OKUL DIŞINDAKİ YAŞAM I


Abla-kardeş o yıllarda

AKL' de okurken, daha önce de bahsettiğim gibi, anneannem ve dedemle birlikte yaşıyorduk. Anneannemlerin Kadıköy Halitağa Caddesi üzerinde bulunan evleri 3 katlıydı. Evden apartmana dönüştürülmüş olan bu evin üçüncü katında anneannem ve dedemle birlikte biz, ikinci katında ise Melih dayım, eşi ve iki oğlu yaşıyorlardı.

Dayımların bir alt katta yaşıyor olmaları bizim için büyük bir şanstı. Suna yengem okulda velimiz olmuştu. Yengemin İngilizce biliyor olması veli toplantılarında kolaylık sağlıyordu. Hafta sonlarında dayımlarla birlikte sinemaya ya da tiyatroya gidebiliyorduk. Okuldaki arkadaşlarımızla okul dışında beraber olmamıza izin verilmediğinden okul dışındaki zamanımızı değerlendirebildiğimiz yegane arkadaşlarımız, bizden yaşca küçük olsalar da, kuzenlerimiz Aykut ve Aytun'du.

Evimiz sobalıydı. Kış aylarında oturma odası olarak kullandığımız büyük odada bir kömür sobası yanar, hepimiz aynı odada oturur, derslerimizi de o odada çalışırdık. Dedeciğim biraz konuşacak olsa anneannem hemen müdahele eder, "Basri bey, sus, çocuklar ders çalışıyor " diyerek onu sustururdu. Radyo sadece haber saatinde açılır, 'ajans' bitince hemen kapatılırdı. Hiç unutmuyorum, 60 İhtilali'nden sonra haberlerin arkasından geceleri radyodan Yassıada duruşmaları naklen veriliyordu. Dedem radyoyu açıp dinlemeyi çok istiyor ama anneannem 'ders çalışırken çocukların dikkati dağılır' diyerek ona radyoyu açtırmıyordu. Canım dedeciğim de, bizim yüzümüzden, olanları ertesi gün ya gazeteden okumak ya da Eski Muharipler Lokali'ndeki arkadaşlarından dinlemek zorunda kalıyordu.




Dedeciğimin o yıllarda çekilmiş bir resmi

7 yıl boyunca bizim için yaşamlarını bu denli kısıtlayan dedeciğimin ve anneanneciğimin emekleri karşılığını buldu mu, şimdi biraz da bundan bahsedeceğim. Ben genelde dersi sınıfta öğrenen, evde çok ta fazla çalışmayan bir talebeydim. Anneanneme göre benim derslerim "muhtasar"dı ve hemen bitiyordu. Ablam ise çok çalışırdı ve bunun nedeni, kendisinin söylediğine göre, biraz da bendim. Ablamın bazı arkadaşları sınıfta kalarak bizim sınıftaki küçük kardeşleriyle birlikte okumak zorunda kalmışlardı. Bu ona çok ağır bir şey gibi geliyor ve böyle bir "dramı" kendisi de yaşamamak için durmadan çalışıyor ve hep iftihara geçiyordu.

İhtilal günü sabahı ablam, o gün sınavı olduğu için, ille de okula gideceğim diye tutturmuş, evdekiler onu ikna edebilmek için akla karayı seçmişlerdi. Zaten sonunda okuldan birincilikle mezun olarak ailemize büyük bir mutluluk ve gurur yaşattı. Beni bekleyen öylesi bir tehlike (!) bulunmadığından ben onun kadar çalışmıyordum ama neticede ben de - orta ikide cebirden kaldığım ikmali saymazsak - bir daha ikmale dahi kalmadan okuldan iyi dereceyle mezun oldum.


Mezuniyet töreninde annem ve babamla

Evdeki yaşamımız da en az okuldaki yaşamımız kadar disiplinliydi. Herşeyin bir kuralı ve programı vardı. Yemekler belli saatlerde yenilir, belli saatte yatılır, belli saatte kalkılırdı. Öyle ben acıktım diye yemek saatleri dışında abur cubur yenilemez ya da ben daha acıkmadım diyerek sofradan kaçılamazdı. Uykumuz gelmese de saati geldiğinde yatağa girmek zorundaydık.

Okuldan dönüşümüzü anneannem pencerede bekler, birkaç dakika gecikecek olsak nedenini sorardı. Cam kenarına oturamazdık çünkü kız çocuklarının pencere önünde oturması yanlış anlaşılabilirdi. Yine yüksek sesle gülmemiz yanlış değerlendirilebileceğinden gülerken sesimizin perdesinin alçak olmasına dikkat ederdik. Birşey içip ferahladığımızda derin bir "Ooooh" çekecek olsak rahmetli anneanneciğim "yavrum öyle deme, onun yerine Yarabbi şükür de" diyerek bizi uyarırdı.




Bu da benim canım anneannem,
yine o günlerde çekilmiş bir resim

Kış yüzünü göstermeye başlayınca hemen el örgüsü yün fanilalar giyilir ve ilkbahar ortalarına kadar çıkartılamazdı. Banyo ancak hafta sonlarında yapılır ve banyo yapıldığı gün sokağa çıkılmazdı. Anneanneciğim bize hep, derdin okkayla girdiğini, sonra da dirhem dirhem çıktığını söylerdi. Nitekim onun otoritesinden kurtulur kurtulmaz hem yün fanilayı atan hem de ıslak saçla dışarıya çıkan ben, bugün hala bronşitin ve sinüzitin dirhem dirhem çıkışını yaşıyorum:)

Kışın sobanın üzerinde hep bir çaydanlık durur, içerisinde de ıhlamur bulunurdu. Ben ıhlamuru, özellikle de kokusunu, pek sevmesem de anneannem göğsümüzü yumuşatacağını söylediği için içerdim. Kış aylarında ellerimin üzeri çatlar, o zamanlar bugünkü gibi çeşit çeşit el kremleri olmadığından, anneanneciğim dedeme eczaneden gliserin aldırır, içine limon suyu karıştırarak bana el losyonu yapar, ellerime onu sürerdim.

Bir de yalnızca alnıma musallat olan ergenlik sivilceleri ile sorun yaşadığımı hatırlıyorum. Okuldan dönerken Misakımilli Sokağı'nın üzerindeki bir binanın altında bulunan turşucudan alıp içtiğim bol biberli ve lahanalı turşu suyu onları iyice azdırıyor, anneannem bunu bilmeme rağmen hala içtiğim için bana çok kızıyordu. Onları kurutmak için alnıma talk pudrası, bir de mevsimiyse salatalık kabuğu sürdüğümü hatırlıyorum. Tabi o zamanlarda her sebzenin ve meyvanın mevsimi vardı, yazınkini kışta, kışınkini de yazda bulamazdınız. Bir yılbaşı gecesinde bir dilim portakalla bir dilim domatesi birarada yemiştik te, bunu çok özel birşey saymıştık.

Yılbaşı gecelerinde genelikle bizi dayımlar yemeğe alırlar. bazen de onlar bize gelirdi. Her zamankinden daha özenle hazırlanmış olan sofrada önce yemeğimizi yer, yemekten sonra bir yandan kuruyemiş ve meyvalarımızı yerken bir yandan da tombala oynardık. Televizyon daha yoktu, onun için radyodan yılbaşı programını dinlerdik. Saat 12 yi vurduğunda birbirimizi kucaklar, iyi dileklerimizi iletir, biraz sonra da yatardık.

O yıllarda Ramazan kış aylarına rastlıyordu. Ramazan'da, öğrenci olduğumuz için, Kadir Günü dışında oruç tutmamıza izin yoktu. O günde, kurtların kuşların bile oruçlu olduğu söylenerek, oruç tutmamıza izin verilirdi. Ramazan ayı boyunca anneannem hem orucunu tutar hem de birkaç tane hatim indirirdi. İndirdiği hatimlerin dualarını son haftasonunda bizimle birlikte yapar, ablamla ben başımıza beyaz tülbentler örterek onun karşısına oturur, ellerimizi açarak amin derdik. İsimleri sayarken sütninesi Zeliha Hatun'la Ümmüş ninesini, Abdullah dayısını hiç unutmaz, duadan sonra bize hiç tanımadığımız bu kişilerle ilgili anılarını anlatırdı.

Bayramlar büyük bir coşku içinde yaşanırdı. Kurban Bayramı'ndan bir gün önce dedeciğim kurbanımızı alır, binanın alt katındaki merdivenin trabzanına bağlardı. Kurban edilene kadar onu elleriyle besler, ezan zamanlarında aşağıya inerek hayvanın kulağına dualar okurdu.

Bayram sabahı hepimiz erkenden kalkar, erkekler aşağıda kesim işini hallederken biz de yukarıya gönderdikleri etleri anneannemin tarifi üzere konuya komşuya dağıtırdık. Kurban eti dağıtılırken üçte birinin evde gelenlerle yenmek üzere evde kalmasına (nafaka olarak), üçte birinin eşe dosta (hediye olarak) üçte birinin de yoksullara (sadaka olarak) gönderilmesine dikkat edilirdi. Bu arada anneanneciğim alınlarımıza parmağıyla kurbanın kanından sürmeyi hiç ihmal etmezdi. Söylediğine göre bu bizi "kazalardan, belalardan" koruyacaktı.

Dağıtım işi bittikten sonra herkes yeni elbiselerini giyer, bayramlaşılır, küçükler bayram harçlıklarını alır, evi sarmaya başlayan et kokusu içerisinde sabırsızlıkla anneannemin mutfakta yaptığı kavurmanın pişmesi beklenirdi. Bu sırada uzaktan gelen akrabalar da eve ulaşmış olurlar, hep birlikte bayram yemeği yenirdi. Bu sırada gözümde az önce kesilen koyunun masum yüzü canlanır, lokmalar boğazımda düğümlenirdi. Sonra kendi kendime "Bütün koyunlar nasıl olsa kesiliyor, hiç olmazsa bunun bir ayrıcalığı var, kurban oldu" diye düşünerek teselli bulmaya çalışırdım.

O günlerde bayram kutlamaları bugün çok yaygın olduğu gibi telefonlarla yapılmıyordu. Telefonla ancak başka şehirlerdeki yakınlarla bayramlaşılırdı. Bayramda çok önemli bir mazeret olmadıkça şehir dışına çıkmak ayıp sayılır, büyüklerini ziyaret etmeyenler kınanırdı. Bayramın ilk gününde küçükler büyükleri ziyaret eder, sonraki günlerde de büyükler küçüklere mutlaka iade-i ziyarette bulunurdu. Anneannemlerle Sultanahmet'e, Şamile teyzelere, Üsküdar'a Müşerref teyzelere, Orhan dayılara, mahalledeki komşulara yaptığımız bayram ziyaretlerini hala dünmüş gibi hatırlıyor, bugün çoğu hayatta olmayan bu güzel insanları bu vesileyle sevgiyle, rahmetle anıyorum.

Bayramlardan ya da özel günlerden önce - bunlar genelde okuldaki çaylar ya da mezuniyet partileri olurdu - giyecek birşeyler almak için anneannemle vapura biner, Karaköy'e geçer, oradan da tünelle Beyoğlu'na, İstiklal Caddesi'ne çıkardık. Beğendiğimiz şeyleri anneannemin de onaylaması gerekirdi. Rahmetli anneanneciğimin, kıyafetlerimizi seçerken fazla dikkat çekmeyecek ve normal günlerde de kullanabileceğimiz kıyafetler, ayakkabı seçerken de, ayaklarımız fazla büyür kaygısıyla, hep bir numara küçük ayakkabılar aldırdığını hatırlıyorum. Bazen onunla bu konularda tartışır ama sonunda bir ortayolu bulur, alacaklarımızı alarak evimize dönerdik.

Şimdi o günlere dönüp baktığımda ablamın da benim de sorumluluk sahibi ve uysal çocuklar olduğumuzu düşünüyorum. Ancak yine de, ileri yaşlardaki iki insan için, yetişme çağındaki iki kız çocuğunun sorumluluğunu, hele de İstanbul gibi bir şehirde, üzerine almak ve bunu layıkıyla yapabilmek öyle herkesin kolay kolay başarabileceği bir iş değildi. Biraz büyüdüğümüzde hafta sonlarında anneanneme ev temizliğinde yardım etmeye, okul kıyafetlerimizi kendimiz ütülemeye başladıysak ta genelde evin bütün sorumluluğu anneannemin, dışarıdan yapılan alışverişin bütün sorumluluğu da dedemin omuzlarındaydı.

Anneannemin ve dedemin 7 yıl boyunca bize karşı gösterdikleri bu ilgi ve özveriyi bugün bazı anne ve babaların kendi çocuklarına bile göstermediklerini gördükçe onların değerini daha iyi anlıyor ve ikisini de buradan bir kez daha sevgi ve şükranla anıyorum. Ruhları şad, mekanları cennet olsun..

                       





ARKADAŞINIZA GÖNDERMEK İÇİN:





ŞİİR PARKI