İNCECİKTEN BİR KAR YAĞAR


Asıl adı Hasan olan Karacaoğlan, henüz bir yaşına basmadan annesini, beş yaşına varmadan da babasını kaybetti. Anasının "Karacam" diyerek sevmeye doyamadığı Hasan, küçük yaşta hem öksüz hem de yetim kalınca, köyün ağası Serdengeçti Osman, onu himayesine aldı. Karacaoğlan, 18 yaşına gelene kadar kendisine babalık eden ağanın yanında kaldı.

Bir gün Serdengeçti Osman Ağa, Karacaoğlan'ı yanına çağırarak, Fatma Ana'ya bakan Ayşe Kız ile evlenmesini istedi. Karacaoğlan, bu evliliği istemese de, sert bir adam olan Osman Ağa'yı ikna edemeyince çareyi köyü terk etmekte buldu.

Nereye gittiğini bilmeden günlerce yürüyüp dağlar, tepeler aşan Karacaoğlan, yorgunluktan bitap düşünce ulu bir çınar ağacının altına oturup uykuya daldı. Rüyasında aksakallı bir dededen şifalı su içtiğini ve tüm yorgunluğunun, dargınlığının son bulduğunu, dilinin bülbül, gönlünün şen olduğunu gördü. Uykudan uyandığında gerçekten de tüm yorgunluğunu üzerinden atmış, içinin çalıp söylemek isteğiyle dolduğunu fark etti. Sazını eline alıp yeniden yollara düştü.

Günlerden bir gün Aladağlar'da bir Türkmen obasına konuk oldu. Sazıyla sözüyle obadakilere türkü ziyafeti çekti. Herkesin alkışları dinince Obabaşı Boran Bey, Karacaoğlan'ı obalarında kalmaya davet etti. Karacaoğlan da bu daveti kabul edip obada kalmaya başladı. Ağacı, kuşu, böceği, insanı, tüm canlıları derin bir sevgiyle kucakladı. Dünyanın her nimetine karşı, aşkı iliklerine kadar hissetti.

Günler geçtikçe, Obabaşı Boran Bey'in biricik kızı Elif'e aşık olduğunu anladı. Elif de ona aşıktı. Ancak Boran Bey'in de üvey babası Osman Ağa gibi sert bir adam olduğunu bilen Karacaoğlan, derdini içine gömüp gizlice obayı terk etmeye karar verdi. Gideceğini anlayan oba halkı onu durdurmaya çalışsa da, Karacaoğlan kimseyi dinlemedi. Genç yüreğinde bir top ışıkla, günler aylar boyu yürüdü ve Karaman iline vardı.

Kentin girişinde araziye kurulmuş çadırları görünce, karşıdan gelen bir adama bu çadırların kime ait olduğunu sordu. Adam, "Boran Bey'in obasının çadırları, her yıl bu vakit gelirler" dediğinde, Karacaoğlan hem çok şaşırdı hem de çok sevindi. Durumu anlayan adamdan, Elif'e burada olduğunu haber vermesini istedi. Adam, Elif'in yardımcısı Hatça Kadın aracılığıyla bu haberi ulaştırabileceğini söyledi.

Aylardır Karacaoğlan'ın hasretiyle yanan Elif, o günden sonra Hatça Kadın aracılığıyla Karacaoğlan'la haberleşmeye başladı. Nihayet bir gün anlaşıp gizlice obadan kaçtılar. Üç gün boyunca yürüdükten sonra, Karacaoğlan'ın kendisini seven Tuğrul Bey'in obasına vardılar. Tuğrul Bey ve obası, Elif ile Karacaoğlan'ı çok iyi karşıladı ve bir süre sonra dillere destan bir düğünle aşıkları evlendirdi.

Karacaoğlan obalılara saz çalarken, Elif de ev işleriyle uğraşıyor, mutluluk içinde geçinip gidiyorlardı. Ne var ki, yörede "Köse Veli" namıyla bilinen bir adam Elif'e göz koymuştu. Bir gece Karacaoğlan yokken çadıra girip Elif'e saldırdı. Elif, bebek beklediğini söyleyerek yalvarsa da, Köse Veli onu tehdit ederek susturdu. O sırada Karacaoğlan Ceritler'in düğününde saz çalarken, sazının telleri birden kırıldı. Bu durumu hayra yormayan Karacaoğlan, düğünden ayrılıp atına atladı ve çadırına rüzgar gibi geri döndü.

Çadırına geldiğinde Elif'i Köse Veli'yle yatağında uyurken buldu. Üzüntüsünden yıkılan Karacaoğlan, her zaman giydiği abayı Elif'in üstüne örterek çadırı terk etti. Uyandığında abanın üstüne örtüldüğünü gören Elif, Karacaoğlan'ın bir daha dönmemek üzere gittiğini anladı. Olanları anasına anlatınca anası öfkeyle Köse Veli'yi bulup öldürdü. Boran Bey de olanları öğrenince, Karacaoğlan'ı bulacağına dair söz verdi. Ancak onu bulamadan öldü.

Elif ise, o günden sonra kara çadırından hiç dışarı çıkmadı ve "Er geç gerçeği öğrenecek, Karacaoğlan bir gün bana geri dönecek" diye durmadan sayıkladı. Elif kadın bu umutla yıllarca Karacaoğlan'ın yolunu gözledi ve obanın "Elif Ana"sı oldu. Karacaoğlan ise yıllar sonra her şeyin aslını öğrendiğinde Elif'i bulmak için tekrar yollara düştü ve nihayet bir gün obaya geri döndü. Köyün en yaşlısı ona Elif'in mezarını gösterdi.

Yaşlı adamın sözlerini duyan Karacaoğlan, sırtındaki sazını eline alıp acı içinde tellere vurmaya başladı:


Şu yalan dünyaya geldim geleli, Tas tas içtim ağuları sağ iken, Kahpe felek vermez benim muradım, Viran oldum mor sümbüllü bağ iken!


Türkü bitince elindeki sazı bir dut ağacına asan Karacaoğlan, köylülere "Bu saz burada kıyamete kadar kalacak!" diye seslendi. Bu sözler Karacaoğlan'ın son sözleri oldu ve Elif'in mezarının üstüne yığılıp kaldı. Obalılar onu Elif'in yattığı tepenin tam karşısına gömdüler.

Derler ki; "Her yıl ilkbaharda o tepenin üstünde biri yeşil, biri mavi iki ışık yükselip gökyüzünde birleşir. Bu ışıklar aslında Karacaoğlan'la Elif'in aşkının gökyüzüne yansımasıdır."

Karacaoğlan'ın sazı yıllarca dut ağacında asılı kaldı. Saz çürüyünce, köylüler yenisini yapıp ağaca astı. Dut ağacı yaşlanıp ölünce oraya yeni bir dut fidanı dikildi. Üzerine asılan saz ise, ne zaman rüzgâr esse kimsenin duyamadığı ezgilere eşlik edercesine gizemli sesler çıkarmaya devam etti.

İNCECİKTEN BİR KAR YAĞAR İncecikten bir kar yağar Tozar Elif Elif diye Deli gönül abdal olmuş Gezer Elif Elif diye Elif'in uğru nakışlı Yavru balaban bakışlı Yayla çiçeği kokuşlu Kokar Elif Elif diye Elif kaşlarını çatar Gamzesi sineme batar Ak elleri kalem tutar Yazar Elif Elif diye Evlerinin önü çardak Elif'in elinde bardak Sanki yeşil başlı ördek Yüzer Elif Elif diye Karac'oğlan eğmelerin Gönül vermez değmelerin İliklemiş düğmelerin Çözer Elif Elif diye





Türküyü Perihan Altındağ Sözeri'den dinlemek için tıklayınız.


ARKADAŞINIZA GÖNDEREBİLİRSİNİZ :





ŞİİR PARKI