Dizginleri arabanın dayamasına tıktı. Şalvarının geniş peşini önüne doğru yayıp cebindeki paraların tümünü üstüne boşalttı.
Başları önlerine sarkmış uyuklayan beygirler ağır ağır yürüyorlardı. Ayaklarını yolun tozları içinde sürüklüyorlardı. Beygirler, araba, arabacı baştan ayağa toza batmışlardı. Tozdan arabanın, beygirlerin rengi belli olmuyordu. Arabacının da,
tozdan, yalnız gözleri, dişleri ışıldıyordu.
"Altı çuval," dedi kendi kendine. "Altı çuval ikişer liradan ne eder? On iki..."
Şalvarının peşindeki paraları birkaç kez saydı.
"Tam dokuz lira," dedi. "Ya üç lirası?" Sonra da, "Şerbeti, buzu, ekmeği," dedi. "Ama bu kadar gitmez. Gitmezse gitmez," diyerek kızdı. Paraları cebine doldurdu.
Öteki cebinden tabakasını çıkararak ağır ağır bir cıgara sardı. Kibrite bakmadan çaktı, gene hiç bakmadan cıgarayı tuttu, iştahla somurdu.
Yolun kıyısındaki pamuk fidanlarının üstünü de toz bağlamıştı. Fidanlar kavrulmuş gibi görünüyordu. İçinden, "Ah bir yağmur yağsa," diye geçti. "Fıkara fidanlar boyunlarını bükmüşler."
Şimdi yolun iki yanı da biçilmiş ekin tarlalarıydı. Firezler de toza batmıştı. Yol kıyısının firezleri bol gün ışığında donuk donuk parlıyordu.
Sağ yanda bir ayçiçeği tarlası vardı. Tarlanın hizasına geldi araba. Ayçiçekleri hep birlikte başlarını gün doğusuna çevirmişlerdi. Güneş adamakıllı kızmıştı. Yel denilebilecek bir fısıltı bile yoktu. Çok ağır gitmelerine karşın, bu yüzden beygirler
kan ter içinde kalmışlardı.
Ayçiçeği tarlalarından sonraki tarlalara mısır ekilmişti. Mısırlar koyu yeşil uzamışlar. Püskülleri mor mor sarkıyor. Sıcağın altında erimiş bir taze ot kokusu... Bataklık kokusunu andırıyor.
Beygirler, arkalarında araba yokmuş gibi, yol kenarındaki yeşil mısırlara uzanıp koparıyorlar. Bir an durup sonra yeniden kendiliklerinden yürümeye başlıyorlardı.
Arabacı, arada bir, çok seyrek, dizginleri çekip:
"Deh! yavrum," diyor.
Öğleye doğru sıcak daha beter kızdırdı. Arabacı da beygirler gibi ter içinde kaldı. Tozlu yüzünden çizgi çizgi yol açarak terler aşağılara doğru sızıyor.
Araba birden durunca arabacı başını kaldırdı yola baktı.
"Deeeh!" dedi.
Beygirlerin önünden yürüyen yüzü gözü sarılı kadın, yolun ortasından kıyısına saptı. Araba yeniden hareket etti. Kadının ayakları yalındı. Yolun tozları da fırın gibi kızgındı. Ayaklarının yandığı, kadının yürüyüşünden belli oluyordu.
Arabacı, yolun ortasından saparak, kıyıda duran kadına bir işaret etti. Kadın geldi, arkadan arabaya bindi. Arabacının arka tarafına oturdu.
"Deeh! yavrum," dedi arabacı bir daha.
Atlar aldırmadılar. Gene öyle ölgün ölgün yürüdüler.
Yolun yakınındaki tarlaların ortasında tek bir dut ağacı vardı.
Beygirler kendiliklerinden yoldan çıktılar. Vardılar, dut ağacının gölgesinde
durdular. Dut ağacı da tepeden tırnağa toza batmıştı. Çatır çatır eden kavurucu
güneşte gölgesi daha koyu, karanlık denebilecek kadar koyu gözüküyordu.
Beygirler durunca arabacı da belini dayadığı arabanın yan tahtalarından ayrıldı.
Doğruldu. Kadına ilk olarak bir göz attı. Kadının hiçbir yeri, gözleri bile
gözükmüyordu. Öylesine sarmıştı her bir yerini.
Arabacı, arabanın yemliğinden bir çıkın aldı açtı. Çıkında helva vardı. Bir tane de
beyaz ekmek vardı.
"Gelsene bacı," dedi.
Kadın, baş işaretiyle "hayır" yaptı. Arabacı ağır ağır helvayı, ekmeği yedi bitirdi. Sonra gene yemlikten kahverengi bir kağıt torba çıkardı. Torbayı açınca içindeki şeftalilerin ezilmiş olduğunu gördü. Şeftalilerin içinden az ezilmiş iki tanesini seçip yönü arkaya dönük kadının önüne koydu. Kadın,
hiçbir şey söylemeden şeftalileri aldı. Bir eliyle yüzündeki yazmayı tuttu. Yemeye
başladı.
Arabacı mıncık mıncık olmuş şeftalileri de yiyip bitirdikten sonra gözlerini yumdu.
Arkasını yeniden arabanın yan tahtasına dayadı. Öylece kalakaldı.
Gözlerini açtığı zaman, beygirlerin üstünden dutun gölgesi doğuya doğru kaymış,
beygirleri güneşte kalmıştı. "Deeeeeeeh! Oğullarım," dedi.
Araba ağır ağır yola düzüldü. Bu arada arkaya da bir göz atmaktan kendini
alamadı. Kadını, arkası dönük, kıpırdamadan, gene öylece durur gördü.
Araba yola düştüğünde, arabacı ilk olarak beygirlere kırbaç salladı.
"Deeeeh! Oğullarım deeeh!"
Araba azıcık hızlandı. Arkasından azıcık da toz kalktı. Sonra gene yavaşladı.
Arabacı gene şalvarın büyük tozlu peşini önüne yaydı. Cebinden paraları çıkardı,
gene koydu. Saymaya başladı. Derin sessizlik içinde paraların şakırtısı epey
gürültülü oluyordu. Sayıp bitirdikten sonra yeniden cebine doldurdu. Atlara da
hafiften bir kırbaç salladı. Sonra arkasında duran kadına döndü :
"Böyle nereden gelip nereye gidiyorsun bacı?" diye sordu. Kadın, duyulur duyulmaz
bir sesle : "Kasabadan," dedi.
Ova, bol güneş altında bazı yerleri sürülmüş bazı yerleri yemyeşil, bazı yerleri altın
sarısına kesmiş, bazı yerleri de toz içinde, uçsuz bucaksız uzanıyordu. Ovayı
bembeyaz bir şerit gibi diz boyu tozuyla kesen yol, ölgün ölgün ilerleyen araba...
Yalnızca bunlar görünüyor. Güneş de alabildiğine çökmüş.
"Hangi köye böyle?"
"Kırmıtlıya." Arabacı:
"Ben de," dedi. "Hemiteden olurum."
Kadın:
"Sizin köy," dedi, "bizim köyden iki köy ötede değil mi?"
Arabacı:
"İki köy," dedi.
Sonra gene sustular.
Arabacı:
"Ne diye gitmiştin kasabaya?" dedi.
Kadın sustu, karşılık vermedi. Arabacı buna şaşırdı.
"Ne diye gitmiştin?" diye yineledi.
Kadın, yine yanıt vermedi.
Arabacıya iyice merak oldu bu. Kızgınlığından bir zaman sustu. Ama içine dert olmuştu.
Gene yineledi.
"Söylenmeyecek bir iş mi bacı?"
Kadın:
"Yok bre kardaşım," dedi, "ne diye söylenmesin?"
Arabacı küçücük, kısacık boylu, zayıf, ama sırım gibi, ince boynunun damarları
dışarı fırlamış, çok kalın kara kaşlı biriydi. Kara bir şalvar, ot ipekten sarı bir mintan
giymişti. Kasketi yeniydi. Sağ yanına eğmişti.
Kadın, sesi bir hoş olarak :
"Benim körolası, beni boşadı da... Gittim hökümetten kağıdımı aldım."
Arabacı :
"Demek böyle ha?" dedi.
Uzakta, Akdenizin üstündeki yelken bulutları yukarıya doğru sütbeyaz
yükseliyorlardı. Arkalarından, usuldan garbi yeli esip azıcık toz kaldırdı. Sonra geçti
gitti.
Arabacı:
"Sen," dedi, "böyle sıcaktan öldün. Şu yüzündekileri çıkarsana. Kim görecek seni bu ıpıssız ovanın yüzünde? Haydi çıkarıver."
Kadın, yüzündeki yazmayı çekti çıkardı. Yönünü de arabacıdan tarafa döndü. İri,
kara gözlüydü. Yüzü kıpkırmızı, ateşe kesmişti. Alı
al, moru mordu. Kalın dudaklıydı. Geniş yüzüne göre çene çok incecikti. Sivriydi.
Yani güzel bir kadındı, kadın. Bilekleri kalın, kalçaları dolgundu. Uzun boynunda
boncuk boncuk tozlu ter birikmişti.
Arabacı sık sık kadına bakıyor, sonra dönüp gözlerini yumuyordu.
"Deeeeh!"
Bir ara gene döndü. Kadına uzun uzun baktı. Kadın bu bakıştan huylandı. Gözlerini
yere indirdi.
Arabacı:
"Senin adın ne?" dedi.
Kadın:
"Dal Emine," dedi.
Arabacı:
"Dal Emine," dedi, "şu senin kocan," dedi. "Akılsızın biriymiş."
"Akılsızın biridir o gözleri körolası," dedi Emine. "Akılsızın biri..."
Garbi yeli iyice çıkmış, yolda ne kadar toz varsa savuruyordu. Beygirler, araba, her şey toz içinde kalıyordu.
Karasuya gelince, arabacı atların başını çekti. Atlar kendiliklerinden durdular. Karasuyun köprüsünün üst başı sık kamışlıktı. Kamışlığın içinden geçen yol Karalı köyüne giderdi. Ama yol o kadar az işlemişti ki, daha ham toprak duruyordu. Yolda da küçük küçük kamışlar bitmişti. Arabacı bu yoldan atları kamışlığın içine doğru kırbaçladı. Beygirler şaha kalkarcasına kamışlığın içine atıldılar. Araba sarsıldı. Kadın düşecekmiş gibi arkaya kaydı. Büyücek bir kamış kümesine takılan araba daha
ilerleyemedi. Kamışlar dört bir yanlarını duvar gibi kuşatmıştı. Arabacının soluğu taşıyordu.
"Burada," dedi, "beygirler azıcık dinlensinler. Ondan sonra yola düşeriz."
Kadının yüzüne baktı. Kadın oralı bile değildi.
"Beygirler dinlenir dinlenmez..."
Kadın gene hiçbir şey söylemedi.
Arabacı durdu, yutkundu, kıvrandı:
"O senin kocan," diyebildi sonra, "ahmağın biriymiş. Yani, o adam olsaymış..."
Kadın:
"Sümsüğün biridir o bre kardaşım," dedi. "El için çalışır, el sözüne uyar."
Arabacı, bunun üstüne birkaç kez arabanın çevresinde döndü. Eline bir kamış aldı. Çatır çatır kırdı kamışı... Kamışı kırıp yere attıktan sonra geldi, birden, şimşek gibi kadının bileğinden yakaladı.
Kadın:
"Ne o bre ulan?" dedi. "Ne o?"
Arabacı, kadının gözlerinin içine bakarak:
"Etme!" dedi.
Kadın bileğini hızla silkti elinden aldı. Arabadan atlayıp yola doğru yürümeye
başladı. Arabacı koşarak arkasından tuttu, beline sarıldı.
Kadın arkaya döndü:
"Deli mi ne? Herif deli mi ne?" "dedi, sıyrılıp gene yürüdü.
Arabacı arkasından:
"Hiç kimsem yok benim," dedi. "Ne anam, ne babam, ne avradım. Bu at, bu araba
da benim. Üç büyük parça da tarlam var köyde."
Kadın durdu. Arabacı yetişip bileklerinden yeniden tuttu. Sıkı sıkıya tuttu. Hırstan başı dönüyordu. Kamışlar, dünya fır dönüyordu çevresinde.
Kadın:
"Sahi mi?" dedi.
Arabacı:
"Bu atlar da benim. İneklerim de var."
Kadın:
"Hiç mi kimsen yok?" dedi.
"Hiç kimseciğim yok. Hiç hiç yok. Hiç, hiç..."
Kadını kamışlığın kuytuluğuna doğru sürükledi.
Kamışlıktan yola çıktıklarında garbi yeli azıtmış, olanca hızıyla esiyor, yolda toz komayıp kaldırıyordu.
Arabacı neşeyle beygirleri kırbaçladı. Ölgün beygirler canlandılar. Araba kocaman
bir toz bulutu içinde gürültüyle ilerledi.
Arabacı, Kırmıtlı köyünün içinde, uçarcasına koşan beygirlerinin başını çekti. Araba
olduğu yerde zınk dedi kaldı. Arkaya döndü, toz içinde kalmış kadına baktı. Kadınla
göz göze geldiler. Kadın inmek için hiçbir davranışta bulunmadı. Yerinden bile
kıpırdamadı.
Arabacı:
"Emine, burası sizin köy," dedi.
Emine:
"Yaa, bizim köy," dedi.
Arabacı, atlara yeniden çaldı kırbacı.
Araba, düz ovada, bir toz bulutu halinde Hemite köyüne doğru yuvarlanıyordu.
YAŞAR KEMAL
Sarı Sıcak, S. 130-136

ŞİİRLERİ