GÖNÜL MESELESİ'nden

2

Artık Olmayan Tren

Artık olmayan bir tren, İstanbul’a gidiyordu. İçinde Arda vardı, bir çocuk vardı, önceki seferlerden kilometrelerce anı vardı. Gençlik hayalleriyle dolu ihtiyar, yıl bitmeden seferden kaldırılacağını bilmeden, azimle yol alıyordu; işine son verileceğinden habersiz, çocuğu yaşındaki amirin gözüne girmeye çalışan bir memur gibi.

Dünya hâlâ uyuyordu. Küçük göğsü Arda’nın yün hırkasının altında, derin nefesler alıp vererek. Sarı saçları, koltuğa dağılmıştı. Kalın kaşlı, uzun kirpikli yüzünde ciddiyet vardı. Ağzı hafifçe aralanmış, düğmeye benzeyen burnu hırkaya hafifçe gömülmüştü. Bazen seğiriyordu vücudu, belki rüya gördüğünden.

Arda, acıyla gömüldüğü yerden, Ertuğrul’un çocuğuyla dönüyordu. Biri size çocuk vermiş, siz de boş bulunup kabul etmişseniz geçmiş olsun, artık ölme hakkınız yoktu. Bu hak, sekiz yaşında bir kızın karmakarışık saçının içinde kayboluyor, vazgeçmişliğin yerine sorumluluklar geliyordu.

Bunu yapmıştı çünkü o istemişti. O, Arda’ya istediğini yaptırma gücüne sahip kişiydi. Çin ordusunu emanet etse hayır diyemezdi Arda; oysa bir bitkiye bile bakabileceğinden emin değildi. Yine de zihninin dizginlerini iki saniye bırakacak olsa, Dünya ve kocasıyla yeni bir aile kurduğunu hayal ederken buluyordu kendini. Geleceği düşünmek geçmişi çağırıyor, bu sefer de acısını düşünmeye başlıyordu; hayat o acının raylarında gidiyormuş gibi.

“Günaydın...”

Dünya’yı ilk kez yeni uyanmış görüyordu, bu haliyle de fıstığın tekiydi. İçindeki küçük kadın hemen sordu Arda’ya: Annesi o olsaydı yine bu kadar güzel olur muydu?

“Tam olarak neredeyiz?”

“İzmit civarında.”

Gidip yemekli vagonda karşılıklı oturdular. Gün ışığının şefkatle tazelediği körfez sularının yavaş yavaş geride kalışını izlediler. O kahvaltı ederken yüzüne bakıp Ertuğrul’un hatlarını aradı Arda. Bir mimik, bir ifade, bir bakış... Birkaç kez de bulur gibi oldu.

Dünya “Ne kadar kalacağım seninle?” diyerek bitirdi bu umutsuz çabayı.

“Baban söylemedi mi?”

“Söyledi.”

İçindeki küçük kadın Arda’ya fısıldadı. “Eski dostum, hiç olmazsa şu anda kendine güvenmek zorundasın.”

“Benimle ne kadar istersen o kadar kalabilirsin Dünya. Benim evim, senin evindir.”

“Sen benim neyim oluyorsun?”

“Neyin olmamı istersin?”

“Bilmem. Düşünmem lazım.”

Birkaç saat sonra artık olmayan tren, artık olmayan Haydarpaşa Garı’na giriyordu. Arda’nın gözleri peronda Ali’yi buldu. Ali, şu koca şehirde kayıtsız şartsız güvenebileceği tek kişiydi. Ona üç yıl önceki doğum gününde aldığı mavi gömleği giymişti, belirgin bir şekilde zayıflamıştı.

“Bak bu Ali...” dedi Dünya’ya. “Kendisi eşim olur.”

Ali ona sarıldı, güldü. “Seni sandığımdan daha çok özlemişim Arda.”

Ona Dünya’nın kim olduğunu telefonda anlatmıştı. Ali kızın saçını okşadı, bavulları arabaya taşıdı. Yolda, dikiz aynasında sallanan bir şey çekti Arda’nın dikkatini. Küçük bir Kuran. Cami önünde satılanlara benzemiyordu, sanki antika bir şeydi.

“Kendini sağlama almışsın,” dedi gülerek. “Bir arkadaşın hediyesi.”

Tutup yakından baktı. Kibrit kutusu büyüklüğündeki bakır muhafazanın ortasında Arapça “Allah” yazıyordu ve kenarlarına yer yer, zamanın gölgesi düşmüştü. El işçiliğine benzeyen, yaprak şeklindeki ince kabartmaları güzeldi.

“Kocaman!” dedi Dünya, köprüden geçtikleri sırada Boğaz’daki bir şilebi gösterip.

Şu hayatta herkesin özlediği bir İstanbul vardı; hatta onu daha önce hiç görmemiş olanların bile. Ama İstanbul kimseyi umursamadan yola devam ediyor, asla geriye bakmıyordu. Sanılanın aksine, kitabında nostalji yoktu İstanbul’un. O, bir şimdiki zaman şehriydi. Arda yokken de değişmeye, büyümeye, süsler ve yaralar edinmeye devam etmişti.

“Her şey iyi olacak,” dedi Ali. “Yine eski Arda olacaksın.”

“Öyle mi dersin?”

“Kesinlikle... Hatta şimdiden olmuşsun bile.”

Evden önce mezarlığa gittiler. Arda taşın üstündeki ismi okşadı, toprağı gözyaşlarıyla ıslattı. O toprağın hâlâ üstünde olmanın acısını yaşadı.

Arabada bekleyen Ali ile Dünya’nın yanına dönerken bir miyavlama duydu. Dut ağacının dalında yavru bir tekir, aşağı inmek için yakarıyordu. Ağaçlara tırmanmaya çocukluğundan beri alışkındı Arda, beş dakikasını ve bluzunu feda edip kediyi indirdi. Kulakları başına büyük gelen, sıska bir yavruydu. Hayvancığın mezar taşlarına doğru koşarak uzaklaşmasını izledi.

“Ne tuhaf,” dedi kendi kendine. “O bile biliyor nereye gideceğini.”

Akşam Ali işten gelince alt katın yatak odasına açılır-kapanır yatağı taşıdılar, Dünya’nın Arda’yla uyuyabileceği bir düzen kurdular. Bütün gün bahçede koşturmaktan yorgundu çocuk, hemen uyuyakaldı. Arda evin alt katında kalmaya trende karar vermişti. Hem o odanın bulunduğu kata çıkmamış olacaktı hem de Ali’yle birbirlerine yeniden alışana kadar iki komşu gibi yaşayacaklardı.

Ertuğrul’a ise ulaşılamıyordu. Oysa Arda onun arayıp kızına yolculuğun nasıl geçtiğini soracağını sanmıştı. Salonda oturmuş şarap içerek Boğaz’ın ışıklarına bakıyordu ki, kapıda Ali belirdi. Daha doğrusu, ışıkları yakmadan oturduğu için, gölgesi belirdi Ali’nin.

“Niye karanlıkta oturuyorsun?”

Beklenen an gelmişti. Her şeyden sonra baş başa oturup iki medeni insan gibi konuşmaları gerekiyordu.

“Bu kanepeyi özlemişim,” dedi Arda. “Burada oturup Boğaz’a bakmayı.”

Ali rahat adımlarla geldi, karşısındaki koltuğa oturdu.

“Dünya burada ne kadar kalacak?”

“Babaannesi alana kadar herhalde.”

“Aradın mı babaanneyi?”

“Hayır.”

“Bak Arda, yanlış anlamanı istemem. Dünya çok tatlı bir çocuk ve tabii ki yardım edeceğiz. Ama senin iyiliğin için söylüyorum. Bu çocuğa bağlanman doğru olmaz. Bütün olanlardan sonra...”

Arda’nın tartışacak hali yoktu, konu değişsin istedi.

“Bir kadeh daha alacağım, sen de ister misin?”

“Hayır, ben artık içmiyorum.”

“İçmiyor musun?”

“Evet.”

“Hayırdır, şarap severdin sen?”

“Artık alkol kullanmıyorum. Allah rahatlık versin. Konuşmaya zamanımız olacak nasılsa.”

Tatlı bir gülümsemeyle kalktı koltuktan Ali. Aynı rahat adımlarla yürüyüp yeniden gölgeye dönüştü, Arda’yı içinde garip bir hisle baş başa bırakarak.

TUNA KİREMİTÇİ
Gönül Meselesi

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI