İSTANBUL TATİLLERİMİZ
 Annemin ailesi
20 Temmuz'da, adli tatil başlar başlamaz, İstanbul'a, anneannemle dedemin yanına giderdik. Anneannemlerin ahşap evi üç katlı bir apartmana dönüştürülmüştü ve 3. katta anneannemler, 2. katta da küçük dayımlar oturuyordu. Bu yüzden evde, dayımın oğlu Aykut ve Aytun'la beraber, 5 kişilik bir çocuk ordusu oluyorduk. Birlikte oyunlar oynar, şarkılar söyler, ailecek gezmelere giderdik.
O zamanlar daha İstanbulun her yerinden denize girilebiliyordu. Kurbağalıdere'de sandalcı teyzeden bir sandal kiralar, Fenerbahçe açıklarında demir atardık. Ben sudan çok korkardım. Herkes, benden küçükler bile, korkmadan sandaldan denize atlarlar, ben hep en sona kalırdım. Sonunda mecburen bir, iki, ikibuçuk diye saymaya başlar, ama bir türlü üçü diyemezdim. Bir gün benim bu halimi gören bir hanım "oğlum, korkma yahu, sen yarın asker olacaksın" diye beni yüreklendirmeye çalışmış, bizi çok güldürmüştü. Aslında o hanım beni erkek çocuk sanmakta haklıydı, çünkü babam saçların çocukların gelişmesini engellediğine inandığından bizim saçlarımızı hep kısacık ( o modele alegarson diyorlardı) kestirirdi. Mayo olarak ta bir şort giydiğimizden erkek çocuktan pek te farkımız yoktu hani.
Gündüzleri bazen pencerenin önüne dizilir, caddeden geçen arabaları seyreder, araba tutardık. Şansına güzel araba çıkan sevinir, külüstür araba düşen hayıflanır, bazen de ben bunu saymıyorum diye mızıkçılık yapardı. Akşam üstü olunca dedem Muharip Gaziler Lokali'nden dönerken Beyaz Fırın'a uğrar, bize jelatine sarılmış beyaz halkalar getirirdi. Anneannem önceleri bunları bize "kuş getirdi" diye verirdi. Bir gün ben "Bu kuşun da ne kadar büyük eli varmış" diye inanmadığımı ima ettiğim için sonraları bu halkaları dedem getirir olmuştu.
Sıcak yaz gecelerinde yemekten sonra hep beraber Moda'ya yürür, Zeynep Kamil Çay Bahçesi'nde çay içerdik. Çaydan sonra Moda'dan elimize birer külah dondurma ya da birer mısır alır, bazen de Nefis Pastahane'sine uğrar, dondurmalı tavuk göğsü / kazandibi yer, yine yürüyerek evimize dönerdik. Dönüşte gündüzleri iğne atsan yere düşmeyen Kadıköy Altıyol'un o sakin ve karanlık hali beni çok etkiler, sanki uyuyan bir devmiş gibi gelirdi bana.
Yaz gecelerinin vazgeçilmezlerinden biri de yazlık sinemalardı. Hemen her mahallede böyle bir sinema vardı. Bu sinemalar genellikle apartmanlar arasında kalmış büyük bir bahçe içinde olurdu. Bahçenin bir tarafında yüksekte kocaman bir beyaz perde olur, film bu perdeye yansıtılır, seyirciler sıra sıra dizilmiş tahta sandalyelere oturarak, kapıdan aldıkları ya da dışarıdan getirdikleri kuruyemişlerini yerken filmi izlerlerdi. Çevredeki apartmanların balkonları bu sinemaların ücretsiz localarıydı. Ancak perdenin arkasında kalan apartmanların sakinleri çok şanssızdılar çünkü filmlerin sadece sesini duymakla yetinmek zorundaydılar. Tek bilete genellikle üstüste iki film gösterilir, en son vizyona giren Türk filmlerinin yanısıra Türkçe seslendirilmiş eski yabancı filmler de oynatılırdı. Burada seyrettiğimiz filmler Beypazarı'nda aylar sonra gösterime girdiğinden tatil dönüşünde arkadaşlarımıza bunları ballandıra ballandıra anlatırdık.
Her yaz biz İstanbul'dayken Kuşdili Çayırı'na mutlaka bir sirk gelirdi ve biletler satışa çıkar çıkmaz, olur da kalmaz diye, bizim biletlerimiz hemen alınırdı. Aklımda kalan en güzel sirk Medrano sirkiydi. Bu sirkler palyaçosu, cambazları, akrobatları, sihirbazı, aslan terbiyecisi ile biz çocuklar için büyülü bir dünyaydı. Sadece biz çocukların değil, büyüklerimizin de bu sirkleri keyifle izlediğini hatırlıyorum. Yalnız bir keresinde, aslan aniden bize arkasını dönmüş, benim yeni kot pantalonum sırılsıklam olmuş, ben neye uğradığımı şaşırmıştım. Büyükler uğurdur diye beni teselli etmişler, kaldığımız yerden sirki izlemeye devam etmiştik.
Bazen de evde kalır, oyun oynardık. Taşlarla oynanan domino ve iskambil kağıtlarıyla oynanan remi ve konken ençok oynadığımız oyunlardı. Büyükler bazen de tavla oynarlardı. Kıran kırana oynanan bu oyunlarda yenilen, akşam yürüyüşe çıkıldığında, herkese çay, dondurma ya da mısır ısmarlardı.
Yine evde kaldığımız bazı akşamlarda, babam ortaya felsefi bir konu atar, büyükler o konu üzerinde görüşlerini söylerken biz küçükler dikkatle dinler, bilgilenip görüş geliştirmeye çalışır, ara ara biz de kendimizce katılmaya çalışırdık. Ben bu tartışmaları çok sever, merakla izlerdim. Özellikle de din konusunda anneannemin tartışmasız kabulcü yaklaşımıyla babamın sorgulayıcı yaklaşımı çatışır, bu ayrılıktan doğan tartışma geceyarılarına kadar uzar, ben her ikisini de dikkatle dinler, yatağıma yattığımda kafamda bu konuşmaların muhasebesini yapar, bir sonuca varmaya çalışırdım.

Burada biraz rahmetli anneannemi tanıtmak istiyorum. Önce benim üzerimde büyük emeği ve etkisi olan bu güzel insanı - tabi dedeciğimi de - buradan rahmet, sevgi ve minnetle anmalıyım. Ablamla ben Amerikan Lisesinde okurken 7 sene onların yanında kaldık. Gerçi hakimler o zaman da diğer memurlara kıyasla yüksek maaş alıyorlardı ama yine de babamızın maaşı ikimizi o okulda yatılı olarak okutmaya yeterli değildi. Bu nedenle biz gündüzlü olarak - nihari - okumak zorundaydık. İstanbul gibi bir şehirde iki küçük kız çocuğunun sorumluluğunu üzerine almak sanırım her büyükanne ya da büyükbabanın rahatlıkla üstlenebileceği birşey değildi. Ancak onlar bizim geleceğimiz için seve seve bu özveriyi gösterdiler. Onların bu özverileri ikinci bölümde, o günleri anlatırken, daha belirgin olarak görülecektir sanırım.
Anneannemin genç kızlığı Karamürsel'de, Yunan askeri tehdidi altında geçmiş. Erkekler savaşa katıldığından geceleri kadınlar ve çocuklar bir evde toplanırlar, korkuyla bekleşirlermiş. Yunan askerlerinin özellikle genç kadın ve kızlara karşı acımasız tavrından çekindikleri için kendilerini çirkinleştirmeye çalıştıklarını, anneannemin haminnesinin ona "sen de hiç güzel çirkin olamıyorsun" diye çıkıştığını anlatırdı anneannem. Yunanlıların Karamürseli yakacağını duyduklarında, anneannem el emeği göz nuru çeyizlerini bir kuşak yaparak beline sarmış, babasının çeyiz olarak aldığı Singer dikiş makinesini toprağa gömmüşler (toprak altından paslanmış olarak çıkarılan bu makineyi kendisi yaşadığı sürece kullandı) ve hep birlikte Maşukiye'ye, dayılarının yanına gitmişler. Geriye döndüklerinde Karamürseli çekilen Yunan askerleri tarafından yakılmış olarak bulmuşlar ve herşeye yeniden başlamak zorunda kalmışlar.
 Anneannemin bir gençlik resmi
Anneannem dedemle evlendiğinde daha 16 yaşındaymış. O zamanlar dedem 34 yaşındaymış ve Karamürsel'e Şube Reisi olarak yeni tayin olmuş. Dedem bekar olduğu için bir gün ona evlenmek üzere bir kız göstermişler sokakta. Kız 19 yaşındaymış, dedem o kızı yaşlı (!) bulmuş ve kızın yanındaki arkadaşını, yani anneannemi sormuş. Başkatip Hüseyin efendinin kızı, rüştiyeyi bitirdi, o da bekar demişler. Dedem hemen istetmek için annesini anneannemlere göndermiş. Annesi, oğlunun savaş nedeniyle hiç evlenmediğini, sokakta anneannemi görüp çok beğendiğini ve anneanneme talip olduklarını söylemiş. Kısa bir araştırmadan sonra anneannemi dedeme vermişler.
 Dedemin bir gençlik resmi
Ancak sonradan dedemin daha önce evlendiği ve bu evlilikten bir de oğlu olduğu ortaya çıkmış. Dedem kendisini "Seni çok beğenmiştim, söyleseydim, vermezlerdi" diye affettirmeye çalışmış. Anneannemin babası bu işe çok üzülmüş ve kızına babaevinin kapısının ona her zaman açık olduğunu söylemişse de anneannem dönmemiş. Baba evine dönmemesini "Kızım doğmuştu, onu babasız bırakmak istemedim. Hem kardeşlerim de çok küçüktü, belki kızım onların arasında ezilir diye düşündüm" diye açıklardı anneannem. Bir süre sonra dedemin ilk evliliğinden olan oğlu da yanlarına gelmiş. Anneannemin büyük dayımla olan ilişkileri başlangıçtan itibaren hep iyi olmuş, onun bu davranışı çocuklarının ve bizim de öz-üvey ayrımı yapmamamıza neden olmuştur. Büyük dayım ve ailesi de bize karşı hep aynı şekilde davranmış, aramızda hiç bir zaman üveylik söz konusu olmamıştır.
 Annem ve büyük dayım
Anneannem dindar bir insandı. Beş vakit namazını kılar, orucunu tutar, fitre ve zekatını verir, kurbanını keser, kısacası dininin vecibelerini yerine getirmeye özen gösterirdi. Namaz kılarken başını beyaz bir tülbentle örterdi, sair zamanlarda ise başı açıktı. Son yıllarında sağlığı müsait olmadığı için hacca vekil göndermiş, hacı olduktan sonra başına ya bir bere ya da eşarp bağlar olmuştu. Tutumlu bir insandı ve israfı günah olarak görürdü. Dikiş, nakış, örgü, dantel vb. her türlü ev işinden anlar, güzel yemek pişirirdi.
Gezmeyi çok sever, kendi tabiriyle yol iz bilir, hatır gönül kırmamaya dikkat ederdi. Sohbeti çok keyifliydi. Harf devriminden sonra kendi gayretiyle Latin alfabesini öğrendiğinden gazeteleri okur, gündemi takip etmeye çalışırdı. Sezgileri çok kuvvetliydi. Kendisi "Ben iğnenin deliğinden Hindistan'ı görürüm" derdi. Biraz abartılı bir ifade olsa da sezgilerinde çoğu zaman haklı çıkardı. Çok ta akıllıydı. Sadece ailenin değil sülalenin akıl danıştığı bir insandı. Ne yazık ki benim canım anneanneciğim, bu akıllı insan 80 yaşında alzheimer oldu ve iki yıl bu şekilde yaşadı. Artık bizi dahi tanımıyordu. Onun bu hali beni kahretti, o kadar ki onu kaybetmekten çok korkan ve Allah'a hep "Ne olur anneanneme 5 yıl daha ömür ver Allahım " diye dua eden ben "Ne olur anneannemi kurtar Allahım" diye dua eder olmuştum.

Arasıra da sadece büyüklerin gideceği ev gezmeleri olurdu. Böyle zamanlarda biz çocuklar evde yalnız kalırdık. Anneannemlerin evi, evden apartmana dönüştürüldüğünden derinliğine uzanan bir evdi. Oturma odası öndeydi, uzun bir koridorun ortasında mutfak ve banyo, koridorun sonunda da içiçe geçmiş üç büyük oda vardı. Ablamla ben, küçük kardeşime ve dayımın çocuklarına hayali masallar anlatırdık, onlar da bizi merakla dinlerlerdi. Ama bu masallarda hırsızlar, ruhlar, acaip yaratıklar muhakkak olurdu. Bazen arka odalardan sesler gelirdi. Anlattığımız masalların da etkisiyle hepimiz çok korkardık. Herkes diğerine haydi sen git bak der, ama kimse cesaret edip arka odalara geçemezdi.
Sonraları ablamla ben bu seslerin evin arka bölümünün ahşap olmasından kaynaklandığını anladık ve korkmamaya başladık. Ama küçüklere bunu söylemedik, sanırım onların korkması bizim çok hoşumuza gidiyordu. Yine böyle bir akşam küçüklerden biri tuvaletteyken ben mutfak penceresinden mopu uzatarak tuvalet penceresinin önünde ileri geri sallamış, pencerenin arkasında birşeylerin hareket ettiğini gören kuzenim bunu ruh geldi sanarak gözleri yuvalarından fırlamış bir şekilde bağırarak tuvaletten dışarı fırlamış, onun o haline biz gülmekten kırılmıştık. Aslında hepimiz çocuktuk ve o zamanlar bize komikmiş gibi görünen bu yaptıklarımızın ne kadar tehlikeli olduğunu biz ancak yaşımız biraz daha ilerleyince idrak edebildik.



|
| |