Yarım yüzyıllık kalem hayatının son on yılını çok yakından izledim.. Neş’esi, nüktesi, zekâsı, hırsı, hüznü, şairliği,
ve herşeyiyle tanırım Ortaç ustamı!
Dostlarını görür ve tanır, düşmanları olduğunu duyardım. Çok
düşman çok şeref, çok dost sonsuz şerefti onun için. Düşmanlarını da dostları kadar severdi... Kendini değerlendirmesi de şöyleydi sanırım:
«Atarlar senk-i târizi
draht-ı meyvedar üzre»
O’nun aptallık karşısındaki kadar hiç bir şeyden tiksindiğini görmedim. Zekâya hayran, duyguya esirdi. Kalemini kavganın kılıcı değil, barışın temel direği yapmaya çok dikkat ederdi.
Ondan konu edilirken «1896’da doğan, Mühendis Süleyman Sami
beyin oğlu» değil, «yeni Türkiye dilinin 1967’de ölen babası» demek bir kalem ustasına saygı borcumuzdur.
Aruz'u pek çoklarından iyi bilmesi, onu bir arap, acem, Azeri lehçesine hayran etmediği kadar, gelişen Türkçede «gülünç» ün karşısına bir «ağlanç» dikecek ustalıkta olması hiçbir satırında okurlarına «Orhon kitabesi» okutturmasını gerektirmedi.
Bugünkü Türk vatandaşı ortamında. Yusuf Ziya’ların Tiirkçesini anlayan, seven ve benimseyenler çoğunluktadır.
Nasıl olmasın ki?...
Cumhuriyetin temel yıllarındaki dil eğitimi, daha ilk okullardan onların mısraları ile başlamış ancak o başlangıcın sonucu olabilecek şekilde gelişmiştir...
Belki O’nu şair heyecanları içindeki değişik düşüncelerde görenler, ufak tereddütlere kapılmışlardır. Ama Ortaç
hava su, toprak gibi bir birine uymayan maddeleri, tabiatın gösterdiği ustalıkla birbirine yapıştırabilirdi:
«Yazın savrulmak harmanda.
Kışın şahlanmak ummanda,
Fecre karşı bir olmanda.
Bir kuşun ötüşü olmak! ..»
«Yaz nerde, kış nerde
Savrulmak nerde, umman nerde?...
Sorar mısınız söyleyim:
Hepsi, hepsi, hepsi
onun içindeki kuşun ötüşünde...»
«Akbaba» yı herkese bir kanarya gibi sevdiren Yusuf Ziya Ortaç hiç bir zaman sevimsiz olmadı.
Nur içinde yatsın!
BÜLENT ŞEREN
Taha Toros Arşivi, 516191

ŞİİRLERİ