ÜAKL YOLLARINDA


İlkokul diploma resmim (*)

Ablam 5. sınıfa geçtiğinde ailemizi tatlı bir telaş ve heyecan sarmıştı. Annem ve babam bizim yabancı dil öğrenmemizi çok istiyorlardı. Onlara göre bir dil bir insan, iki dil iki insandı. Bunun için orta öğrenimimizi yabancı dille eğitim veren bir okulda yapmamız gerektiğine inanıyorlardı. Dünyada en yaygın olarak kullanılan dilin İngilizce olması onları dil seçiminde İngilizce'ye yönlendirmişti.

İki çocuğu İstanbul'da yatılı olarak okutacak maddi imkanları yoktu ancak benim canım anneannem büyük bir özveriyle bizim sorumluluğumuzu üstlenmeyi kabul etmişti. Onun yanında kalacaktık. Okula gidip gelişimizin kolay olması açısından okulumuz Anadolu yakasında olmalıydı. Yaptıkları araştırmalar sonucunda Anadolu yakasında en iyi İngilizce eğitimi veren okulun Üsküdar Amerikan Kız Lisesi (ÜAKL) olduğu sonucuna varmışlardı. Kuşkusuz yıllar önce bu okuldan mezun olan Necla Yenge'min de onların bu seçimlerinde büyük payı olmuştu.

ÜAKL'ye sınavla giriliyordu. Sınava yaklaşık 500 kişi katılıyor, ancak 50-60 kişi alınıyordu. Babam bir mektupla - o zamanlar şehirlerarası telefonla iletişim bir meseleydi, internet ise hiç yoktu - okuldan sınav tarihini sordu. Aldığımız cevap hiç te içaçıcı değildi. Bildirilen tarihte Rüstempaşa İlkokulu'nda eğitim yılı tamamlanmamış oluyordu. Bu hepimiz için bir hayal kırıklığı oldu.

Ancak babam öyle kolay kolay pes edeceğe benzemiyordu. Hemen Milli Eğitim Bakanlığı'na bir dilekçe yazarak durumu anlattıktan sonra bunun fırsat eşitliğine aykırı olduğunu, Anadolu'da görev yapan bir memurun çocuğunun da bu sınava girmeye hakkının olduğunu söyleyerek sınavın ertelenmesini istedi. Dilekçesine gelen cevap olumluydu, Bakanlık sınav tarihinin ertelendiğini ve sınav başvurusunu yapabileceğimizi bildiriyordu.

Birinci aşama başarıyla halledilmişti. Şimdi sıra, ablam için, sınavlarda başarı göstermeye gelmişti. Bu zorlu bir yarıştı. Taşra ilkokulundan gelen bir öğrencinin büyük şehirlerdeki okullarda yetişen öğrencilerle yapılacak bir yarışta ne kadar başarılı olacağını kestirmek zordu.

Nihayet okullar kapandı, hep birlikte sınav için İstanbul'a gittik. Ablam sınava girdi ve netice belli olana kadar hepimiz heyecan içinde bekledik. Sonunda beklenen haber geldi, ablam yarışta başarılı olmuş, okula girmeye hak kazanmıştı. Bu haber bizim için hem büyük bir mutluluk, hem de ertesi yıl benim de aynı okula girebileceğim konusunda ümit kaynağı oldu.

Adli tatil bittiğinde biz, ablamı anneannemlerin yanında bırakarak, Beypazarı'na döndük. O sene benim için yıl sonunda gireceğim sınav için hazırlanmakla geçti. Önümde bir örnek vardı, ablam girebildiyse ben de girebilmeliydim. Var gücümle çalışıyordum. Burada ilkokul öğretmenim sevgili Huriye Doğuş'u bir kez daha rahmet ve minnetle anmalıyım. O da en az benim kadar heyecanlanıyor, hazırlanmama destek oluyor, mutlaka kazanacığımı söyleyerek bana moral veriyordu.

Yıl sonunda okul kapanır kapanmaz sınav için yine ailecek İstanbul'a gittik. Nihayet sınav günü geldi çattı. O günü hala bugün gibi hatırlarım. Sabah okula gittiğimizde çevreden çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Binalar, bahçe, sınava girdiğimiz sınıf, sıralar, herşey çok faklıydı. İçimde büyük bir istek uyandı, ben de ablam gibi bu okulda okumalıydım.


Okulun girişinden görünüm

Sınav kağıtları dağıtıldığında heyecandan resmen titriyordum. Kafamı bir türlü toparlayamıyor, hiçbirşey yapamıyordum. Herkes harıl harıl soruları çözmeye başlamıştı bile. Böyle giderse başarmama imkan yoktu. Sonra kendime geldim, en kötü ihtimal, diye düşündüm, ne olur? Kazanamam, Beypazarı Ortaokulu'na giderim, hem ailemden, arkadaşlarımdan ayrılmamış olurum, ucunda ölüm yok ya. Bu düşünce beni çok rahatlattı, bütün heyecanım geçmişti. Kendimi toparlayıp soruları çözmeye başladım. Sınav bitip kağıtlar toplandığında soruların hemen hepsini çözmüş olduğuma inanıyordum. Yanılmamışım, yaz sonuna doğru sınavı kazandığımı öğrendim, hem de ön sıralarda.


Sınava girdiğimiz salon - Study Hall

Adli tatil bittiğinde annemle babam küçük kardeşimi de alarak Beypazarı'na döndüler. Biz ablamla okula başladık. Ablam aileden uzakta olmaya alışmış gibiydi ama ben bir türlü alışamıyordum. Bu benim kendimi bildim bileli onlardan ilk ayrılışımdı. Annemi, babamı ve küçük kardeşimi çok özlüyor, bize onların yokluğunu hissettirmemek için ellerinden geleni yapan anneannemle dedemi incitirim kaygısıyla gizli gizli ağlıyordum. Bir keresinde orta odadaki yüklüğe (dolap) gizlenip ağlarken anneanneme yakalandım. Birlikte sarılıp ağlaştık. Anneannem benim o halime dayanamamış ve durumu anneme anlatmış olacak ki, kısa bir süre sonra annem küçük kardeşimi yanına alarak bizim yanımıza geldi ve okullar kapanana kadar bizimle kaldı.

Sene sonunda ikimiz de sınıflarımızı geçerek okullar kapanır kapanmaz Beypazarı'na, babamın yanına döndük. Döndüğümüzde arkadaşlarımızdan, aile dostlarımızdan aldığımız tepkiler çok güzeldi. Bizim küçük yaşta ikinci bir dili konuşuyor olmamız onlar için harikulade bir şeydi. Sık sık "Hadi aranızda konuşun da dinleyelim " diyorlar, biz konuşmaya başlayınca da hayret ve hayranlıkla bize bakıyorlardı. Bu bizim biraz tuhafımıza gidiyorsa da gururumuzu okşuyordu.

Ancak burada o yaz bizi çok üzen, çocuk yüreklerimizde derin bir iz bırakan bir olayı da anlatmadan geçemeyeceğim. Okullar kapanınca ilkokul arkadaşlarımız Kuran kursuna yazılmışlar, bizim de onlarla beraber kursa katılmamızı istiyorlardı. Biz de heveslendik ve bu arzumuzu anneme açtık. Annem önce babamın buna izin vermeyeceğini söyledi. Ama biz o kadar ısrar ettik ki sonunda belki de hayatında ilk ve son kez olarak babamdan gizli tutarak bize izin verdi. Hatta gitti, çeyiz sandığından iki tane işlemeli yemeni çıkarttı, kursta başımıza bağlamamız için bize verdi.

Sevinçten uçuyorduk. Arkadaşlarımıza uğrayıp onları da aldıktan sonra kursun verildiği tek katlı binaya gittik. Hoca gelmeden yanyana bitiştirilmiş sıralara oturarak hocanın gelmesini bekledik. Kapı açılıp ta hoca içeri girdiğinde hepimiz ayağa kalktık. Eliyle oturmamızı işaret etti, oturduk. Sıralara şöyle bir göz gezdirdikten sonra bize dönerek:

"Siz niye geldiniz? Hem gavur okulunda okuyor, hem de buraya geliyorsunuz. Burada sizin ne işiniz var, sizi istemiyorum, çıkın dışarı" dedi. Ablamla ben neye uğradığımızı şaşırmış bir vaziyette önce birbirimize baktık, sonra çabucak toparlandık ve arkamıza bile bakmadan dışarıya çıktık. Ağlaya ağlaya eve döndük. Annem bizi o halde görünce çok üzüldü ve hemen hocanın kızını aradı. Yanlış hatırlamıyorsam hoca ilçenin tek eczacısının kayınpederiydi. Konuşmalarından hocanın kızının annemden özür dilediği anlaşılıyordu ama bizim küçük yüreklerimiz çok kırılmıştı. Daha sonra bu olayı hatırladığımda hep iyi ki de bizi kovmuş o hoca diye düşünürüm. Dinini öğrenmeye heves etmiş iki küçük kız çocuğuna bu şekilde davranan bir hocadan ne öğrenilebilirdi ki..



Biraz da bizimkilerin bizi okula gönderirken yaptıkları hazırlıklardan bahsetmek istiyorum. Okulun paralı okul olması, gelen çocukların genellikle varlıklı ailelerin çocukları olması sanırım onları biraz endişelendiriyordu. Onların yanında kendimizi eksik hissetmeyelim diye büyük bir özen gösteriyorlar, herşeyin en iyisini almaya çalışıyorlar, adeta kız çeyizler gibi hazırlanıyorlardı.

O yıllarda konfeksiyon bugünkü kadar gelişmemişti. Okul formanın modelini veriyor, veliler çocuklarının formalarını kendileri diktiriyorlardı. Hemen en iyi İngiliz kumaşından jilelerimiz, en iyi poplinden gömleklerimiz terzi Nihat Amca'ya diktirildi. Yün hırkalarımız ördürüldü. Hele çantalarımızı hiç unutmam, halis deri olsun diye aldıkları çantalar o kadar deriydiler ki, (o yıllarda deri işlemeciliğimiz herhalde bu kadar gelişmemişti) ilk başlarda anneannem çantalarımızın kokusuna dayanamadığı için eve gelince onları oturma odasına sokmuyordu, antrede bırakıyorduk.



İstanbul'a gidiş dönüşlerimiz ise ayrı bir maceraydı. O yıllarda bugünkü gibi düzenli ulaşım araçları yoktu. İstanbul'a düzenli olarak gidip gelen tek vasıta Ahmet (Yöntem) Amca'nın benzinliğinin tankeriydi. Onun için bizimkiler bizi tankere bindiriyor ve şoför Hıfzı Amca'ya emanet ediyorlardı. Biz iki kardeş tankerin şoför mahallinde, Hıfzı Amca'nın gözetiminde İstanbul'a gidiyorduk. Adamcağız arabasına gözü yaşlı binen iki küçük kız çocuğunu biraz olsun neşelendirebilmek için ne yapacağını şaşırıyor, bize sürekli birşeyler anlatıyor, oyalamaya çalışıyordu.

Ayrılmalarımız hep hüzün dolu, kavuşmalarımızsa çok coşkulu oluyordu. Ayrılma vakti geldiğinde, biz ağlarken annem gayet soğukkanlı duruyor, istikbalimiz için buna katlanmamız gerektiğini söylüyordu. Zaman zaman onun beni, benim onu sevdiğim kadar sevmediğini düşündüğümü hatırlıyorum.

Meğer bu düşünceye sahip olan tek kişi ben değilmişim. Bir gün komşumuz olan bir yaşlı teyze anneme:

"Mualla hanım ben senin günahını aldım, beni affet demişti. Annem "Ne oldu, niye teyze?" diye sorduğunda ise "Kızları uğurlarken baktım, onlar ağlıyor, sen hiç aldırmadan öyle duruyordun. Hatta Allah biliyor ya, bir ara acaba bu iki kız üvey mi diye düşündüm. Ama sonra tatile geldiklerinde karlı kışta terlikle sokağa fırlayarak onlara nasıl sarıldığını görünce anladım ki sen onları daha fazla üzmemek için kendini tutmuş, üzüntünü belli etmemişsin." demişti.

(*) Bende olmayan bu resmimi bana gönderen Beypazarı Rüstempaşa İlkokulu'nun şimdiki Müdürü Sayın Saffet TAŞEL'e sonsuz teşekkürler..

                       





ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI