey, biliyorsunuz yarın İstanbul’a gideceğim hazırlık yapıyorum”
“Hayır İstanbul’a da gitmiyorsun, hemen bana geliyorsun”
“Hayrola ağabey önemli bir şey mi var?”
“Gelince anlatırım, çabuk ol”
Yine o taş avluda bekliyordu. Yüzünde hüzün ve acı karışımı bir ifade ile:
“Az önce oğlum Ahmet geldi, annemizi kaybettik dedi”
Masadan kalktı taş avluda bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Donup kalmıştım. Ne yapmam konusunda bocalıyordum. Acısını paylaşacak becerebildiğim ne kadar söz varsa söylemeye çalıştım. Yüzündeki o hüzün hiç gitmiyordu.
Bu ara sık sık telefonlar çalıyordu. Başsağlığı dileyen birkaç kişiye titrek sesle yanıt vermeye çalıştı. Daha sonra “sen bak şu telefonlara” dedi. Bir süre sonra evden ayrılıp dolaşmaya karar verdik. Geç saatlere kadar eve dönmedik.
Ertesi gün Edibe Hanım’ı Türbe mezarlığında toprağa verdik.
Şiirimizin büyük ustasını da aradan yedi yıl sonra 2008 yılının 30 Ağustos’unda sevgili eşinin yanında sonsuz yolculuğa uğurladık.
Sevgili İlhan Ağabey yok artık, hep eksik kalacak gibi geliyor bir yanım…
TEKİN GÖNENÇ
Varlık Dergisi, 2008 Aralık, Sayı 1215

ŞİİRLERİ