'BU İŞTE BİR YALNIZLIK VAR' dan..

2

Linda ve ailesi, Boğaz'ın karşı kıyısında yüksek duvarlarla çevrili bir yalıda oturuyordu. Dışarıdan bakınca yalının güzelliği pek anlaşılmıyordu. Oysa kapı ile bina arasında, ağaçlar içinde bir bahçe vardı.

Rüzgârın ıslak yapraklarla tembel tembel oynadığı, insana kendini iyi hissettiren bir bahçeydi. Her an bir köşeden bahçıvan kıyafetiyle Sami Hazinses çıkabilirdi sanki. Bahçenin arka tarafında küçük bir havuz, havuzun yanında da genişçe bir kameriye görünüyordu.

"Linda yeni uyandı" dedi annesi. Ben yaşlarda, bakımlı bir kadındı. Saçları uzun ve gece gibi karanlıktı kadının. Fiziğine hâlâ güvendiğini gösteren bir kot ve uçuşan bir gömlek giymişti:

"Şimdi iner aşağı. Sıcak bir şey?"

Burada olmayı seviyordum. Elimde gitarım, geniş salonda Linda'yı beklerken kendimi eski zamanlardaki piyano hocalarına benzetiyordum. Ayrıca iyi para veriyorlardı. O zenginliğe rağmen fena insanlar sayılmazlardı. Hayatta onlardan çok fazla tanımamış olduğum için herhalde, zenginlerden korkardım ben.

"Linda bize kasetinizi dinletti" dedi Riella Hanım, çay fincanımı kendi elleriyle doldururken.

"Halbuki iyi bir evlada benziyor" dedim.

"Yapmayın..." dedi, bilmiş bilmiş gülümseyerek. "Babasıyla biz çok beğendik. Çok güzel şarkılarınız var." "Aslına bakarsanız bırakalı çok zaman oldu." "Bence yeniden başlayın." "Bilemiyorum."

"Başlamalısınız. Hem belki bir gün bize konser de verirsiniz."

Sıkılmaya başlamıştım. En sevimli gülümseyişimi takındım hemen.

"Belki bir gün..." dedim, "Niye olmasın?"

Linda on dört yaşındaydı. Doğuştan kördü çocuk. Kendi icadımız olan bir çalışma tarzımız vardı. Birlikte beste yapıyorduk. Önce o bir satır uyduruyordu, sonra ben. Kuralımız, her satırın bir öncekini tamamlamasıydı. Bazen ortaya nakaratıyla falan gerçekten besteye benzer bir şey çıkıyordu. Eğer Linda'nın hoşuna gitmişse, küçük teybi çalıştırıp kasete kaydediyorduk. Güzel, hüzünlü bir sesi vardı. Üstelik beni meşhur biri zannediyordu. Kendi çapımızda aşk yaşıyorduk.

"Biraz da sana bağlı, üzülüp üzülmemem..."

Bir zamanlar Nazlı için yazmaya başlayıp sonra yarım bıraktığım bir şarkıydı bu. Aslında basit bir melodinin sonsuza kadar tekrarlanmasından oluşuyordu.

Üstelik eski bir şarkıyı hatırlatıyordu galiba.

Ben ilk satırı söyledikten sonra Linda'nın yüzüne o her zamanki ciddi ifade geldi.

Hep boşluğa bakan gözleri dışında, güzel bir yüzü vardı. Küçük parmaklarıyla sıradaki notayı basabilmek için gitarına eğildiğinde yere doğru akan uzun, siyah saçlarını seviyordum.

"Sevinip sevinmemem..."

Sözlerin mantığını kavramıştı. Hemen cevap verebilirdim aslında, ne de olsa şarkı benimdi. Ama biraz zaman kazansın diye düşünüyormuş gibi yaptım.

"Yanılıp yanılmamam."

Müzik yapmanın insanlar üzerindeki iyileştirici gücüne defalarca şahit olmuştum, insanın elindeki aletle bir bütün haline geldiği bazı anlar vardı. O zaman tek başımıza bir varlık olmaktan çıkıyorduk. Etrafımızdaki dünyanın iyi kötü bur parçası haline geliveriyorduk. Gitarı doğal bir uzantımız gibi hissedersek eğer, gitarın yapıldığı ağacı, ağacı besleyen toprağı, toprağı var eden suyu da hissedebilirdik. Ben böyle düşünüyordum.

"Biraz da sana bağlı, gecikip gecikmemem..."

"Yetişip yetişmemem..." "Sevinip sevinmemem."

Yarım saat boyunca bunları tekrarladık. Nakaratı kıvıramadık ama. Zaten zamanında ben de kıvıramamıştım. Linda yine de sevmişti bestemizi. Teybi çalıştırıp bir kere de kayıt için çaldık.

"Size bir sır vermem lazım" dedi, dersin sonunda.

"Ben çok iyi sır tutarım" dedim.

"Ben galiba âşık oluyorum."

"Daha önce hiç oldun mu peki?"

"Bilmem... Sayılmaz pek." "O halde kıymetini bil" dedim saçlarını okşayıp. "Herkeste yoktur bu yetenek."

Günün geri kalanı benimdi. Kalkıp Salacak'a gittim. Kız Kulesi'nin tam karşısındaki bir masaya oturdum. Genzimi yakan serinliğe hiç yüz vermeden çay içtim. Beni turist zanneden boyacı çocuklarla takıldım. Günler iyice kısalmıştı artık, güneş neredeyse batacaktı.

"Amca bize solo at" dedi, sarışın boyacı çocuk.

"Olmaz."

"O zaman türkü çal."

"Çalmam."

"Ya ne yaparsın?"

"Al sen çal" dedim, gitarı uzatıp.

Oğlan önce çekinerek baktı, sonra kılıfından çıkarıp çok değerli bir şeye dokunuyormuş gibi, boyalı elleriyle okşadı külüstürü. Sonra da aniden şımarıp çalıyormuş gibi sallamaya başladı. Sallarken de bir telini kopardı. Kaşlarımı çattım.

"İyi b.k yedin. Ne olacak şimdi?"

"Affedersin amca. Pahalı mıdır?"

"Bittin sen."

"Hallederiz amca. Ödeşene kadar gel bedava boyayayım."

"Boyayacaksın" dedim, sesime zalim bir hava verip. "Ama tel yüzünden değil. Bana amca dediğin için."

"Ya ne diyeyim?"

"Abi de, Memet de."

"Ben ne bileyim senin adını?"

"Sor."

Çocuk gözlerini kısıp bir gitardan sarkan tele, bir de bana baktı. Kaçık olduğumu düşünüyordu herhalde. Dayanamayıp güldüm. Gitarı elinden alıp tekrar kılıfına soktum.

"İki ay" dedim.

"Çüş! Bir ay" dedi.

"Bir ay ve on beş gün."

"Bir ay artı bir hafta."

"Tamam" dedim, "Beş hafta boyunca, haftada bir kez buraya geleceğim. Para almayacaksın."

"Tamam. Gelmezsen hakkın yanar ama."

"Gelmezsen ben de seni bulurum ama."

"İyi..." dedi, kaşlarını çatıp. "Hadi uzat da ödeyelim taksidi."

Döndüğümde, Ayşe'yi merdivende otururken buldum. Belli ki ağlamıştı.

Gülümsemeye çalışarak el salladı. Üzüntüsünü belli etmemeye çalışan kadınlar bana hep annemi hatırlatır. Sigara istedim, verdi. Merdivende yer açsın diye elimle işaret ettim. Bir süre hiç konuşmadan, yan yana oturduk. Önümüzden geçen ağaçlı yola baktık.

Üç yanımız yüksek apartmanlarla çevriliydi. Apartmanları severdim. İnsan elinden çıkma yapılar karşısında nedense kendimi daha rahat hissediyordum.

Tabiatla aram olmamıştı hiç. Arka taraftaki bahçeden bile şikâyetçiydim aslında. Oradan içeri devamlı tuhaf böcekler giriyordu. Bizim evse türünün son örneğiydi. Mahallede iki buçuk katlı başka bina kalmamıştı çünkü. Zaten Kâmuran Teyze de düşünmek için süre istemişti müteahhitten. Kabul etmesi büyük ihtimalle sonumuz olacaktı.

Ayşe sigarasını söndürdü, içini çekti.

"Orhan gitti."

"Ne demek gitti?"

"İşte..."

"Bir şey demedi mi giderken?"

"Özür diledi... Sürekli özür diledi durdu."

"Ne zaman dönecekmiş?"

"Bilmiyorum" dedi, yanağına akan gözyaşını silerek. "Zaten dönse de almam içeri. Kurtuldum ya hayvandan!"

Ne diyeceğimi bilemedim. Orhan macera adamı değildi çünkü. Bakkala gitmek için bile on dakika düşünürdü. Ayşe'nin elini tuttum. Eli soğuktu kızın.

"Hava iyice soğudu" dedim, "Hadi içeri." "Sen gir. Ben biraz daha buradayım."

"Sırtına bir şey ister misin?" "Yok... iyiyim böyle."

Yatak odasındaki dolaptan yeşil ceketimi aldım, götürüp omzuna koydum. Burnunu çekerek karşılık verdi. Onu merdivende yalnız bıraktım, eve döndüm.

TUNA KİREMİTÇİ
Bu İşte Bir Yalnızlık Var

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI