AZİZ İSTANBUL
TÜRK İstanbul

ll

İstanbul'un fethi ve fâtihi olan millet tarafından kuruluşu hem biribirine bağlı, hem de biribirinden ayrı iki bahistir. Beşeriyetin muhayyilesine bir büyü tesiriyle aksetmiş olan fetih, hâlâ tarihin başlıca bir vak’ası sayılır. O zamandan beri, devirler boyunca, kurulan Türk İstanbul ise gözleri en ziyade kamaştırmış ve gönüllere en ziyade yerleşmiş bir şehirdir. Türkiye Türklerinin yeryüzünde başka bir eseri olmasaydı; tek başına, yalnız bu eser şeref namına yeterdi.

***

Çok parlak fetih vak’aları, İstanbul’un fethinden evvelki asırlarda da, sonraki asırlarda da yüzlerce defa vuku bulmuş, lakin hiçbiri İstanbul'un fethi kadar efsunlu bir tesir bırakmamış. onun kadar derinden duyulmamış, onun kadar sürekli bir merakla hatırlanmamıştır. Bu görüş, her türlü edebi şişirmelerden ari bir görüştür diyebiliriz.

Yalnız bizim aramızda değil. Frenk muhitlerinde de ne zaman “fetih” ve “fatih" sözleri geçse, 1453 Mayısının 29. Salı sabahı olan vak’a ve o gün Bizans payitahtına giren genç Fâtih hatırlanır. Şüphesizdir ki, fetih vak’asının icra ettiği bu tesirin sebepleri çok uzaklarda ve çok derinlerdedir.

Fetih sabahı imparatorun maktûl düşmesi ve ondan sonra hükümdar sülalesinin ardı arası kesilmesi, Roma’nın üzerine tarih perdesinin inişi gibi görülmüştür. Vakıa İmparator Kostantin’in kurduğundan bin yüz yirmi beş sene sonra olan İstanbul fethi bu hakikatin ta kendisi idi. Roma’nın vârisi olmak zihniyeti, battığı saate kadar Bizans'ın kafasından çıkmamıştır.

Kostantin, kendi adını vererek İstanbul'u kurdugu zaman. Roma İmparatorluğu'nun yalnız hükümet merkezini İtalya’dan kaldınp Marmara sahiline getirdiğini zannediyordu. İnkırazın çürüklüğü, Roma’daki cemiyet üzerinde artık hiçbir devletin temel tutturamayacağı kanaatini vemişti. Şiddetli olduğu kadar faziletli bir imparator olan Septimus-Severiyus, bu kanaatte olduğu için, kendi devrinde Sarayburnu’na yerleşmiş ve oradan saltanat sürmüştü. Ondan beri inkıraz daha vahim bir hale gelmiş ve nihayet Kostantin, rakiplerinden kurtulup da tek başına imparator kaldığı zaman, ilk iş olarak, yeni bir payitaht kurmayı düşünmüş; önce doğduğu şehir olan Niş’i tasarlamış, bu fikirden vazgeçmiş, Çanakkale Boğazı’nın Anadolu sahilinde eski Truva harabelerinin yerini beğenmiş, en sonunda lstanbul’u seçmiş ve “Yeni Roma“yı buraya kurmuştur. Bugünkü Unkapanı'ndan Lânga Bostanı’na kadar giden bir kara suru ile çevrilmiş olan “Yeni Roma”da, bütün devlet binaları, mabetler, abideler, meydanlar, her şey eski Roma’yı hatırlatıyordu. Zaten hatırlatıcı eserler, sütunlar ve heykeller, Akdeniz medeniyeti ile parlamış şehirlerden koparılıp buraya dikilmişlerdi. Şehirde kıyafet, muaşeret, an'ane hulâsa her şey Lâtin tarzındaydı. Devlet dili Latinceydi.

Kostantin devrinde çok esaslı ikinci bir meselenin halledilmesi lâzım geliyordu: Üç asırdan beri çile çeken ve halkın alt tabakasına, geniş mikyasta, iyiden iyiye yayılan, hatta hükümdarın ailesi içine bile giren yeni bir din, Hıristiyanlık, çilesini doldurmuştu. İlk önce serbest bırakılan bu din, devletin resmi dini olursa imparatorluğun havasına ferahlık gelecekti. Bu da oldu.

Roma’nın iklimini değiştiren imparator, bu defa dinini de değiştirdi. Yeni dinin kâinatı anlayışı, ahlâk ve akaidi eskisinin taban tabana zıddı idi. Alt tabakanın lehine olarak, kilise hâlinde takarrur eden ve müminlerini tek bir sınıf insan addeden bu din, eski Roma’nın hüviyetinden eser bırakmıyordu. Değişiklik çok derindi.

Zaten beşeriyette eski zamanların bittiği ve yeni zamanların başladığı anlaşılıyordu. Avrupa'dan Asya’nın derinliklerine kadar birçok insan kitlelerinin kımıldandıklan, yerlerini değiştirmek zorunda kaldıkları, daha mamur ve zengin ülkelere yürüdükleri görülüyordu.

“Yeni Roma"da, Lâtin şekli ve an'anesi, Kostantin ve hanedanı ve onlardan sonra silâh kuvvetiyle başa geçen birkaç imparator devirlerince sürdü. Şehrin, o zamanki Anadolu sahillerinin, Balkan yarımadasında bir hayli yerlerin halkı Lâtinlikten uzaktı; Eski Yunancanın artığı bir dille konuşuyordu. Bu halk yeni kiliseye sımsıkı bağlıydı. Kilise, “İncil”i Eski Yunancanın yazıldığı harflerle ortaya atmıştı; kilise ve halk arasında yazı bilenler Eski Yunan harflerini kullanıyorlardı. Kilisenin, sırf dini öğretmek ve yaymak için açtığı tahsil ve terbiye usülü bu yoldaydı.

Bütün bu amiller, gitgide, devleti Lâtinlikten uzaklaştırıyor, ekseriyeti şarklı, Hıristiyan ve Eski Yunancadan bozma bir dille konuşan halka mal ediyordu.

Bizans tarihinin mütehassısları, imparatorluğun, kaç asır sonra artık Bizanslaştığını tamamıyla kestiremezler. Daha sonraları Şarki Roma İmparatorluğu olarak garptan ayrılan ve nihayet yalnız Bizans İmparatorluğu diye anılan devlet, iklim, din ve dil farklarıyla kendi halkına benzemiş, uzun veya kısa müddetlerle başa geçen imparator hanedanları hep bu muhitten çıkmıştı.

Her şeyin değişmesine rağmen eski Roma'nın topraklarına ve hukukuna vâris olmak zihniyeti kalmıştı. Bizans medeniyetini en ziyade yükseltmiş olan İmparator Justinyanus bu zihniyetin timsalidir. Eski Roma'dan Avrupa'da, Afrika’da, Asya’da miras kalmış olan ülkeleri tekrar fethederek İstanbul’a bağlamak için uzun harpler açmış, bu uğurda devletin varını yoğunu harcamış, öldüğü zaman devleti dermansız bir halde bırakmıştı. Bu imparatorun, eski Roma'yı, Akdeniz etrafındaki bütün hakimiyetiyle diriltmek arzusunun bir hulyadan ibaret olduğu anlaşılmıştı. Onun sarfettigi gayret yüzünden Bizans’ta vahim inkıraz alametleri görülmüştü.

Yedinci asırda İslamiyet'in zuhuru ve Bizans Imparatorluğu üzerine ilk atılışı, onu, Suriye ve Filistin'den. Mısır’dan. bütün Afrika’dan tamamıyla atmış, Anadolu ve İstanbul yolunu açmıştı. Bu darbenin Bizans'a, bir cihetten korkunç, bir cihetten hayırlı oldugunu iddia eden Bizans tarihi mütehassısları, bu yüzden, Bizans’ın daha ziyade derlenip toplandığını. daha ziyade millileştiğini, cenuptaki uzak kıt'aların derme çatma ve karışık unsurlarından kurtulduğunu söylerler.

Kur’ân’da “Rum” suresinden beri bellediğimiz “Rum” kelimesi, Türkçeye verilmiş, o günden bugüne kadar kullanılmaktadır. Arap hançeresinin “Roma” kelimesindeki “o”yu “u“ telaffuz edişinden Arapların Roma'yı nasıl tesmiye ettikleri bellidir. “Rum" kelimesinin gene Türkçede mevcut olan Roma kelimesi olduğunu düşünmeyiz bile; mânâları birbirinden o kadar ayndır. Biz, Bizans İmparatorluğu’nun Eski Yunancayı millî dil olarak benimsemiş ve Ortodoks olan halkına “Rum" demişiz; hala da demekteyiz. Halbuki “Rum" dediğimiz vatandaşlarımızın Romalılıkla, Lâtinlikle zerre kadar münasebetleri yoktur. Biraz düşünülünce eski Roma’nın adının bile ne kadar silinmez bir kuvvette olduğu anlaşılır.

Selçuk, Anadolu’nun büyük bir kısmını fethettikten sonra, bu kıt’aya İslam âleminde. “Diyar-ı Rum” denildi. Selçuk hükümdarı “Sultan-ı Rum" diye anılıyordu. Halk arasında “Rumeli” ve “Rumelleri” tabiri geçiyordu. Celaleddin-i Rumi, Eşref-i Rumi isimleri birer misaldir. Mevlânâ, Hindistan'da hala kısaca “Rumi” diye anılır. Sultan Süleyman Bağdat’ı fethettiği zaman, oraya giden timar sahibi beylerden iki şairimiz. Vardar Yeniceli Hayâli Bey'le Taşlıcalı Yahya Bey, Fuzûli ile tanışmış ve görüşmüşler, Türkçede bir “Leyla ile Mecnun” efsanesi yazmasını rica etmişler, Fuzûli, o zamanki Türkiye’den gelen bu iki şâirle nasıl görüştüğünü ve neler konuştuğunu tasvir ederken:

Bir nice zarif-i hıtta-i Rûm
Rûmi ki dedik haziyye ma’lûm

beytini söylüyor; Türkiyelilerin ne kadar ince insanlar oldukları zaten malûm bir keyfiyettir, demek istiyor. İran’a seyahat eden bir şâirimiz:

Bir zaman Rûm'da deryâ-keş idik ey sâki
Şimdi İran'da kanâat ederiz çây ile biz

derken “bir zamanlar Türkiye’de derya gibi şarap içtiğini" zarafetle ima ediyor. Son asrın meşhur şairlerinden biri, Rûhi-i Bağdâdi’nin o diyardaki kabrine selâm gönderirken şiirde, onun mertebesine yetiştiğini fahriye kılıklı beyan ediyor ve:

Bir şâir-i Rûm oldu sana şimdi berâber

diyor. İbni Kemal’in, Mısır fethedildikten sonra. Yavuz Sultan Selim'e, askerin artık memleketlerini, yani Anadolu’yu, Rumeli’yi ve İstanbul'u özlediklerini ve bu hissi ifade eden bir koşma nazmettiklerini, bu koşmanın nakaratı olarak: “Beyim biz gidelim Rum illerine" dediklerini, Hoca Sadeddin Efendi Selimnâme'sinde nakleder. İbni Kemal'in askere atfettiği koşmadaki “Rum illeri" tabiri yalnız Rumeli değil, bütün Türkiye’dir.

Diyar-ı Rum, sultân-ı Rum, şair-i Rum tabirleri ve bütün memlekete sadece Rum tabiri, okur yazarlar tarafından yazılır veyahut söylenirdi. “Rumeli" tesmiyesi de zamanla vatanın yalnız Avrupa’da olan topraklarına verilmiş.

Roma ile bizim aramızda din, ırk, an'ane gibi hiçbir alâka yoktur. Ancak, asker ve fâtih bir millet olmak gibi bir benzerlik vardır.

Roma adının bize bir vasıf oluşu Roma’nın vaktiyle sahibi olduğu memleketlerin vârisi olduğumuzdandır.

YAHYA KEMAL BEYATLI
Aziz İstanbul, S. 20 - 25

ari: beri, uzak
maktûl: öldürülmüş
cenup: güney
zarif-i hıtta'l Rûm: Anadolu'nun zarif, hoş insanı
kaziyye: mesele
derya-keş: çok içki içen
saki: içki sunan
fahriye: övünme
şâir-i Rûm: Anadolu şâiri



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI