Her şey, oradaki her insan, her devinme bugünkü gibi gözümün önünde. Defteri temel ederek, o günkü anılarımı aşağı yukarı
defterdeki gibi yeniden yazıyorum. Aradan çok zaman geçti, ama Batöz ırgatlarının yaşayışlarıyla ilgilendim. Baktım gördüm, öğrendim ki,
her şey olduğu gibi duruyor. Bugün elimde olsa da gene ırgatlığa başlasam, göreceğim, tıpıtıpına aynı yaşayış. Yani demem o ki, ben şimdi,
1941 ve 1942'yi yazıyorum ya, siz bunu 1962 yazındaki Batöz ırgatlarının yaşayışı olarak kabul etmelisiniz.

2 Mayıs 1941
Çoktan gün doğmuş. Yorgunum... Çok yorgunum. Nedir bu
yorgunluğum? Bir karanlık içine gömülmüşüm. Yataktan hiç kalkmak istemiyorum. Kalkıp da ne yapacağım ... Çarşıya ineceğim. Çarşıda bir aşağı, bir yukarı dolaşacağım. Pehlivan Ustayı
bulup da konuşacağım. İkimiz de dertli insanlarız. Usta, kunduracı dükkanında. İyi bir adam, çok zeki. .. Dünya üstüne çok şey biliyor. Sonra ne olacak? Hiiiiç... Savrun'un oraya gidip bir baştan bir başa, suyun kıyısını dolaşacağım. Suda balıklar var.
Balıklar arka arkaya tirkenmişler. Yukarı doğru uçup gidiyorlar. Suyun dibi aydınlık. Çakıltaşları bir bir gözüküyor. Suyun altı ışığa boğulmuş. Kızgın bir güneşi var. Suyun altı dışarıdan daha aydınlık. Savrun Suyu güneş ışığını toplayıp hep altına çekmiş. Savrun toprakta, güneşin alabildiğine çöktüğü toprakta açılmış aydınlık bir yol gibi.
Her zaman eve gitmekten, gidip o belalı havayı almaktan korkarım. Bugünler hiç öğle yemeği yemiyorum. O kadar zayıfım ki, kaburgalarımı, aydınlık Savrun Suyunun aynasında sayıyorum. Suda kaburgalarımı saymak hoşuma gidiyor. Bunu bir oyun ettim. Bereket ki, bu halimi kimse görmüyor. Soyunup çalıların arasına gizleniyorum. Öylesine bakıyorum. Sonra suya girip yıkanıyorum. Yıkanmak beni biraz daha acıktırıyor. Arı üstüne şiirler yazıyorum. Açlığı iyice çekeyim ki, ilerki yazdığım hikayelerimde, açlığı iyice anlatayım. Aklımda hep bu. Hayaller içindeyim. Hikayeler kurmak, şiirler tasarlamak hoşuma gidiyor.
Yorgunum... Yataktan kalkamıyorum. Kalkmak da istemiyorum. Anam içeri girdi. Başımı yorganın altına soktum.
Söylenerek dışarı çıktı. Az sonra gene içeri girdi. Hışım gibiydi. Öfke içindeydi her günkü gibi. Onu görmüyorum ya, biliyorum.
İlk söyleyecegi söz ezberimde. Şimdi neredeyse:
"Daha yatıyor, daha yatıyor. Aman Allahım ... " diyecek.
Düşünmeye kalmadı, hemen patladı:
"Aman Allahım, aman Allahım, bir insan bu zamana kadar, gün kuşluğa kadar yatar mı? Onun için hiç kısmetimiz yok. Onun için bu evde bet bereket kalmadı. Vay benim başıma, toprak benim başıma. Amcasının oğlu hiç okumadı, birinci sınıfta
dokuz yıl kaldı da gene adam oldu. İş güç sahibi oldu. Sen git Adanalarda oku da, dirsek çürüt de gene işe yarama. İş vermezler ya... Sana iş verirler mi? Katiplik verirler mi? Sen fakir fukuraya ekmek vereceğim, toprak vereceğim diye söyle, hükümetimize karşı koy, bir de dinsiz ol, karşı gel güzel hükümetimize, bir de sana katiplik versin öyle mi? Vermem, ben de vermem hükümetimizin yerinde olsam..
Diyorum ki, var git hükümete, böyle böyle de, benim size karşı koymuşluğum yok. Ben Ağaların sizden daha çok yanındayım. Bir kusur işledik, bilmedik, cahil idik. Kul kusursuz olmaz. De ki, bizim böyle düştüğümüze bakmayın, biz de Dördüncü Ordunun Beyi Ağasıydık. Başıma türlü işler geldi, muhacir olduk da bu Çukurovada bu hallere düştük. Fıkara düştük. Yoksa biz birinci Ağaydık Dördüncü Orduda... Bir kusur işledik fıkaraların yoluna düştük.
De ki, benim babam vurutmadan çok zengin idi. Düşmez kalkmaz bir Allah... Böylece söyle.
Sen söylemezsen, ben gider hükümetimize böyle böyle söylerim. Benim oğlum Ağadır, Beydir.
Yanlış bir yola düşmüş biz hiç fıkaranın yanında olur muyuz? Fıkara kısmı kötüdür. Biz bilmez miyiz? Hiç adam olmaz onlar. Onları Allah fıkara yaratmış. Biz fıkara yaratılmadık ki, onların yoluna düşelim.. Benim oğlumu Adanadaki efendiler kandırdılar da asıl yolundan çevirdiler. Fıkaralar toprağı nidecekler, ekmeği nidecekler? İşte yaşayıp gidiyorlar. Aç mezarı gördük mü? Allah herkesin kısmetini kendine göre verir. Ben şimdi, hükümelimize giderim de Kaymakama bir bir söylerim. Biz, Dördüncü Ordunun birinci Beyiyik. Hiçbir vakit de fıkaraların yolunda olamayız. Benim oğluma iş verin, katiplik verin, derim.
Derim ki Kaymakama, gel de evdeki kitaplarını gör oğlumun,
gece gündüz okur. Bir akıl var ki oğlumda, aklı her bir şeye erer. Urusu, Alamanı bilir. Oralarda ne oluyor bitiyor, hepsini bir bir bilir. Babası da bilirdi. Sen bizi böyle belleme eeeey Kaymakam,
babasının sağlığında, soframız yerden kalkmazdı. Sürü sürü koyunlarımız vardı. Ovalarda yılkı yılkı Arap atlarımız yayılırdı. Sandık sandık paralarımız vardı.
Eğer yalan söylüyorsam eeeeeey Kaymakam, iki gözüm önüme aksın. On yıl bizim soframız hiç yerden kalkmadı. Çukurovanın tüm fakiri, tüm yoksulu, Koca Sadığın sofrasında doyardı. Öküzsüze öküz, tohumsuza tohum verirdi. İnanmazsan git de Koca Göğceli köyünden sor. Arı Ahmet komşumudu, ona sor. Sefçe Kaya kardaşımızdı, aksakallıdır, yalan söylemez ona sor.
İşte ben gidiyorum, doğru, doğru Kaymakama gidiyorum."
Tam gitmeye hazırlandı, ben başımı yorgandan öfkeli çıkardım. Hep böyle, her gün böyle olur. Öfkeden sıcak yorganın içinde deliye dönmüşüm. Yüreğim küt küt atıyor.
"Sen gider Kaymakama böyle konuşursan beni bir daha göremezsin. Başımı alır da giderim. Uzak diyarlara giderim. De git... Git bakalım... "
Anam yumşadı. Öfkesi indi. Her gün bu böyleydi.
Yanıma geldi, saçlarımı okşamaya başladı. Gözleri yaş içindeydi. Buna dayanamıyordum işte. Bu kadının hali beni öldürüyordu. Gerçekten kıt kanaat geçiniyoruz. Amcam bize biraz buğday, biraz un veriyor. Yağ yüzü görmüyoruz. Çalışmam gerek. Ama iş yok.
Saçlarımı okşayarak anam gene başladı:
"Bu kasabada, şu Türklerde senin gibi var mı ki? Senin gibi okumuş, hem de Adanalara gitmiş, büyük mekteplerde okumuş? Bak güzel oğlum, sen fıkaraya yardım mı edeceksin, baban gibi ol. Baban gibi zengin ol. Aç büyük bir oda, ser sofrayı odaya, gelen yesin, giden yesin. Sen fıkarayı seviyor musun, ol büyük bir katip, yeme içme, zengin ol, öküzsüz kalmış fıkaraya öküz al. Tohum ver. Onlar bahar gelince aç kalırlar, ambar
ambar buğdayların olsun da baharın fıkaralara dağıt.
Şimdi inat ediyorsun, hem sen aç kalıyorsun hem de fıkaralara bir şey yapamıyorsun. Bir lokma ekmek veremiyorsun. Ben fıkarayı sevmez miyim güzel oğlum... Sen gözünle gördün, o Kürt Resulün
oğlunu aldım eve de, bu halimde, bu fıkaralığımda bir ay beslemedim mi? Sen katip ol, senin anan kazancıyın bir kuruşunu yemeden hepsini fıkaraya vermezse başını al da var git yabancı ellere, bir daha da yüzüme bakma... Bir kuruşunu bir kuruşunu yemem. Haram olsun yersem. Cehennemde yanayım."
Ben bu arada başımı yorganın altına sokar ağlardım. Gene
başımı yorganın altına soktum. Anam ben öyle yapınca perperişan yatağın dört bir yanında dönerdi. Gene öyle yaptım.
"Yok yok, gitmem Kaymakama. Sen de gitme. Allah kerim.
Bir kapı örterse binini açar" dedi.
Sonra ekledi:
"Benim aklım ermez. Hiç ermez yavrum. Sen okudun, yazdın, kaleminden kanlar damlar. Herkes diyor ki, senin oğlun gibi akıllısı yok, yok amma, Allah bir kere onu şaşırtmış. Dinsiz olmuş, hükümete karşı gelmiş. Dedim ki onlara benim oğlum dinsiz olmaz. Dedesi yedi kere Hacca gitti. Babası namazını hiç
kazaya koymazdı. Koca Sadığın başı gider de namazı gitmezdi. Benim oglum Urus olmaz. Biz Urusun elinden kaçtık da buralara düştük. O gavurun yüzünden bu hallere düştük. Yoksa
biz Dördüncü Ordunun birinci Beyiydik. Gulihan Bey, benim oğlumun öz bir amcası olur, dedim. Gulihan Beyin çok köyleri vardı. Gulihan Bey, Dördüncü Ordunun kartalıydı, dedim...
Canını sıkma oğlum... Allah bir aydınlık yol gösterir bize de...
Şu zenginlerin toprağını mallarını dağıtmaktan vazgeç. Beş parmağın beşi bir mi? Allah fıkarayı fıkara zengini zengin yaratmış. Sen zenginlerin mallarını alır da fıkaraya verirsen, fıkaralar onu götürür gene onu zenginlere verir. Bak amcayın eline babanın bu kadar malı kaldı. İki yılda altından girip üstünden çıkmadı mı? Hepsini zenginlere yedirmedi mi? Gene de sana derim ki, bu sevdadan vazgeç. Fıkaraya yardım edeceksen zengin ol. Mal canın yongasıdır. Bu zenginler seni öldürürler. Öldürürler ya... sen onların tüm mallarını al da dağıt... olur mu? Öldürmezler mi?"
Ben hiç ses çıkarmadım. Bugün de öyle... o söyledi söyledi...
Sonra gülerek geldi, beni öptü öptü:
"Anayın kusuruna kalma yavru" dedi: "Seni çok kırıyorum.
Ama içim götürmüyor. Koca Sadığın oğlu böyle olsun... Ellerin sümüklü, hiç okumamış oğullannın eli ekmeğe yatsın de, Koca Sadığın oğlu böyle sersefil kalsın. Buna dayanamıyorum. Herkes
sana kötü gözle baksın, dinsiz imansız desin... Urus olmuş desin, Urusla konuşuyor her gün dağa çıkıp desinler. Buna dayanamıyorum... Yalan, yalan, yalancılar."
Elimden okşayarak tuttu:
"Kalk acıkmışsındır. Tavuk yumurtladı. Ocakta. Kalk da
ye...''
Kaldırdı, doğrulttu beni.
Canım yumurtayı hiç sevmiyor. Ama yemezsem yumurtayı anam kıyameti koparır.
Kalktım, giyindim, dışarı çıkıp yüzümü yıkadım. Sofraya
oturdum. Anam boyuna konuşuyor. Ben ağlamaklıyım. Lokmalar boğazımdan gitmiyor. Zorla yiyorum. Bitse, bitse de şu kahvaltı, kendimi bir Pehlivan Ustaya atsam. İnsanların
zulmünden, kötülüğünden, güzelliğinden, iyiliğinden konuşsak...
Can kurtarıcım Pehlivan Usta. Ustanın yanında çalışsam... Çoktan beri bunu kuruyorum. Eskiden, Ortaokula gitmeden Ustanın yanında çalışmıştım. Korkuyorum söylemeye. Ustanın işi az. Çok az da kazanıyor. Biliyorum buna çalışma denmez.
Sonra çalışmama karşılık para da verir. Ama onun az olan kazancını paylaşmış olurum. Ama bana bir iş gerek. Yoksa kahrımdan, bu her günkü anamın halinden çatlayıp öleceğim.
Yumurtayı apar topar yeyip kendimi dışarı attım.
Anam arkamdan seslendi:
"İnşallah hayırlı bir işle gelirsin... "
Hiç umut yok ama bir şeyler yapmalıyım... Ne yapmalıyım?
Savrun kıyısına gittim. Oradan Sülemişe çıktım. Sülemişe
çıkmaktan korkuyorum. Bir gören olursa, beni buradan alır doğru Candarma Dairesine götürürler. Candarmalar da bana Rusyayla konuştuğum telsizimin yerini sorarlar. Birkaç kere
oldu bu. Döğmüyorlar. Telsizim falan yok, ben örnrümde telsiz görmedim, diyorum, inanmıyorlar.
Bir Yüzbaşı var biraz akıllı bir adam. Beni sorguya çekiyor, çekiyor, inanmış görünerek telsizimi soruyor. Ben kızıyorum, gülüyorum, o da kızıyor, sonra da gülüyor. Benim telsizim bir sır. Sülemişe çıkmağa bayılıyor. Biraz inattan olacak. Ben Sülemişe çıkıyorum. Ne yaparsanız yapın dernek istiyorum. Sülemişin tepesinden Çukurova bir görünüyor ki... Mavileşen, denize benzeyen bir düzlük... Sonra çizgi gibi karlı dağlar.
Çimenlere yattım. Benden ne istiyorlar? Ne söyletmek istiyorlar? Ben ne yaptım ki şu insanlara? Bu kadar zulmedilir mi? Dolup taşıyorum. Öfkeden deli oluyorum.
İçimde müthiş bir umut var. Bu insanlar böyle kör kalmayacaklar. Böyle aptal, böyle merhametsiz, böyle taş gibi sağır olmayacaklar.
Bugün kasabaya polis geldi mi acaba? Gidip arkadaşı bulmalı. Onun sezgisi güçlü. Kasabada polis var mı yok mu hemen bilir. Gece de gelir, bugün polis geldi, seni izledi. Ben de onu izledim. O senin arkandan Savrun kıyısınca uzaktan dolaştı durdu. Ben de onun arkasındaydım. Senin hiç mi hiç haberin olmadı. Adam hiç yanına yönüne bakınmaz mı? Polis ta burnunun dibine sokuldu da gene adamı görmedin.
Benim bu polis işine hiç aklım ermiyor. Bu polis benim arkamda niçin dolaşır? Sahiden niçin dolaşır? Dolaşıp da ne olacak?
Tam öğle. Uzakta adam gördüm. Çalılıkların arasına saklandım. Adam beni arayacak mı bakalım? Polisse araması gerek. Korkuyorum. Bu polis benim arkamda niçin gezer? Öldürecek,
öldürecek... Yoksa ne işi var benim peşimde?
Çalılıkların arasından usulca Savruna kaydım. Gidiyorum,
gidiyorum. İkindi oldu. Dikirlinin altındaki büvete kadar geldim. Sonra döndüm arkamda kimse yok.
Bu polis değildi, dedim, kendi kendime. Bir suçum yok ki,
hükümet beni niçin öldürtsün? Değil mi? Peşimde polis olsa ben bilmez miyim? Arkadaşım korkak. Üstelik de atıyor. Sonra bizim için kasabaya polisin gelmesi hoşuna da gidiyor. Daha bir önem kazanıyoruz kendi gözümüzde.
(.....)
YAŞAR KEMAL
Bugünlerde Bahar İndi, S. 15-21

ŞİİRLERİ