ANILAR

Benim babam, Galata gümrüğünde kâtip ve işini gücünü iyi bilir, göreviyle yetinir bir muhasipti. Benim çocukluğum sırasında yaz kış Kandilli'de otururduk. Benimle birlikte okula gidip gelmek, hem de evin sokak işlerini görmek için on yedi on sekiz yaşlarında Ömer adında bir köle almıştı.

Köle, ınemleketinde hırsızlıkla eğitildiğinden kiraz, üzüm mevsimlerinde beni bağlara götürür, kendisi eli yetiştiği meyvelerden çalardı; birlikte yerdik. Aşağı yukarı altı yedi yaşlarında idim. Bir gün köle ile birlikte bir önceki Kapudan (Kaptan) Damat Halil Paşa'nın Kandilli üzerindeki bağlarından "Havuzlubağ" derler bir bağa gittik. Bağın çevresi dikenli çalılarla korunmuş olmakla köle bir giriş yeri bulup da giremedi. Elindeki sopa ile çalıları aralayarak güçlükle bir küçük delik açabildi. Bana seslenerek:

"Ben buradan sığamam, sen küçüksün, içeri gir, yakındaki kütüklerden üzümleri koparıp bana ver, birlikte yiyelim." dedi. "Peki" dedim, içeri daldım ve üzüm devşirmekle meşgul oldum. Meğer rahmetli Halil Paşa, o sırada nişan atmak için bağa gelmiş, nişan testisi rasgele benim çapul ettiğim yere konulmuş olduğundan beni görmüş. Rahmetli'nin dairesi kavaslarından Kandillili Ahmet Bey derler koca bıyıklı bir kavası vardı ki her rastladıkça bıyıklarından korkardım. O gün Paşa'nın yanında bulunmuş ve Paşa beni ona gösterip yanına götürmesini tembih ile göndermiş.

Ben ise dünyadan habersiz, durmadan salkımları koparıp çalı arkasından köleye vermek ile meşgul iken, ansızın arkamdan biri gelip kucağına kaptı ve korkutmayarak, bilmem ne sözlerle bana güven verip teselli ederek Paşa'nın yanına götürdü. Önünde duran birkaç tabak üzümü benim önüme sürüp yemek teklif eyledi. Onun bu okşarcasına davranışı, korkuyu ve utanmayı büsbütün giderip teklifsiz yemeğe başladım.

Kimin çocuğu olduğumu, evimizin ne yanda olduğunu sordu. Ben de söyledim. Niçin üzüm çaldığı sorunca, hiç gizlemeyip kölenin yönergesini olduğu gibi anlattım. Benim dürüst ve saf davranışım besbelli rahmetlinin hoşuna gitti; zira, elime bir çok para verdi ve Ahmet Bey'e teslim ile evimize gönderdi.

Ne gariptir ki, rahmetlinin son kapudanlığında, kader gereği o ulu kişinin hizmetinde bulundum. Bir gün Saray-ı Hümayun'a geldi. Kendisiyle sohbet ederken hatırıma gelip: "Bundan on altı, on yedi sene önce Kandilli'de, Havuzlubağ'da nişan atmak esnasında iken, yeşil cübbe giymiş bir çocuğu üzüm çaldığı sırada görüp Kavas Ahmet Bey ile tutturarak getirtip ödüllendirdiğiniz hatıra gelir mi?" diye sordum.

Rahmetli Paşa, son derece havrayışlı ve zeki olmakla derhal hatırladı ve "o çocuğa hâlâ acırım; zira, babası her kim ise, yanına hırsız bir köle katmıştı. Yoksa çocukta asla kötülüğe anıklık görmedim. Çünkü, hiç gizlemeden bana anlattı ve pek hoşuma gitti. Sonra Ahmet Bey de çocuğu doğruladı. "Lakin, o çocuğu, bu olayı siz nereden biliyorsunuz." dedi.

Ben de cevabımda: "İşte o gün sizin bağınızdan üzüm çalarken yakayı ele veren ve layık olmadığı halde kendisine iyi davrandığınız çocuk saklandı ve karşınızda yine güler yüz görüyor; yani ben kulunuzum." dedim.

en bunu söyler söylemez sanki hırsızlığı kendi etmiş gibi aşırı utancından kızardı ve bana teşekküre meydan vermeyip, beni iltifatlara boğdu.

Bu köleyi biraz vakit sonra rahmetli babam, özgürlüğüne kavuşturup memleketine gönderdi. Beni de o sırada rahmetli İmamzade'nin gözetiminde Süleymaniye yöresinde yeni açılmış olan "Mekteb-i Edebiyye"ye verdi ve eğitimime bakmak için İsmail Ağa adında elli beş yaşlarında bir lala tuttu.

Bizim lala Kayseriye kazası içinde Efke köyünden olup yeniçeri devrinde taşra vezirlerine içağalığı etmiş, çok şey görmüş, oldukça dünyayı anlamış gerçekten pişkin ve eğitim görmüş, çocuklarına düşkün bir adamdı. Şu kadar ki, gece ve gündüz dert ve fikri beş on kuruş kazanıp bir gün önce memleketine gitmek ve son günlerini çoluk çocuğuyle birlikte geçirmekten ibaret olmakla, para konusu gelince, lala her türlü insanlık yaşamını unuturdu.

Örneğin, rahmetli babamın, lalaya ve bana birinci tavsiyesi, cami avlusuna gidip çapkınlarla oynamamak iken her gün okuldan çıkıldığında arkadaşlarımla birlikte biz, soluğu Süleymaniye Camisi çevresinde alırdık. Eğer lala biraz titizlik edecek olursa, babamdan aldığım gündeliğimden cebimde kalan yirmi para, yahut otuz, kırk parayı eline sıkıştırırdım. O anda yüzü gülüp: "Haydi, ben ikindi namazını kılmadım, sen biraz oyna, ben de namazı kılayım." derdi. Ve namazdan sonra çoğunlukla son cemaat yerinde uykuya varıp, bir iki saat beni kendi halime bırakırdı. Sonra, döneceğimiz sırada niçin geciktiğimizi, eğer babam sorarsa ikimizin cevabı bir olmak için, birlikte yalan hazırlardık.

Durum böyle olmakla birlikte, lalam beni dersime devam ve sınıfımdaki çocuklardan ileri gitmem için isteklendirmekte elinden geldiğince geri kalmazdı. Hatta, şiirler düzmeğe başlayışım, o adamın özel çabası ve bir şaşılacak rastlantı ile olduğundan, burada anlatmaya yarar dışı göremem.

Bizim lalanın şiire çok düşkünlüğü vardı; hatta kendisinin yazısı güç okunur derecede imlasız olduğu halde, Aşık Ömer ve Gevheri'nin yapıtlarından ezberlediği beyitleri, ilgili ilgisiz sıra getirip okur ve arasıra, kendi de kıta ve gazel gibi şeyler yapıp içinde ölçülü olanları bulunurdu. Bu başlangıç onun gazelindendir:

Derûnum derdin arz ettim bu kırtasa kalemlerle
Görelim ne zuhûr eyler ne söyler gonca femlerle

Okula İsa Efendi adında bir Farsça öğretmeni atanmıştı. Her hafta salı günü gelirdi. Çocukların bazıları ondan ders alırlardı. Lâkin benim okula gönderileceğim vakit rahmetli babamdan: "Sakın olmaya Farsi okuyasın; zira, her kim okur Farsi, gider dinin yarısı." diye alışmış olduğum nasihat kulağıma küpe olduğundan, Farsçaya heves şöyle dursun, okuyanlara dinsiz gözüyle bakardım.

Lala, bu durumu anlayınca, gizlice bana Farsçanın her şeye gerekli olduğunu ve dine dokunmaksızın okunması mümkün olduğunu ve her Farsça okuyan dinsiz olmayıp hatta İsa Efendi pek dürüst ve dinine bağlı bir adam olduğunu ve kendisi bile vaktiyle okumadığına pişman olup şimdi elinden gelse ak sakalıyle okuyacağını ve eğer ben okumazsam, sınav sırasında arkadaşlarımdan geri kalacağımı ve babamın bana böyle demesi, kendinin Farsça anlamadığından olmakla, eğer ben şimdi ondan gizlice öğrenecek olursam, hem babamı geçmiş, hem de sınavda birinci çıkıp onu sevindirmiş olacağımı öyle bir dille anlattı ki, artık Farsça okumağı iyice zihnimde kararlaştırdım ve sanki gizli bir suç işler gibi okulun demirbaş kitaplarından bir Tuhfe-i Vehbi alıp o hafta derse başladım.

İyice hatınmdadır ki, henüz Tuhfe'yi bitirmemiştim, bir gece lala ile beraber karşılıklı oturup el değirmeni ile bulgur öğütüyorduk. Değirmeni çevirirken sıra bana geldi. Ben çevirmekle uğraşırken gördüm ki lala gözlerinden yaş döküp durmadan ağlıyor. Nedenini sordum. Cevabında, "Sen daha çocuksun, anlayamazsın." dedi. Ben direndim, sonunda âciz kalıp: "Bu değirmen hâl diliyle ne diyor, biliyor musun?" dedi.

Ben değirmenin lakırdı söylediğini o vakte kadar duymadığımdan şaşkın şaşkın lalanın yüzüne baktım, "Aman, değirmenin nasıl lakırdı ettiğini bana söyle." diye zorlamaya başladım. Lala içten bir ah çekerek: "Evet, değirmen söyler; fakat onları duymağa kulak ister. İşte bu değirmen hâl dili ile diyor ki:

Ey bana bakıp duran gafiller, gözlerinizi iyice açın, bana iyice bakın; çünkü ben bu dünyanın bir örneğiyim, bana koyduğunuz buğdaylar da dünyaya gelen insanların tıpkısıdır. Konulan taneleri iki taşın arasında yuvarlaya yuvarlaya kırıp ufaltırım ve istenilen olgunluğa geldiklerinde bulgur olurlar, onları dışarı atarım, yeni gelenlerle uğraşırım. Nitekim, dünya da kendine gelen insanları yer ve gök arasında çeşitli belâlar ve sınavlarla ezip geçirip olgunluğa yani her kişi kendi kaderi olan duruma eriştiğinde mezara gönderir, öbürleriyle uğraşır. Hatta, bu anlam üzerine şöyle bir şiir hatırıma geldi ve şimdi hiç düşünmeden dizdim." dedi ve:

"Asyâbı devreden ahenge nazar kılmışım." dizesiyle birkaç beyit okudu. Yazık ki, öbür mısralar hatırımda kalmadı.

Ben bu sözün anlattığı şeyi kavrayacak yaşta olmadığımdan âsyâbın (değirmenin) böyle güzel söylenmesinden çok, lalanın erdem ve olgunluğuna vuruldum. Asyab ve ahenk kelimelerinin anlamını kavramakla Farsça okumağa zevk ve hevesim bir kat daha arttı. Ve lalanın kaşını eğerek, büyük bir zevkle ve bilmediğim bir biçimde okuduğu şiirin edası, anlamından çok hoşuma gidip, şiiri bana öğretmesi için yalvarmağa başladım.

Lala, cevabında: "Şiir dedikleri kimi kişilere özgü bir Tanrı vergisidir; eğitim ve kendine iş edinmekle olmaz. Eğer yüce Tanrı, sana da böyle bir alın yazısı yazmış ise şair olursun ve illâ hiç bir nedenle bu şerefi elde edemezsin. Hoca Numan Efendi, her bilimde uzman, derya gibi bir kişi iken şiir söyleyebiliyor mu? Bak, İsa Efendi, Farsça da biricik iken şiir yeteneği var mı? İşte şiir bir Tanrı vergisidir, bilim ile ele geçmez." dedi.

Bunu duyar duymaz, sanki içimde küllenmiş bir ateş kümesi varmış da körüklenmiş gibi kendimde bir coşup kaynama hissettim. Yerimde durmağa gücüm kalmadı. Değirmeni bıraktım, ağlayarak lalanın boynuna sarıldım ve şiirin nasıl söylendiğini mutlaka bana öğretmesi için yalvardım.

Lala, aşık ve bağrı yanık bir kimse idi. Bana acıyarak baktı ve gönül alan bir davranışla: "Sende bu aşk ve heves oldukça, umarım ki şair olursun." dedi. Ve şiir denilen bildiğimiz söz olup, yalnız aruz vezinleri dedikleri "failatün, mefâilün"lerin sesli ve sessizlerinin uygun olmasını ve dizelerin sonunun birbirine uygun olması gerekeceğini bildiği kadar tanımladıktan sonra: "Madem ki şiire hevesin var, önce yazacağın nazım, yomlu olsun diye Peygambere bir na't olsun. Haydi, bu gece çalış. O yolda bir şey yapıp yarın bana göster. Uymayan yerlerini düzeltiriz. Böyle böyle sen de şair olursun." dedi ve rediflerinin "yaresulallah" olmasını salık verdi.

Ben o sevinç ile merdivenleri dört el ile çıkarak odama koştum, kapıyı kapadım, önüme bir tabaka kağıt koydum; hemen kalemi elime aldım. Sanki zihnimde yığılmış kalmış birçok şeyler yazacaktım. Düşün bre düşün. Aklıma bir şey gelmez. Vezin, aruz nerede? Gelişigüzel kelimeler bile, bizi tutup da zorla vezin zincirine bağlayacak korkusuyle zihnimden kaçarlardı. Sonucunda belleğime hiç bir söz getiremedim.

Böylelikle sabah oldu. Gözüme bir an uyku girmedi. Nasıl olursa olsun dedim. Kağıda birkaç saçmasapan şeyler yazdım; fakat satırlarm sonlarına "yaresulallah" redifini katmada kusur etmedim. Bunları birkaç kez, tekrar tekrar okudum ve kendimce hepsini ölçülü ve pek güzel buldum. Yalnız anlam hiç aklıma gelmedi.

Ortalık ağarır ağarmaz sevinerek, lalanın odasına koştum ve henüz yatağından kalkmış, aptes alırken yakaladım ve bir zafer kazanmışçasına kağıdı eline tutuşturdum. Lala bir kez gözden geçirdi. Kağıdı yine bana verdi ve gülümseyerek: "Bu da fena değil ama, şiirde vezin, her satırın sesli ve sessizlerinin birbirine uygun düşmesi, demektir. Bunun ise kimisi 'fâilâtün', kimi 'müstef'ilün' olduğundan başka hiç birinden bir anlam çıkmıyor. Kelimeler birbirine dargın öküz gibi bakıyorlar; yalnız, bu gece dediğim yolda söylemeğe çalış, yarın göreyim." dedi.

O zaman ben de şiirimi tekrar okudum. Lala'nın dediği kusurların hepsini gördüm. Artık ders kimin umurunda. Şair olmak bence cihana sahip olmaktan değerli olduğundan, o gün akşama dek okulda şiir düşündüm. Cami avlusunda ceviz oynarken yine şiir tasarladım. En sonunda o gece de sabahlara dek uğraşarak bir şey karaladım. Ertesi gün lalaya gösterdim. Lala kağıda göz gezdirirken yüreğim oynadı. Acaba ne diyecek, diye gözlerinin içine bakardım. Bilmem beni teşvik için miydi, yoksa gerçekten, ölçüsü, anlamı var mıydı? "Aferin, artık şair olacağında hiç kuşkum kalmadı. Baban değil, artık kim engellerse engellesin, korkmam." dedi.

Birkaç gün gündeliğimden arttırıp lala ile birlikte gizlice sahaflara gittik. Bir Aşık Ömer mecmuası aldık. Geceleri onun okunmasıyle meşgul olurdum. Pek az süreyle lalanın okuduğu ve yaptığı şiirlerin ölçüsüz düşenlerini ayırt etmeğe ve hatta okuduğum Aşık Ömer ve Gevheri şiirlerinden beğendiklerime nazireler bile söylemeğe başladım. Yalnız anlam yönüne çokluk aklım ermezdi. Ta ki, rahmetli Fatin Efendi ile görüştüm.

Ben kendimi olmuş bitmiş, sanatçı bir şair ve Aşık Ömer Hazretlerini cihana dengi ve benzeri gelmemiş derya gibi bir üstat sanıp dururken Rahmetli Efendi'nin uyarıları, bu eksiğimin tamamlanmasına neden oldu. Şimdi eğer vezinli söz söyleyene şair demek doğru ise, bu ilgiyle bizim lalanın çabası ve bana verdiği eğitimle, ben de şair oldum.

İşte eğer köle bizde kalıp da ben onunla daima düşüp kalkmış olsa idim başı açık bir hırsız olmazsam da, onurlu görünen çalıp çırpıcılardan biri bulunurdum. Eğer lalanın iyiliği üstün gelmeyip de yalnız paraya gönül bağlayıp da kendi isteklerime bırakıverseydi, ben şair olmadıktan başka baldırı çıplak bir tulumbacı olurdum.

Ah İstanbul'daki lalaların hepsi bizim İsmail Ağa'ya benzeseler yine çocuklara ne mutlu. Her ne denli olgun bir insan olmazlarsa bile şair olurlar. Lakin, onların birtakımı para konusunda tıpkı İsmail Ağa'ya benzerler; yalnız, ne eğitici yönleri, ne de bu yönde çabaları vardır. Birtakımı da o bizim önceki kölenin yaşlılarıdır. Tanrı, çocukların yardımcısı olsun. Zira, elin bağından üzüm çalan her çocuk, şansı yardım edip de padişahın hizmetine erişemez ve Emile kitabını çevirip, önceleri kendi işlediği hataları, insanlara ibret verecek örnek olarak, ortaya dökemez..."

Sadeleştiren : İbrahim Olgun

İsmail Hikmet Ertaylan,
Türk Edebiyatı Tarihi, Bakü 1925, I, 179

ZİYA PAŞA
Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi
Mart 1972, S: 246, S. 476-480
Anı Özel Sayısı

ŞİİRLERİ



ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI