AVRUPA GÖRMÜŞ ADAM

PARİS ANILARI

Yeni tanıştığım yol arkadaşlarımla sabah erkenden koyulduk yola. Gerçekten güle oynaya ve konuşa konuşa gidiyoruz. Onlar bana Danimarkayı anlatıyor, ben de onlara Viyanayı. Ben Viyanadayken.... Gördünüz mü? Başkaları ile alay ederken, ben daha yurda dönmeden başladım bilgiçlik taslamağa. Tabiî, serde Avrupa görmüşlük var.

60/70 kilometre sonra hududa geldik. Durduk. Bir Fransız gümrük memuru pasaportlarımızı istedi, aldı, baktı, geri verdi. Keramettin bey gaza bastı. Artık Fransadayız. Yol boyunca köyler ve evler... Evler... Beyaz badanalı, bahçeli ve bakımlı evler.

Epeyce yol aldık. Vakit de öğleye geliyor. İçim rahat. Gider gitmez, Rue de Bossano’da Turizm Büromuzu bulacağım. Muzaffer bey Brükselden eski gazeteci meslekdaşımız Orhan Koloğlu'na telefon etti. Ucuzca bir otel bulacak önceden. Şükür, işlerim rast gidiyor. Bir saate varmaz Paristeyiz. Bonjur Paris!

Tatlı hayallere dalmışken ansızın durduk. Genç bir gümrükçü başını uzattı pencereden. Pasaportlarımızı verdik. Baktı. Geri verdikten sonra da bagajı işaret ediyor. Arkadaşın biri inip açtı. Bagajda fabrikatör arkadaşların Danimarkadan aldıkları bazı âletlerle, ailelerine aldıkları ufak tefek hediyeler var. Benim bavullar arkada yanımda.

Gümrükçü âletlere ve hediyelere baktıktan sonra bizi tam koyverecekti ki kolunda bir şeridi fazla bir gümrükçü daha geldi. Gözlüklü, aksi suratlı biri. Âletleri işaret etti, anlattılar. Derken bir araba içinde 5-6 gümrükçü daha geldi. Üşüştüler mi eşyaların başına. Benim bavullar dahil ne var, ne yoksa yere döküldü. Türkiyeden aldığım Yenicelerle, Brükselden aldığım birkaç paket sigar’a kadar bütün paketler açıldı, ambalajlar yırtıldı. Fransızca bilen Özcan beyin dedikleri para etmiyor.

Hırsımızdan gülmeğe başladık. Gözlüklü bozuldu. Hepimizi küstahça tersledikten sonra, pasaportlarımızı ve arabanın kâğıtlarını alıp arkalarından gitmemizi işaret etti. İki gümrük arabasının ortasında tornistan ettik. Nereye gittiğimizi Allah bilir. Gözlüklü bozuk çalıyor. Derken 45 dakika kadar sonra karakolumsu bir yere vardık. Yeniden pasaport muayeneleri, sorgular, sualler.

Buradaki adam daha bir okumuş, daha bir kibar, belli. Bize nazik davranıyor. Memnunuz. Adam içeri girdi. Gözlüklü hırslı, inceden inceye sigaya çekiyor bizi. Ceplerimizdeki bloknotlara, paralara kadar bakıyor. Özcan bey bir ara, «Arkadaşlar bu kadar yer gezmişler, hiçbir memlekette böyle şey gelmemiş başlarına» dediyse de gözlüklü ters ters, «Burası Fransa» diyerek kestirip attı.

Tekrar bindik arabalara. Belçikaya doğru gidiyoruz. Bir saat sonra hududa vardık. Orada yeniden eşya muayenesi, pasaport kontrolü, yeniden sorgu-sual. Artık gırtlağımıza geliyor. Âmirlerine Özcan bey vasıtasiyle, «Bizi bırakın, Brüksel’e geri dönelim» diyoruz. Adamlar eşyaları gümrükte bırakıp dönüşte almak üzere Paris’e gitmemizi söylüyorlar. Biz direniyoruz. İçerde istişareye çekiliyorlar. Uzun, upuzun dakikalar. Nihayet âmir bey kararı bize bildiriyor. Eşyalarımızı alıp, geri dönebiliriz. Dönüyoruz da. Orüvar Fransa!

Akşam saat beşte varıyoruz Brüksel’e. Yedide Parise bir tren varmış, onunla gitmek istiyorum. Bir gecede iki otel parası vermemek için. Yeniden bilet alıyorum. Nihayet tren hareket etti. Birkaç saat sonra hududu geçtik. Etrafıma kuşkuyla bakıyorum, gözlüklü oraya da gelecek mi diye? Gelen memur, pasaportuma şöyle bir bakıp geri veriyor. Bavullara bakmak değil, sormadı bile. Böylece Parise 10/15 paket Yenice ile 4/5 paket sigarı kaçırabildim ben de.

Parise inmeden yolda Liseden kalma Fransızcamın ve sözlüğün yardımıyla yeni evli bir çiftle ahbaplık kuruyorum. Çocuk Fransız, karısı Belçikalı. O da şair ve gazeteciymiş. Brükselde çıkardığı haftalık Cyrano adlı mizah dergisinin son nüshalarından hediye ediyor bana.

Ben de ona bir şiir kitabımı imzaladım verdim. Çok sevimli ve kibar insanlarmış. Paris'e inince bavullarımı taşımama ve taksi bulmama yardım ettiler. Bu defa sağlam Paristeyim. Şoföre Orhan Koloğlu’nun yer ayırttığı otelin isim ve adresini verdim. Rue Lauriston, Otel Cimaroza.

Işıklar içinde zafer abidesinin kenarından yukarı dönüyoruz. Viktor Hugo meydanı. Paui Valery sokağı ve işte bizim Hotel Cimaroza. Kendimi yatağa zor atıyorum. Yorgunluktan ölmüşüm. Sabah ilk işim Avrupadaki hâlimi anlatan birkaç satır karalamak oldu:

Dilin cehalet
Hâlin rezalet
Gündüz açlık tâlimi
Gece sefalet
Ha gayret Ümit Yaşar
Ha gayret
Sık dişini
Avrupa görmüş adamsın nihayet.

Eyfel Kulesinde

İnsan Parise gider de Eyfel kulesine çıkmaz mı? Ben de Paristeki ilk günümün sabahı doğru Eyfel kulesine gittim. Sanki biraz gecikirsem kaçıracaklar Eyfel’l. Neme lâzım? Ben işimi sağlam tutayım da... Ne olur? Ne olmaz? Öteki turistlerle birlikte sıraya girip 3 üncü kata bir bilet aldım. Dev asansörlerle kuleye doğru tırmanmaya başladık. Her katta bir asansör değiştiriyoruz. Bindiğimiz üçüncü asansör bizi nihayet en tepeye çıkardı. Aşağıda Paris kuşbakışı...

Bu kadar yüksekte insan kulenin sallandığını zannediyor ve üşüyor. Eyfel kulesinden atlayarak intihar edenlerin sayısının hayli kabarık olduğunu duymuş, okumuştum. Her halde bu sebepten olacak, kulenin etrafını, boydan boya kalın, yüksek telörgülerle çevirmişler. Benim Parise gelip, Eyfel kulesine çıkacağımı nasıl da haber almışlar? Hayret!

Tepede bir sandviçle açlığımı bastırayım dedim. Demez olaydım. O gün yemeğe ayırdığım para bitti. Anlaşılan, Pariste aç kalacağım galiba?

İnsan Müzesinde
(Musee de l’homme)

Sabah otelden çıkınca, çok yakında olan Turizm Büromuza giderek Orhan Koloğlu’nu görmüş ve gideceğim yerleri harita üzerinde işaret ettirmiştim. Gezebildiğim müzeleri gezip otele döneceğim. Orhan, akşam otelden alacak beni. Birlikte gezeceğiz.

Eyfel’den inince lıemen karşıdaki D’ıéna köprüsünü geçip Chaillot sarayının bahçesine geldim. Her yerde nefis heykeller, havuzlar, fıskiyeler, çiçekler var. İnsan müzesi de burada. Sora sora giriş kapısını da buldum. Kapıda fotoğraf makinamı aldılar elimden. Merdivenleri çıkıp gezmeğe başladım.

İlk çağlardan itibaren insana ait ne varsa burada. Kafatasları, iskeletler. Taş devri, mağara devri resimleri. Çeşitli ırklar ve çeşitli milletlere ait kalıntılar. İkinci katı da milletlere göre bölüm bölüm ayırmışlar. Büyük vitrinlerde her milletin giyim, mutbak ve süs eşyaları var. Türkiye’ye ait vitrinin fakirliği, eksikliği o kadar belli ki! Kendimizi tanıtmakta ne kadar geri kalan bir milletiz. Küçük küçük Afrika - Asya - Avustralya milletlerinin vitrinleri bile bizimkinden daha zengin, daha gösterişli.

Sen Nehrinde vapur sefası

İnsan müzesinden çıktığımda daha yeni akşam oluyordu. Orhan ’la buluşmamıza daha bir hayli vakit var. Sen nehrinde turist gezdiren vapurlardan birine bindim. Hava da güzel mi güzel. Nefis bir Paris akşamı. İki saate yakın sürdü Sen nehri üzerindeki vapur sefamız. Bir rehber yolda devamlı 3 dilden bilgi veriyor. İçlerinde sadece Notrdam kilisesine ait cümleyi anlayabildim. Duvarlarına sürtünürcesine geçiyoruz Notrdam kilisesinin önünden.

Yol boyunca Sen kıyılarına postu sermiş Bitnikler gördük. Bizde olduğu gibi burada da hepsi uzun saçlı, çirkin kılıklı ve pis. Birbirlerine sokulup serilmişler Sen kıyılarına.

Bir de adımbaşı, birbirlerine sımsıkı sarılmış ya da öpüşen çiftler vardı Sen kıyılarında. O kadar rahat sevişiyor ve öpüşüyorlar ki! Dünya umurlarında değil.

Kalktığımız yere döndüğümde akşam ivice bastırmıştı. Elimde harita otele yürüyerek gelmeğe çalıştım. Birkaç defa yanlış sokaklara girip çıktıktan sonra bulduğum Viktor Hugo caddesi beni Viktor Hugo meydanına çıkardı. Ondan sonrası kolay.

Orhan’la randevu saatimizden beş dakika önce vardım otele. Ne de olsa Avrupa görmüş adamım artık Bunun ilk şartlarından biri de randevularına vaktinde gitmek değil mi?



DE GAULLE'NİN BURNUNUN GÖLGESİNDE

Orhan Koloğlu da Avrupa görmüş bir adam olduğu için tam vaktinde geldi randevusuna. Yanında da bir Alman kız arkadaşı var. Margot. Orhan’ın arabasiyle Parisi geziyoruz.

İşte Şanzelize. İki sıra büyük, ışıklı mağazalar, kahveler. Alabildiğine geniş bsr cadde. Kaldırımlar cıvıl cıvıl. Önce Sen nehrinin yukarılarına çıkıyoruz.Orhan Pariste kalacağım günler içinde göreceğim yerleri gösteriyor. Tuileries Sarayı, Louvre Müzesi, Musée Grevin ve işte ünlü Montmartre’dayız. Oradan Sevastopol caddesine çıkıyor ve Sen nehri üzerindeki adalardan birini kıyıya bağlıyan büyük köprülerinden birinden geçiyoruz. Sonra Saint Germain ve Saint Michel caddeleri... Orhan Sen Mişel’den geçiyoruz deyince, elim sakalıma gitti. Bedri Rahminin ünlü şiirinden iki mısra döküldü dudaklarımdan:

"Herifçioğlu Sen Mişel’de koyuvermiş sakalı
Neylesin Bizim Köy’ü? Nitsin Mahmut Makal’ı?"

Neyse ki ben sakalı Viyanada koyverdim. Orhan anlatmaya devam ediyor. İşte Lüksemburg sarayı ve bahçeleri, işte Panthéon ve işte rassamlarm, şairlerin uğrağı Montparnasse Bulvarı. Nice ünlü şaire, ressama ilham vermiş kahveler boydan boya uzanıyor.

Şimdi de duduklarımda Yahya Kemal’in mısraları:

"Pariste genç iken, koyu Baudelaire - perest idim.
Balkon’la. Yolculuk'la, Güzellik'le mest idim.
Sinmişti şîri rûhuma ulvî keder gibi;
Absent’e damla damla sızan bir şeker gibi."

Çok aradığım halde Absent bulamadım Pariste. Çok merak ediyor ve içmek istiyordum. Yasakmış galiba. Olmadı.

Orhan’la Muftar sokağında (Rue Mouffetard) karar kıldık. Bizim çiçek pazarına benziyor. Küçük, küçücük bir meydan. Daracık sokaklar. İrili, ufaklı bir yığın meyhane. Hemen her milletin meyhanesi var burada Çin'den Cezayir’e kadar.

Önce gezdik sokakları. Bütün meyhaneler silme dolu. Her milletten insan var. Ellerde şarap bardakları, kiminde bir gitar çalınıyor, kiminde çoşmuş şarkı söylüyorlar. Çoğu çift çift gelmiş. Bermutad arada bir öpüşüyorlar. Bu faslı ilerde ayrıca anlatacağım.

Önce bizim koltuk meyhaneleri tipinde bir yere girdik Tezgâhta ayak üstü birer pembe şarap içtik. Sonra başka bir meyhane. Mahzen gibi bir yer. Taş merdivenler... Taş duvarlar... Her taraf küf kokuyor. Yine pembe şaraplarımızı yudumluyor, Türkiyeden bahsediyoruz Orhan’la. Bu gece bütün Avrupa görmüşlüğüm üzerimde. Türkiye nasıl yükselir? gibi çok ciddî konularda ukâlâlık ediyorum habire. Bir dinleyen buldum ya!... Türkçe konuşmaya susamışım da!

Bereket Orhan çok iyi bir insan olduğu kadar, iyi bir dinleyici de, Margot da anlayışlı, kibar kız. Anlamasa bile dinler görünüyor. Arada bir - iki kısa şiirimi okuyorum Orhan İngilizceye çeviriyor Margot’nun çok hoşuna gidiyor bu kısa şiirler. Hele benim - Ağır İşçi - ye bayılıyor.

"En ağır işçi benim
Gün 24 saat seni düşünüyorum."

Arada bir bana dönüyor Margot, ş’lerin üstüne basa basa (Paşşa — paşşa) diyor. Her halde sakalımdan olacak, bana paşalığı pek yakıştırdı. Ben de ona Margo Bacı diyorum. Artık benim adım aramızda (Paşşa), onunki de Margo Bacı kalıyor.

Dönüşümüzde bakıyorum, caddeler tenhalaşmış, ışıklar azalmış. Biraz memnun, biraz mahzun oteldeki garip odama dönüyorum.

"Bir merhamettir yanan, daracık odaların
İsli lâmbalarında, isli lâmbalarında."

Düğmeyi çeviriyorum Kör ampülden soluk bir ışık yayılıyor odama. Soluk ve merhametli...

Longchamp’da

Günlerden Pazar. Sabah baktım giyecek temiz gömleğim de kalmamış. Çamaşırlarımı kendim yıkıyorum ama gömlek imkânsız. Bir kâğıda sarıp otelciye verdim çamaşırları. Pariste yaptığım en büyük hovardalıklardan biri de bu oldu. 4 gömleğimin yıkanıp ütülenmesi ile bir elbise ütüsü 70 - 80 liraya mal oldu bana.

Eksik olmasın yine Orhan geldi sabah. Öğleye kadar gezeceğiz. Bu defa Margo Bacı yok, Bitpazarını, kuş pazarını ve Parisin ünlü Haller bölgesini gezdik. Sonra Boulogne ormanları ve Longchamp. Pariste atyarışı seyredeceğim. Büyük, çok büyük bir hipodrom burası. Güzel, modern tribünler... Nefis bir yarış sahası. Yemyeşil bakımlı çimenler.

Hava çok güzel. Bütün Paris bugün Longchamp'a dökülmüş sanki. Parklarda binlerce otomobil. Tribünlerde oııbinlerce insan... Hepsi de oyun oynuyor. Ben de şansımı deniyor ve bir — iki koşuya oynuyorum Kazanıyorum da! Çıkarken 28 Frank kârlıyım.

Bir hafta sonra yine bir Pazar günü, Erdem Buri, eşi ve Tülây German’la gittik Longchamp’a. Bu defa 50 şer Frank zarar ettik. Meraklıları için yazayım. O gün Fransanın en büyük iki yarışından biri koşulacaktı Longchamp'da 2400 metrelik koşunun ikramiyesi 1. ci gelen at için 1.000.000 Frank. Bizim paramızla 2,5 milyon liradan aşağı değil. Programı okuyoruz. Kimlerin atları yok ki? Ağa Han Varislerinin, Baron Rotchild’in, Eddie Constantin’in adları aklimda kalanlar.

Burada bir de üçlü oynuyorlar ikiliden başka. İkililer çoğunlukla normal paralar veriyor ama, üçlüler pek çok veriyor. Bir hafta önce 1 Franga 36000 Frank veren üçlü, o haftaki büyük koşuda bire 12.000 verdi. Fransızlar çok meraklı at yarışlarına. Longchamp’tan başka Vincennes, Trembiay ve daha birçok yerde her gün yarış var. Her gün ve her gece.

Parisin ayyaşları

Longehamp'a ilk gidişimin gecesi tek başıma Parisi gezmeğe çıktım. Yollarda ve metrolarda oldukları yere sızıp kalmış Parisin ünlü ayyaşlarını gördüm. Kadınlı erkekli ve pek çoğu yaşlı ayyaşlar, kafayı bulup, birer köşeye kıvrılmışlar. Kimsenin baktığı, karıştığı yok. Herkes kendi hayatını yaşıyor Pariste.

Metro’yu artık öğrendiğim için Montmartre’a kadar metroyla gittim o gece. Mütevazı bir yemekten sonra birkaç saat caddeleri, sokakları gezdim. Sonra yine metroyla Montparnasse’a indim. Çoğunlukla genç Türk ressamlarının devam ettikleri Café Select’e ve Select Latin'e uğradım. Birer kahve içtim. Masalar dolu dolu. Her milletten, her kılıkta insan var. Tek oturanlar parmakla gösterilecek kadar az. Pek çoğu çift ya da 3/5 kişilik guruplar halinde gelmişler. Bir an içimde müthiş bir yalnızlık duydum. Bir hüzün çöktü. İstanbul’u özlemişim.

Acayip kılıklı, uzun saçlı gençler caddelerde yerlere resimler çizmişler, gelip geçenin para vermesini bekliyorlardı. Dilencilik hayli modernleşmiş Paris’te. Bazısı da akerdeon, ağız mızıkası, gitar çalarak yapıyorlardı bu işi. Çirkin ve pis bir kızla bir erkek de kocaman Credit Lyonnais binasının önünde icrayı sanat ediyorlardı.

Güyâ hokkabazdı erkek. Kocaman ve iğrenç bir böceği eline alıp koynuna sokuyor, sonra da çıkarıp yüzüne koyuyordu. İkinci marifetiyse ağzına ispirto doldurup bunu havaya püskürterek yakmaktı. Yerler pislik içindeydi. Kız da bu pislik içine atılan parsaları topluyordu. İki adım ötedeki polis burnunu kaldırmış bu tarafa bakmıyordu bile. Mağrur, kendinden emin bir hâli vardı.

Çoğu yabancıydı meraklıların. Parisli çoktan kanıksamıştı bunları. Aldırdığı bile yoktu. Şımarık, küstah, terbiyesiz ve kendini beğenmiş Parislilerin adedinin hiç de az olmadığını kısa zamanda öğrendim Pariste. Her hallerinden kibirlilikleri ve kendini beğenmişlikleri belli oluyordu. Sanki hepsinin üzerine De Gaulle’ün muhteşem burnunun gölgesi vurmuştu.

Pigal

Bir gece de Pigal'i gezdim tek başıma. Çeşitli eğlence yerlerine girip çıktım. Pigal'in yan sokakları çeşitli kabarelerle, barlarla ve sokak kadınlarıyla doluydu. 5/10 adımda bir müşteri bekliyordu sokak kadınları. Benden önce Paris’i görmüş arkadaşlarımdan duymuştum: Bu kadınlar gelip geçen erkeklere lâf atarmış. Bir hayli dolaştığım halde, bana bir lâf atan çıkmadı. Her halde sakalıma hürmet ettiler.

Pariste görebildiğim eğlence yerleri: Elle et Hut, Oubliettes ile Carousel revüsü oldu. Çok pahalı yerler, cüzdanı hafif olanlar tavsiye edilemez. Bu sebepten çok arzu ettiğim halde bizim Tülây German'ın çalıştığı Tsarevitch gece kulübüne dahi gitmek kısmet olmadı. Bir gece geçerken Erdem göstermişti yerini. Kapıda resmi vardı ve altında adı yazılıydı: Toulai...

Gittiğim günlerde Olymphia'da Mr. Dinamit diye anılan James Brovn’un konseri vardı. Bütçeme çok ağır gelen bileti güçlükle buldum Fakat şahane bir konserdi. Şahane bir salondu. Bu salonda bir gün bir Türk sanatçısını dinlemek ne büyük bir zevk olurdu kim bilir? Örneğin: Timur Selçuk’u...

Gidebildiğim tek tiyatro (Huchette) oldu. Minicik bir oda tiyatrosu ve 11 yıldır ayni oyunu oynuyorlar lonesco’nun La Cantatrice Chauve (Kel Şarkıcı) adlı oyunuydu bu. Söylenenleri tam anlıyamadığım için tadına da tam varamadım, fakat bana oyuncular 11 yıldır aynı oyunu oynaya oynaya, artık kendi benliklerinden çıkıp lonesco’nun tipleri olmuşlar gibi geldi. Usanmış, bezgin bir halleri vardı.



PARİSTE HERKES ÖPÜŞÜYOR

Dedim ya Pariste herkes öpüşüyor. Sokak, metro, park, sinema, kahvehane... Aklınıza neresi gelirse hepsinde öpüşüyor Paris. Hele metrolarda, ya da lokantalarda bayağı tuhafına gidiyor insanın. İlk günler «Yahu! Bunların evleri yok mu?» diye düşünürken, sonraları ben de alıştım. O kadar ki öpüşmeyen genç çiftlere bayağı kızıyor, içerliyordum içimden. Bu defa da «Bunlar deli mi ne? Neden öpüşmüyorlar?» demeğe başladım. Avrupa görmüşlük başka şey canım!

Luvr Müzesinde

Luvr’u gezmek için iki koca gün ayırmıştım, yine yetmedi. İnsan yıllardır duyup okuduğu ünlü sanat eserlerinin asılları karşısında bayağı heyecanlanıyor. İşte! Milo Venüsü! Yüzyıllardır eskimeyen güzelliğiyle karşımda. Bakmaya doyamıyorum. Eski Yunan, Roma ve Mısır heykellerinin, kabartmalarının, fresklerinin bulunduğu salonları gezmek koca bir günümü dolduruyor. Sanatın ölmezliği karşısında insan olarak aczimizi bir kere daha anlıyor, ertesi gün yine gelmek üzere çıkıyorum Luvr’dan.

Resim bölümü de değeri ölçülemiyecek kadar güzel ve emsalsiz. Büyük büyük salonlarda Raphael’ler, L. de Vinci’ler, El Greco'lar, Rubens'ler, Vermeer’ler, Rembrandt’lar, Dürer'ler, Davit’ler, İngres’ler. Seyrederken zevkten ve heyecandan âdeta nefesim kesiliyor. İşte ünlü La Joconde! Esrarengiz tebessümüyle bir çerçeveden bakıyor bize. Sonra İngres’in odalığı (La grande Odalisque).

İkinci gün çıktığımda yine akşam olmak üzereydi. Tuileries bahçelerini de gezdikten sonra döndüm otele.

Empresyonistler Müzesi ve İsviçre Kolleksiyonu

Tuileries bahçelerinden Concorde meydanına çıkarken sağda ve solda iki büyük galeri var. Birini yalnız empresyonistlere ayırmışlar. Cezanne, Degas, Gauguin, Manet, Monet, Pissaro, Renoir, Lautrec v.b... Ancak reprodüksiyonlarından gördüğüm en güzel, en ünlü tablolarıyla karşımdalar hepsi. Doyasıya bakıyor, hafızama kazımağa çalışıyorum her birini.

Diğer galende de İsviçre'nin resim kolleksiyonu vardı. Orada da Manet’den Picasso’ya kadar bir çok dev ressamın dev tablolarını gördüm, öylesine mutluyum ki! Gayri ölsem de gam yemem.

Mamafih; «Ben Paristeyken» demeden ölürsem gözüm açık gider.

İsviçre Kolleksıyonunun teşhir edildiği L’Orangerie’de bir salonun duvarları baştanbaşa Monet’in Nilüferleri ile kaplıydı. Fakat bunlar İsviçrelilerin değil. Sadece Monet’nın Nilüferleri sürekli olarak bu salonda duruyormuş.

Rodin Müzesi, Musee Grevin

Otelden sabah erkenden çıkıyor, soluğu bir müzede alıyorum. Müzelerin pek çoğunda fotoğraf makinasına ses çıkarmıyorlar. Fakat neden bilmem Rodin Müzesi’nin kapısında fotoğraf makinamı aldılar. Resim çekmek yasakmış. Bahçe kapısından girince Düşünen Adam karşıladı bizi. Bir düşünmeğe başlamış... Yumruğu çenesinde hâlâ düşünüyor adam. Sanki adam değil Nasreddin Hoca’nın hindisi mübarek. Burası da baştanbaşa bir sanat hazînesi. İnsan ne söyliyeceğini bilemiyor.

Bir gün de oldu olacak Müze Grevin’i göreyim dedim Burada da balmumundan yapılmış, üzerlerine orijinâl kıyafetleri giydirilmiş heykeller daha doğrusu mankenler var. Napolyondan De Gol’e, Jan Darktan Brijit Bardo’ya, Mari Antuvanetten Sofia Loren’e kadar çoğu Fransız olmak üzere çeşitli ünlü kişiler bir arada. Burada da insan âdeta tarihi yaşıyor. Mankenler sanki canlılarmış da biraz sonra yürüyecekler gibi... Bir küvetin içinde Marat yatıyor, öldürüleli daha bir kaç dakika olmuş sanki. Kanı bile kurumamış henüz. Narin yapılı C. Corday biraz ilerisinde, gözleri korku ve heyecandan büyümüş.

Napolyon için ayrı bir salon yapmışlar. Burada Napolyon devrinin 48 ünlü siması bir arada. Bu salondan çıkarken kapıda bir vitrin içinde de Napolyonun ünlü şapkası. Napolyon... Napolyon... Napolyon... Zaten Pariste Napolyonun girmediği yer yok gibi bir şey. Zaten bence Paris, Napolyonun şapkasıyla De Gol’ün burnu arasında kalmış!

Napolyonun Mezarı ve Pantheon

Artık Parise kadar gelmişken Napolyonu görmemek olmazdı. İnvalides sarayındaymış mevsim dolayısile. Kalkıp gittim. Bekletmeden aldılar içeri! Büyük salonun ortasında ve aşağıda Napolyonun mezarı. Salondan da bakılablliyor, aşağı da inilebiliyor. Muhteşem kabrin çevresinde 12 melek sıralanmış. Duvarlarda Napolyonun zaferlerini, eserlerini canlandıran mermer kabartmalar. Lahdin çevresinde de 8 büyük savaşının adları yazılmış yere.

Napolyon yalnız sıkılmasın diye olacak bir kaç yakınını da almışlar yukarı salona. Ünlü mareşali Foch’un tabutu ve mezarı çok muhteşem. Foch elinde kılıcı, sırtüstü yatmış halde. Üzeri açık.. 4 asker taşıyor tabutunu. Bir Chopin’in cenaze marşı eksik.

Napolyondan sonra diğer Fransız büyüklerini de göreyim dedim, kalktım Pantheon’a gittim. Salonu gezdikten sonra, bir bekçi bizi mezarlara indirdi. Benden başka çeşitli milletlerden 20-30 turist daha var, Mezarın kapısında kocaman bir vazo gösterdi adam bize, içinde Gambetta’nın kalbi varmış. Her halde De Gol’ün burnunu da böyle büyük bir vazoya koyarlar diye düşündüm, içerde öğrendim ki niyetleri başkaymış, sırası gelince anlatacağım.

Mezarın kapısı açıldı Solda Voltaire yatıyormuş, sağda J.J. Rouseau. Bazı salonlar tek kişilik, bazısı iki. Bir kısmı da daha kalabalık. 5-8 kişilik olanları da var. Mezar değil, otel sanki! Durumu elverişli olan tek kişilik oda tutuyor. Jean Jaurès yalnızdı. Viktor Hugo ile E. Zola iki kişilik bir oda tutmuşlar. Her halde canları sıkılmıyordur. Napolyon’a vekillik etmiş 41 kişiyi de Pantheon’a gömmüşler. 5 er, 6 şar kişilik odalarda yatıyor adamcağızlar.

Bekçinin verdiği bilgiye göre 260 kişilikmiş Panthéon. 58 i dolu, 202 si boşmuş. Yanımda Londra B.B.C. Radyosundan gazeteci arkadaşım Hilmi Yavuz vardı. O çeviriyor adamın dediklerini. Dolaşırken iki kişilik boş bir hücre gördük. Hayli uzun iki mermer yatak koymuşlar karşı karşıya. Meraklı bir turistle bekçi arasında söyle bir konuşma geçti.

— Bu hücre boş mu?

— Şimdilik boş. De Gol'e ayrıldı burası.

— Fakat, iki yer var.

— İyi ya. Birinde kendisi yatacak, birinde burnu!

Böylece De Gol'ün burnu ile ilgili merakımızı da gidermiş olduk.

Ancak; Gambetta’nın kalbini Dö Gol'e verip, vazoya onun burnunu koysalardı daha iyi ederlerdi bence.

O akşam Hilmi Yavuz’la Hürriyetten gazeteci arkadaşımız Gökşin Sipahioğlu'nun evine uğradık birer akşam viskisi içmeğe. Gökşin hayli kederliydi. İki gece önce, yeni tanıdığı bir kadın 100 dolarıyla 100 Frangını çalıp, kaçmış. Bizim oturduğumuz 1 saat içinde 3-4 kadın aradı Gökşin'i. Sonunda biri de eve geldi, oturdu. Amerikalıymış. Gökşin'in de Orhan Koloğlu gibi koleksiyon merakı var. Orhan pipo kolleksiyonu yapıyor, Gökşin de kadın!

Gece Hılmıyle biraz dolaşıp Muftar sokağına gittik. Bir Cezayir lokantasında Sakaşuka adlı bir yemekle kuskus yedik, şarap içtik. Yemek listesinde - Türk lokumu - da vardı

Çıktığımızda hafif yağmur yağıyordu. Bir kahveye girdik oturduk. Hilmi yanındaki masada oturan 3 kızla yarenliğe başladı. Ben de yağmurun durmasını bekledim. Sonra Metro’ya binip otele döndüm.

Loti'nin torunu ve iki Fransız gazetecisiyle

Orhan Koloğlu. Honoré sokağındaki evinde iki gece üstüste yemek verdi. Salonu küçük olduğu için konuklarını ikiye bölmüş. Yalnız ben iki geceye de davetliyim.

Margo Bacı’nın nefis yemekleri ve Orhan'ın evsahipliğiyle unutamıyacağım iki gece geçirdim. Birinci gece P. Loti'nin torunuyla hanımı, Turizm Büromuz Direktörlerinden Mukadder beyle hanımı, Hilmi Yavuz, şimdi maalesef adlarını hatırlıyamadığım karı koca bir Türk ailesi ve ben vardık. Ankara Sanatsevenler Kulübünden tanıdığım şiirsever Mukadder beyle şiirler okuduk karşılıklı. Benimkileri Fransızcaya da o çevirdi. İkinci gece iki Fransız gazetecisiyle hanımları, Fransada tiyatro öğrenimi yapan Ankara Devlet Tiyatrosundan iki sanatçı vardı. Bu gece de okuduğum şiirleri Fransızcaya çevirmek görevi Orhan’a düştü. Daha çok kısa, esprili şiirler seçtim, Orhanı çok yormamak için.

Pariste son gün

Yarın sabah erken saatlerde trenle Amsterdama hareket edeceğim. Bir ara Erdem Buri’yi gördüm, vedalaştık. Erdem’le sokakta gezmek ayrı bir zevk oluyor benim için. Çünkü boyu benden bir kaç santim kısa. Herkesin bana tepeden bakmasından artık usandığım için, rahattım Erdem'in yanında.

Sonra Orhan’la buluştuk. İyi çocuk, hoş çocuk amma fazla uzun boylu. Ne yapacaksınız gülü seven dikenine katlandık. Biz de birbirimize katlana katlana Sacre Coeur’e çıktık arabayla. Ressamların toplandığı meydanda onlarla birlikte resimler çektik. Omuz omuza ressamlar, paletler, boyalar, tuvaller. Parisin en renkli yerlerinden biriydi burası.

İstemiyerek ayrıldım buradan. Saat 13’de Barclays’in artistik direktörüyle randevumuz vardı. Timur Selçuk’un bestelediği «Ayrılanlar İçin» şiirimin telif hakkımı almak için konuşacaktık. Çünkü Türkiyede başvurduğumuz firma yetkilileri Parlsten ödeneceğini söylemişlerdi. Oysaki Türkiyede ödenecekmiş, öyle söyledl artistik direktör bayan. Yalnız benimle mukavele imzalamayı da ihmâl etmedi. Dediğine göre bunu Türkiyedeki temsilcilerine verir vermez telif hakkımı alacağım. Gelir gelmez dediğini yaptım amma hâlâ telif hakkımı almış değilim.

Sabah erken saatlerde kalktım ertesi gün Orhan gelip aldı. Gar du Nord’a götürdü, bıraktı. Garda da öpüşen öpüşene. Benim anladığım Parisliler öpüşüyorlar, öpüşüyorlar amma öpüştüklerinin farkında bile değiller. Ben buna öpüşmek mi derim?

Adiyö Paris...



PARİS ŞİİRLERİ

PARİSTE BİR OTEL ODASINDA
YASTIĞIMA YAZDIĞIM ŞİİRDİR

Gecelerdir sana dayadım dertli başımı,
Yumuşaksın yastık, beyazsın, tertemizsin.
Biraz konuşsan benimle ne olurdu?
Söyle yastık, söyle neden dilsizsin?

Akar gözyaşlarım üstüne bir sel gibi,
Yastık! Sen ne bilirsin çektiklerimi?

İstanbul'dan çıkmıştım bir yaz sabahı,
Böyle deli divane yollara düşmüşüm...
Ne bir soran var derdimi, ne bir anlayan
Gayri ben ölmüşüm yastık, ben ölmüşüm!

Belki yarın, alır götürürler beni.
Yastık! Sen ne bilirsin çektiklerimi?

Şehirler gördüm ben, nice insanlar
Hiç biri hâlimi anlamaz, dilimi bilmez.
Yitirdiğim bir şey var yastık, anlasana!
Beklerim gelmez... Beklerim gelmez...

Anlamazsın sana bir bir döksem içimi.
Yastık! Sen ne bilirsin çektiklerimi?

Bak! Böyle yapayalnız kodular beni!
Kaçtı huzurum, kırıldı kolum, kanadım...
Senin unutacak bir şeyin yok ama
Ben unutamadım yastık, ben unutamadım.

Söyle kim geri getirecek bana yitirdiğimi?
Yastık! Sen ne bilirsin çektiklerimi?

Baksana uykusuzum kaç gecedir?
Nerde o aylar öncesi gördüğüm rüyâ?
Bir diyeceğim var darılma yastık;
Ben bitmişim gayri, vız gelir dünyâ!

Uyuyamam, yumsam bile gözlerimi.
Yastık! Sen ne bilirsin çektiklerimi?

İstanbulmuş, Parismiş, yok bilmem neresiymiş?
Gözümde hiç bir şeyin değeri kalmadı artık,
İşte gelip koydum üstüne dertli başımı;
Ne olur saçlarımı biraz okşa yastık.

Ve yıllar geçse de bu geceyi unutma e mi?
Yastık! Sen ne bilirsin çektiklerimi?

Paris, 21/22 Eylül 1967


DÜŞÜNEN MAYMUN

Düşünen bir maymun gördüm Pariste;
Kapanmış içine demir kafeslerin,
İnsanlar sarmış dört yanını, gülen insanlar,
Oysa farkında değil onu çağıran seslerin.

Dünya sorunlarını çözümleyecekmiş gibi
Öylesine dalıp gitmiş ki derinlere...
Kadınmış, erkekmiş, çoluk-çocukmuş!
Aldırdığı bile yok çevresindekilere.

Belki büyük ormanlar geçiyor aklından:
Kocaman ağaçlar, iri yapraklar yemyeşil,
Sıçramış bir dalın üstüne, artık kafeste değil.

Çaresiz gözlerini dikmiş bir noktaya;
Düşünüyor belki de nasıl tutsak olduğunu!
Zavallı maymun! Unutmuş maymunluğunu!..


DÜŞÜNEN ADAM

Bir adam düşünüyor Pariste, tunçtan
Yumruğuna dayamış yorgun başını;
Henüz yılmamış, yıkılmamış çaresizlikten,
Nice yıllar sabırla gizlemiş gözyaşını.

Kemikli, kocaman elleri gerilmiş hırsla,
İnce ve mahzun dudakları yarı açık...
Onun da bir aşkı olmalı, onun da kalbi;
Bırakın, düşünen adam ağlasın artık!

Alnına dökülmüş saçlarını toplasın bir el,
Bir ses fısıldasın kulağına — Kalk, ben geldim:
Sımsıcak bir öpüş ansızın ona can versin.

Kim bilir kaç yıl geçmiş aradan, kaç mevsim?
Şimdi birdenbire yerinden fırlayacakmış gibi
Yılların arkasından çağırıyor Rodin’i.


PARİS BÖYLE DEĞİLDİ ESKİDEN

- Değerli Dost Agasi Şen'e -

Bulvar kahvelerinde yapayalnız oturdum
Ormanlarında gezerken yanımda kimse yoktu
Şarkılar taşmıyordu evlerden sokaklara
Çalgılar susmuştu, pikaplar bozuktu

Çıldırtan bir kahırdı içime işleyen
Ne ben anlatabildim, ne kimse hâlimi bildi
İnceden bir yağmur yağmıyordu Paris'
e Kadınlar nefes kesecek kadar güzel değildi

Ne şarabında tat buldum, ne meyhanesinde
Uyuz bir köpek gibi geçtim önünden kabarelerin
Yaşlı orospular bile beğenmediler beni

Yağlı boya resimlere benzemiyordu rengi gecelerin
İçime sığmayan upuzun bir gariplikti
Ya ben fazlaydım Paris'te, ya bir şey eksikti.

ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN
Cumhuriyet, 16-19 Ekim 1967, S. 5

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI