Türk şiir tarihinde bir yıldız gibi parlayan adlardan biri de Yunus
Emre'dir. 13. yüzyıl Türk şiir ufkunda batmamak üzere doğan bu yıldızın
sırlarını henüz çözebilmiş değiliz. Yüzlerce yıldan beri Türk insanının
ruhunun derinliklerinde yer etmesine rağmen biz onu hâlâ anlayabilmiş
değiliz; daha doğrüsu onu lâyık olduğu şekilde anlayabilmiş değiliz.
Onu,
didaktik şiirler yazan bir şair olarak görenler elbette yanılıyorlardır. Onu,
belli bir konunun öncüsü olarak ele alanlar da yanılıyorlardır. 30 yıldan
beri Yunus'umuzu okuyorum; onu değerlendirmede belki ben de yanılıyorumdur.
Yunus'u anlamanın çok kolay gibi görünmesine rağmen
böylesine zorluklarla karşılaşmamızın sebebi, onun sade Türkçe ile süslenmiş düşüncelerinin aslında çözülmesi zor bir duygu ve sevgi yumağı gibi
olmasından kaynaklanmaktadır. Yunus'u sevmek çok kolay, anlamak
çok zordur. Yunus'u okumak çok zevkli, yorumlamak çok yorucudur.
Kısacası Yunus, göründüğü veya başkalarının sandığı gibi "hece vezniyle
dinî şiirler yazan bir şair” değildir. Ancak bunu haykırabilmek de pek
kolay olmayacaktır. Çünkü, yüzyıllardan beri dillerden düşmeyen, gönül
lerden inmeyen ilâhîleri onu âdeta halkın kolaylıkla anlayabileceği bir şair
olarak görmemizi sağlamıştır. Gerçekten de onun şiirleri ilk bakışta veya
okuyuşta çok kolay gibi gelmektedir. Ancak kelimelerin arkasına saklanmış
ayrı bir dilin olduğu çok kere gözlerden uzak tutulmuştur.
Yunus'u niçin seviyoruz? Yunus'u seviyoruz, çünkü Türk dilini kul
lanan sanatkârlar arasında dil şuuruna sahip olanların başında gelmektedir.
Yusuf Has Hacip Kutadgu Bilig'i yazarken, Karamanoğlu Mehmet Bey
ünlü fermanını buyururken dillerini ne kadar sevdiklerini ortaya koyan
üst seviyedeki kişiler olarak bir görevi yerine getiriyorlardı. Ya Yunus
Emre? O, herhangi bir devlet görevi olmadığı halde diline sahip çıkmıştır.
O da pek çokları gibi anlaşılması lügatlere bağlı olan şiirler yazabilirdi;
belki de daha iyi şartlarda yaşaması için gerekli ortamı bile yakalayabilirdi.
Ancak o öyle yapmamış, istilâ ve savaşlardan bunalmış olan insanımızı
âdeta teselli etmiş, yeni bir hayata hazırlamıştır. İşte o, bu hazırlıkları
yaparken 'Türkçe” gibi sihirli bir aracı kullanmış, "Sevgi” ve "Bilgi”
gibi iki amaca ulaşmıştır. Evet, velilerin yol göstericisi ulu Yunus Emre
Anadolu Türk insanını, devrin ümitsizlik çukurundan çıkarırken bir değil,
iki ipe sarılmalarını sağlamıştır. İşte biz, Yunus Emre'yi bu büyüklüğü için
seviyoruz; bu ışık saçıcılığı için seviyoruz.
"Sevgi” kelimesi, Yunus Emre'de belki de en anlamlı şekilde kullanılmıştır. Bu güzel kelime onda, bilinen ve anlaşılan sınırlarının ötesinde
yeni zenginlikler kazanmıştır. Başka bir ifadeyle dile getirmemiz gerekirse,
Yunus Emre, "Sevgi” kavramına, lügat kitaplarının veremediği yeni bir
anlam zenginliği kazandırmıştır. O, mısralarında "Sevgi”yi dile getirirken
sınır tanımamış, olanca genişliğiyle ele almıştır. Galiba, bundan sonrasını
ona bırakmamız gerekecektir. İşte Yunus Emre, İşte onun "Sevgi”yi dile
getiren ölümsüz mısraları...
Gelün tanşuk idelüm
İşi kolay tutalım
Sevelüm sevilelüm
Dünya kimseye kalmaz
Yunus Emre, bize kolay bir iş tavsiye etmektedir: Sevmek ve sevilmek.
Ancak bu işler yalnız başına gerçekleşemeyecektir; bizim önce birbirimize
danışmamız gerekecektir. Birbirimize danışırsak, işlerimiz kolaylaşacak
ve birbirimizi sevmeye vaktimiz olacaktır. Eğer biz birbirimizi sevmeyecek
olursak zararlı da çıkacağız. Çünkü biz insanlar dünyanın birer misafiri
yiz; burası, yani dünya kimseye kalmayacaktır. Eğer karşılıklı sevgilerle
dünyamızı yaşanır hale getirebilirsek elbette mutlu olacağız; ancak bu da
kolay kolay gerçekleşemeyecektir. Çünkü insanlar birbirlerini sevmemek
tedir. Onlar, birbirlerine düşman gözüyle bakmakta, âdeta kendilerinden
başkalarının yaşamaya hakkı olmadığına inanmaktadır.
Bu görüş, belki günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Onun için
Yunus Emre'nin çağına bakışımız daha kolay olacaktır. Bir dünya düşününüz
ki savaşlardan başını alamamış, insanları huzursuzluk deryasında yüzmek
tedir. Ölümün ve ümitsizliğin insanların kalplerine, bir korkudan da öte
bir kâbus gibi yerleşmesi, onları hayattan soğutmuştur. Artık o insanlar
için dünya bir hiçtir ve yaşamanın hiçbir anlamı yoktur. Onlar, inanış
larının bir sonucu olarak öbür dünyayı, ölümden sonraki ikinci hayatl
özler olmuşlardır. Onları bu dünyaya bağlamak öylesine zorlaşmış,
öylesine imkânsız hâle gelmiştir ki ölüm âdeta bir kurtuluş gibi gelmeye
başlamıştır.
İşte, böylesine ümitsizliklerle karşı karşıya kalan insanlara, daha
doğrusu insanımıza bir ışık yakmak, bir kapı açmak gerekecekti. Bu ışık,
bu kapı onların ölürcesine koşacakları bir kurtuluş ışığı, bir kurtuluş kapısı
olacaktı. Ancak, Anadolu çalkalanıyordu ve böyle bir "Kurtarıcı”
henüz ortaya çıkmamıştı. Bu, elinde kılıcı, arkasında orduları olan bir komutan olmayacaktı. Bu, dilinde sözü, kalbinde sevgisi olan bir gönül
eri olacaktı: bu, bir söz ustası olacaktı. Bu, Yunus Emre'miz olacaktı. O,
gür bir sesle haykıramayacaktı belki, ama o, ulvî bir rüzgârın fısıltıları
gibi gönüllere girebilecekti. Onu, ancak kalp gözleri paslanmamış olanlar
işitebilecekler, böyle bir kurtarıcıyı bekleyenler kucaklayabileceklerdi.
Bakınız, o nasıl sesleniyordu yüzyılın paslı kalplerine, körelmiş duygularına:
Adumuz Miskin'dür bizüm
Düşmanımuz kindür bizüm
Biz kimseye kin tutmazuz
Kamu âlem birdür bize
Bu mısraların görünen anlamının ötesinde nelerin gizli olduğunu, şu
birkaç kelimeyle nasıl bir dünya görüşünün sığdırıldığını elbette Yunus'u
anlayabilenler, onu yakalayabilenler görebileceklerdir.
Biz kimseye kin tutmazuz
Kamu âlem birdür bize
mısralarında gizli olan hazineleri nasıl dağıtabilsek insanoğullarına? Zaten,
o, başka bir şiirinde de şöyle seslenmemiş miydi?
Cümle yaradılmışa
Bir göz ile bakmayan
Şer'ün evliyâsıysa
Hakikatte âsidür
Bu iki şiirdeki şu mısraları bir defa daha, Yunus coşkunluğu ile tekrar
edelim:
Kamu âlem birdir bize
Cümle yaradılmışa
Bir göz ile bakmayan
Burada, ruhlara serpilen duygu çiçeklerinin kokularını ne kadar da
okşayıcı, dinlendirici bir eda ile yakalayabiliyoruz. Yunus, nasıl da çağ
lıyor ve bizlere en anlamlı mesajı iletiyor:
"Bizce bütün insanlar birdir; aralarında hiçbir, fark yoktur. Allah'ın
yarattığı bütün insanlara bir göz ile bakmak gerekir; daha doğrusu, öyle
bakmak zorundayız.”
Bu görüşü, elbette farklı şekillerde yorumlamak mümkündür. Bunlar
arasında, Orta Çağın karanlık Avrupasından İlk Çağın ' antik devirlerine
dönüşle bütünleşen "Ümanizm"in önemli bir yeri vardır. Hristiyanî bir
anlayış ve bir yaşayışın derin izlerini taşıyan, aslında hiçbir dinle de ilgisi
olmayan bir "Ümanizm”i Yunus Emre ile bütünleştirmek son derece yanlıştır. Yunus onca mısraın arasında bu güzel duygulara yer vermişse elbette
bir sebebi vardır. Moğol istilâsının kılıçtan geçirdiği, insanların birbirlerine
düşman gözüyle baktığı devirlerde bu düşünce elbette Yunusça olacaktı.
Bakınız, bu düşünce yüzyıllarca sonra Anadolu'da nasıl filizlenmiştir.
20. yüzyılın ilk çeyreği, Anadolu'nun değişik bölgelerinde yaşayan
bazı Ermeniler Osmanlı devleti ile anlaşmazlığa düşüyor ve evlerinden
ayrılmak zorunda kalıyor. Bunlardan bazıları çocuklarını, hem de daha
kundakta olan çocuklarını bırakıp gidiyorlar. Bu çocuklar o yörelerin insanları tarafından büyütülüyor ve hayata kazandırılıyor. İçlerinde İslâmiyeti seçenlerin de çıktığı bu insanlara karşı gösterilen sıcak ilginin "Ümanizm” ile hiçbir ilgisi yoktur. Onun için, "Ümanizm”i kuru bir "insan
sevgisi” olarak takdim etmek son derece yanlıştır. Ancak, dinlerin, ahlâk
kurallarının, "eşref-i mahlûkat” anlayışının sonucu olarak insanı hayatın
merkezi kabul etmeyi, başka adlarla sunmayı doğru karşılamıyoruz. Hiç
öyle olsaydı, Koca Yunus;
Varam ol dostâ kul olam
Hem açıluban gül olam
Hem ötüp bülbüli olam
Turağum gülistan ola
veya
İy kendüzüni bilmeyen
Söz ma'nisini bulmayan
Hak varlığın isterisen
Uş ilmile Kur'an'dadır
der miydi? Yunus, bütün mısralarına sinmiş olan insan sevgisinde, başka
akımların, düşünce sistemlerinin zerresine yer vermemiştir. Onu iyi anlaya
bilmek, vermek istediği mesajı yakalayabilmek için üç beş şiirini değil, bütün şiirlerini okumak gerekecektir. Hatta sadece Yunus Emre'mizin bütün
şiirlerini okumak yeterli olmayacaktır. Şiirleri onunkilerle karışan, Âşık
Yunus'u, Derviş Yunus'u; hatta şiirleri Yunus'umuzun şiirlerini hatırlatan
bütün benzer şairleri okumak zorunda kalacağız. Bununla "Yunus farkı”nı,
"Yunusça söyleyiş”i yakalayabileceğiz.
Bize göre Yunus'taki insan sevgisi, son çeyrek yüzyılda ona âdeta
yamanmaya çalışılan bir "Ümanizm” değildir. Bazı mısralarından yola
çıkarak onu tamamıyla farklı bir şekilde gösterecek hüviyete büründürmek yanlış bir yorumdur. Onun mısralarında yer alan diğer görüşleri,
onlara hâkim olan temel görüşü bir kenara bırakmak bizce sadece bir
işgüzarlıktır. Pek çok güzel örnek arasından seçeceğimiz şu iki üç parça
onu en güzel şekilde tanıtacaktır kanaatindeyiz.
Beri gel barışalum
Yadısan bilişelüm
Atumuz eyerlendi
Eşdük elhamdülillah
***
Ben bir dervîşidüm dostum
Hak'dan yana oldu kasdum
Ecel duzağına basdum
Esenledüm dünyam seni
Bu iki dörtlükte hâkim olan görüş şiirlerin pek çoğunda, benzer gü
zellikte yer almaktadır. Okuyacağımız her şiirde bu duyguların dile geldiğini göreceğiz. Onun için Yunus'a mutasavvuf bir şair gözüyle bakmak
zorundayız. Onu, başka renklerde görmeye çalışmak yanlıştır. Ancak,
onun mutasavvıf bir şair olması, dinî konularda şiirler yazan bir şair olduğu anlamına gelmemelidir. Zaman zaman bu yanlışlığa düşenleri görmekteyiz. Onun, "gerek” redifli şiirinde anlatılan "beş vakit namaz” ;
bir mesajı, bir emri yumuşak bir üslûpla dile getirmesi bakımından önemlidir. O da, bu şiirinde yadırgayacağımız ifadelere yer verebilirdi; ama
öyle yapmamıştır.
Bize göre o bir imam, bir hoca, bir vaiz değil, bir mürşit, bir yol gös
tericidir. O, engin bilgi ve tecrübe dağarcığındakileri en uygun şekilde insan
lara sunabilmiş nadir bir insandır. Onda, her şey sevgi ile halledilecektir.
Din, insanları korkutmak için değildir; sevgi ile yaklaşılınca bütün problemleri çözecek bir anahtar gibidir.
Yunus Emre'nin öteki
dünyası "bilgi” üzerine kurulmuştur. Bilgi, onda ön planda gelmektedir.
O, ünlü şiirinde şöyle dememiş miydi:
İlim
ilim
bilmekdür
İlim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin
Yâ nice okumakdur
O halde, ilmin başı, insanın kendisini bilmesidir; aksi takdirde o
insan boşuna okumuştur; veya okudukları onun için yeterli değildir. İnsan
okuduklarını kuru bir bilgi yükü olarak sırtlanmamalıdır; o bilgileri hayata
geçirmeli, yaşayışımıza uygulayabilmelidir. Aksi takdirde okumamak,
belki de daha iyi olacaktır. O, bir şiirinde:
Yûnus olma cahillerden
Irak olma ehillerden
Câhil ne var mü'minise
Câhilllkdan kalur değlül
diyerek, bizim cahiller arasında yer almamamızı, "ehil", yani bilgili kişiler
den uzak durmamamızı söylerken başka bir mesajı da vermektedir: Müminin
cahili öylece kalmamalıdır, yani okuyup öğrenip bilgili olmalıdır. Burada,
onun bilgisizliği ince bir söyleyişle tenkit ettiğini, fakat bunun yanında
bilgi sahibi olmamızın gerekli olduğunu ifade ettiğini görüyoruz.
Ya gel bildügünden eyit
Yâhud bilenlerden işit
Teslimün acını dutup
Hiç sözü uzatmayalar
O, bu mısralarında, aynı güzel duyguların bayraktarlığını yapmaya
devam etmektedir. İnsan ya biliyorsa bildiklerini öğretmelidir veya bilmiyorsa bilenlerden öğrenmelidir. Bu mısralarda yer alan "eyit” ve "işit”
filleri âdeta "öğret” ve "öğren” anlamlarında kullanılmış gibidir. O, "Oku!”
emrini bildiği için böyle hareket etmektedir.
Şu bir gerçektir ki Yunus Emre son derece iyi eğitim görmüş, nice
üstatlardan ders almış, böylece kendini yetiştirmiş bir insandır. O, cehlin
karanlık ve dipsiz çukurunda bocalamanın bütün sıkıntılarını çevresindekilerde görebildiği için okumayı ve öğrenmeyi hayatın önde gelen gıdalarından biri olarak kabul etmektedir.
Elbette okuma ve öğrenmenin çeşitli yolları vardır. Yunus bunları
çok iyi yakalamıştır: Bir bilenden, yani yol gösterenden öğrenmek. Acaba
bu görüşün altında, "Benim de öğretecek bilgilerim var; gelirseniz öğre
tirim” düşüncesi yatmıyor mu?
Yunus'un böyle bir düşünceye sahip olabileceğini unutmamak gerekir;
bir İnsan olarak böyle düşünmesini tabiî karşılıyoruz. Ancak, o, bunu
açıkca söylemekten çekinir. Kaldı ki Yunus'un bir yol gösterici olarak
ders vermesi de gerekmez. Onun her bir şiiri, bilgiye susamış gönüllere en
güzel okuldur, en güzel hocadır. Yunus'un şiir dünyası, bizlere pek çok
bilginin kapısını açacak bir anahtar gibidir; yeter ki biz o kapıyı açmasım
bilelim.
Onun şiirleri incelendiğinde ortaya pek çok gerçek çıkacaktır. Bunların
başında öğrenme ve öğretme teknikleri gelir. O, neyi nasıl öğreteceğini pek
iyi bilmektedir. Elindeki şiir gücünün yardımıyla, verilmek istenilen bilgiler
kolaylıkla isteklilerine sunulabilmektedir. Ayrıca, devrinin insanı zaten
onun verebileceklerini almaya hazırdır; hatta can atmaktadır da diyebiliriz.
Bilgiye susamış insanlara, onun şiir dünyasının güzellikleriyle süslenmiş
bilgileri aktarmak elbette daha kolay ve zevkli olacaktır. İşte Yunus, bu
kolayı ve zevki yakalayabilmiş bir üstattır.
O, vermek istediği mesajı, şiirin sihirli tülüne büründürmeden, realizmin süse kaçmayan açıklığıyla vermek isteseydi başarısı ne olurdu? Yunus,
şiirin gücü olmasaydı yine de sevilirdi, ilgi görürdü; ama derecesi her halde
bu günkünden daha az olurdu. Andığımız bu işi yapan nice yazarımızı,
bu gün bir Yunus gibi anamamaktayız. Belki Yunus da onlardan biri olacak,
birkaç meraklısından başka kimseler tarafından bilinemeyecekti. Yunus,
şiiriyle "Yunus” olmuştur: onu şiirsiz olarak düşünmek pek de mümkün
olamayacaktır.
Sonuç olarak, Yunus'umuz, "sevgi” ve "bilgi dünyasını, bütün zen
ginlik ve güzellikleriyle bize sunabilmiştir. O, bu başarıyı yakalarken Türk
çenin güzelliğini, mutasavvıf olmanın inceliklerini, şair olmanın sihrini
bir araya getirmiştir. Bu üç unsur, onu Yunus yapmıştır; onu bizim, yüz
yıllara mührünü veren bir temsilcimiz yapmıştır. İşte bu sebeple biz Yunus'u,
yüzyılların ötesinden çağlayıp gelen bir pınar olarak görüyor ve ondan kana
kana içmek istiyoruz.
Onun mısralarında bazan gizli, bazan açık bir söy
leyişle gördüğümüz "sevgi” ve "bilgi” vazgeçemediği iki temel temdir.
O, bu iki temin güzelliklerini bizlere sunarken "mutasavvıf” ve "şair” olma özelliklerini iyi değerlendirmiştir. Hayatın gerçekleri, bazen güzel
olmasa bile, Yunus'un anlayışıyla bambaşka bir renge bürünmüş, bambaşka
bir havaya girmiştir. Bizler, böylece, Yunus'u bizim gibi düşünen, fakat
bizden daha farklı ve güzel bir üslûpla söyleyen sanatkâr olarak seviyoruz.
Unutmayalım ki Yunus Emre, Türk dilini, estetiğini, dünya görüşünü
yüzlerce yıl öteye taşımış ve taşımaya da devam edecektir. Bu bakımdan
onu sevmeye, korumaya ve yaşatmaya mecburuz. Çünkü Türk edebiyatı
artık yeni bir Yunus Emre'yi yetiştirecek ortamdan çok uzaklardadır.
PROF. DR. SAİM SAKAOĞLU
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Aralık 1991, S: 480, S. 444-458

ŞİİRLERİ